Başı dara düşenler, yarattıkları düş dünyasında bulurlar yollarını. Ayakta kalabilmek için sığındıkları bu dünya bir yandan onları yaşatırken, bir yandan da hikayelerini örer. Dağın Öte Yüzü üçlüsü darda kalanların yarattıkları düş dünyasının büyük ve görkemli hikayesidir.
Üçlünün ilk kitabı Ortadirek?te uzun ve zorlu yolda yürüyenler anlatılır. Bir çile yürüyüşüdür bu; varacakları yerde sadece ayakta kalmak mücadelesi onları bekliyor olsa da, her yürüyüş bir umuttur. Pamuklar toplanmadan Çukurova?ya ulaşmak, çileye ve umuda da ulaşmaktır.

*”Bugüne kadar okuduğum en mükemmel Türk romanıdır Ortadirek. Hiçbir romanımızda, belirli şartlar içinde yaşayan, belirli bir tarihsel ve sosyal zamanın ?Türk insanı?nın böylesine somut, böylesine derinliğine; tabiatın böylesine zengin, canlı, kıpır kıpır verildiğini hatırlamıyorum. Değişik olaylar ve kişiler karşısındaki tepkileriyle ve ana-oğul, gelin-kaynana, karı-koca ilişkileri içinde durmadan netleşen, ayrıntılarla beslenip ete kemiğe bürünerek ortaya çıkan üç insan (Meryemce, Ali ve Elif), bütün karmaşıklıklarıyla, bütün canlılıklarıyla, bütün sahihlikleriyle, ilkel tarımsal üretim düzeyindeki Türk köylüsünü unutulmayacak bir biçimde somutlaştırmaktadır.
459 sayfalık roman boyunca, romandaki kişilere romancının bir ?yama? yaptığını göremezsiniz; anlattığı çevre hakkındaki geniş bilgisini, buzulların suyun içinde kalan, ilk bakışta görünmeyen büyük kısmı gibi, görmez, sezersiniz. Bunun içindir ki kişilerinde, çoğu ?köy romanları?nda gördüğümüz yalınkatlık yoktur. Birtakım romanlarda önceden tasarlanan kaba şemaların yalınlaştırdığı, akla kara haline getirdiği kişiler, Ortadirek?te, bütün ilkelliklerine, cahilliklerine rağmen, insan olmanın karmaşıklığı içindedirler: Öfkeleriyle, sevinçleriyle, umutlarıyla, umutsuzluklarıyla, düşleriyle, hataları ve sevaplarıyla. Yaşar Kemal?in bu üstün başarısını, öyle sanıyorum, Önsöz?ünün son cümlesi açıklıyor: ?Bu üçlü benim yaşantım ve tanıklığımdır.?
Romancılarımız, toplumsal gerçekliğe, genellikle, iki yöntemle yaklaşıyorlar: Ya Yaşar Kemal gibi yaşantısından ve tanıklığından, yani insanlardan yola çıkarak, ya kimi romancılarımız gibi tarihsel araştırmaları, birtakım eserleri inceleyerek. Kitaplardan yola çıkmanın da bir yararı var elbette: Sağlam verilere dayanmak, yorum yanılgılarından kaçınmak, vb. Ama bu yarar, genellikle, bir zararı da sürüklüyor kendisiyle birlikte. Bakıyorsunuz, edebiyatın kendine özgü ifade aracı olan imajın (geniş anlamda ?imaj?) yerini toplumsal bilimlerin ifade aracı olan kavramlar alıvermiş; imaj alıp başını gitmiş romandan, imajlarla birlikte insanlar da. (Son zamanlarda memleketimizde böyle eserlere ?Roman değil? denmiyor da ?Türk romanı? deniyor. Ve romandaki ?insansızlık?, romancının işinin üstesinden gelemeyişiyle açıklanmıyor da, ?Bizde batıdaki gibi bireyler yoktur ki!? denerek toplumsal şartlarla açıklanıyor! Zavallı ?toplumsal şartlar?; çekmedikleri kalmadı ?toplumcu?larımızın ellerinden!)
İnsanlardan yola çıkan romancı, ?yaşantısını ve tanıklığını? sağlam bir dünya görüşü ve usta işi bir roman tekniğiyle birleştirebilirse ortaya olumlu bir bileşim çıkıyor. Ortadirek gibi.
?Torosların arka yanındaki? bir köyün insanlarının, pamuk tarlalarında ırgatlık yapmak için, Çukurova?ya doğru yola koyuluşlarını, tabiatla dövüşe dövüşe Çukurova?ya varışlarını anlatır Ortadirek. Destansı bir hava içinde. Bu havaya uygun bir Türkçe ile. Aklınıza uzaktan uzağa eski bir büyük destanı getirerek. Ve Meryemce?nin bir zafer narasını hatırlatan sözleriyle biter: ?İndik ya! Geldik ya!?
Meryemce, yol boyunca, bir uğurböceğini ak başörtüsünün içinde taşımıştır. Çukurova?ya inince açar başörtüsünü bakar ki uğurböceği ölmüş. Kurumuş. Alır kurumuş böceği bir çiçeğin üstüne koyar, ?Kadersizim, kimsesizim burada uyu!? der. Dışardan bakınca, bütün Meryemce?lerin, Ali?lerin, Elif?lerin durumu da uğurböceğinin durumu gibidir: ?Kadersizim, kimsesizim…? Geldikleri tarlada toplanacak pamuk kozası yoktur, ellerine para geçmeyecektir. Adil Efendiye borçlarını ödeyemeyeceklerdir, açlık korkusu peşlerini bırakmayacaktır. Ne var ki Çukurova?ya inmek başlı başına bir amaç oluvermiştir sanki. Hem de nasıl? Kızgın güneşte, yağmurlar altında, sırtta yorgan, sırtta kurşun gibi ağır yükler ve sırtta inatçı mı inatçı bir ana ile dik yokuşları, sarp kayalıkları yolları yürüyerek… Bu bitmez tükenmez yol da bir roman kişisi gibidir, daha doğrusu filmlerdeki ?kötü adam? (bad man) gibidir: ?Yokuş yukarı baktı. Bir belalı yokuştu. Dik, kaygan, küçük küçük taşlıydı. Yokuşa baktıkça içi kararıyor, umudu kesiliyor, dizlerinin bağı çözülüyordu? (s. 276). Meryemce dayanamaz: ?Ocağı sönesice, gâvurun malı da, domuzun doğurduğu, diye küfretti yokuşa? (s. 277). Bu yürüyüş günlerce, günlerce, günlerce sürer. Hep öyle: Kızgın güneşte, yağmurlar altında, dik yokuşları, kayalık yolları, yaya yürüyerek. Bu küçük ?Uzun yürüyüş?ü bitirmek birden yetesiye bir zafer gibi görünür. Meryemce?nin sözlerini farkında olmadan tekrarlamaya başlarsınız: ?İndik ya! Geldik ya!? Pamuk olmasa da, Adil Efendinin borçları ödenmese de, açlık tehlikesi Çukurova sıcağı gibi öldürücü olsa da ?İndik ya! Geldik ya!? Meryemce?nin bu sözleri Meryemce?lerin, Ali?lerin, Elif?lerin kurumuş uğurböceklerine benzemediklerini anlatmaya yeter: Tabiatı yenen insanoğlu yıkılır göründüğü yerde yeniden ayağa kalkmış ve yücelmiştir.
Torosların arkasındaki bu köyün gelirinin çoğu pamuk tarlalarında ırgatlıktan gelir. Güz kokuları gelmeye başlar ve ?döngele? Tekeç dağına doğru göğe ağarken, bütün köy, köyde bir tek canlı kalmamasıya, üç gün içinde hazırlanıp pamuk tarlalarında ırgatlık yapmak üzere Çukurova?ya doğru yollara dökülür. Köyde topu topu dört tane at vardır. Bunun için çocuklar da, kadınlar da, yaşlılar da erkekler gibi günlerce yürümek zorundadırlar. Çukurova?da ancak bir, bir buçuk ay çalışılır. Köylüler, iş bitince, geldikleri gibi, gene toplu olarak köye dönerler. Alışverişlerini kasabadaki Adil Efendiden yaparlar. Adil Efendi, her ailenin kaç kişi olduğunu, kaçının çalıştığını sorup öğrendikten sonra, ?İnsan başına bir şeyler verir. Sarı deftere yazar. Bilir ki millet Çukurova?dan dönünce, bir ölüm kalım olmamışsa, bir tanesi köyden, topluluktan tezikip başını alıp gitmemişse sarı defterde yazılılar eksiksiz avucunun içindedir.? (s. 29)
Köyün muhtarı, başka köylülerin çalışmak istemediği verimsiz tarlaların sahipleriyle anlaşır, ırgat bulmakta güçlük çeken bu tarla sahiplerinden rüşvet alarak köylülerini bu verimsiz, ağaçsız, susuz tarlalara sokar. Başka tarlalarda çalışanlar bir günde adam başına yüz kilo toparlarken bunlar yirmi beş kiloyu zor tuttururlar. Bunun için Adil Efendinin alacakları bir türlü bitmek bilmez.
Muhtarın rüşvet alarak köylüyü verimsiz tarlalara götürdüğünü bilenler (Taşbaşoğlu, Ali, Öksüz Duran, vb.) durumu köylülere anlatırlar. Köylüler, muhtarla ortaklaşa çalışan Delice Bekir?in bulduğu tarlaya gitmemeye karar verirler. Ve bunu muhtara söylerler. Arkasını Demokrat Parti?ye dayayan muhtar, çeşitli tehditlerle, bu arada, ?canımı sıkarsanız, size Çukurda hiçbir pamuk tarlası verdirmem,? diyerek köylüleri korkutur. Köylüler, günlük çıkarlarıyla, açlık tokluk meseleleriyle bu kadar doğrudan ilgili bir durumda bile çıkarlarına uyan yolu tutamazlar, muhtarın ardından gitmek zorunda kalırlar. Muhtarın ardına takılmamak için en büyük yemini ettikleri halde, ?avrat boşadıkları? halde. Çukurova?ya yaklaşınca, köylülerin en açık görüşlüsü Taşbaşoğlu, kendinden yana olanlarla topluluktan ayrılmak ve verimli bir tarla aramak ister. Birçok köylü, ilkin, onunla birlik olur. Ama muhtar bir gece ev ev dolaşarak gene köylüleri kandırır, peşinden sürükler. Ve Taşbaşoğlu?nu da köylülerle birlikte gelmek zorunda bırakır.
Yaşar Kemal?in bir romancı olarak yaptığı bu gözlem son derece önemlidir. Türk köylüsü çıkmaz sokağa benzer şartlar içinde yaşamaktadır; bunun için elle tutulur, gözle görülür çıkarlarına rağmen, bu çıkarlara sırt çevirmek zorunda kalmakta, apaçık çıkarlarının değil, bu çıkarı baltalayan muhtarın ardından gitmektedir. Muhtar, gücünün kaynağını çok iyi bilmektedir: ?Allahın yeryüzündeki vekili Hükümetimiz, Demirgıratımız. Hükümetin, Demirgıratın kasabadaki vekili kaymakamla Gödece Tevfik Efendi. Kaymakamla Gödece Tevfik Efendinin köydeki vekili muhtar? (s. 389). Aşılmaz yolları aşan, yani tabiatı yenen Türk köylüsü, insanoğlunun kurduğu düzen karşısında (sosyal düzen) naçar kalmaktadır. Kafasını bu düzene her çarpışta, şimdilik, kendi kurduğu düşler, umutlar dünyasına, uğurböcekleri dünyasına sığınmaktadır. Bu düzenin değiştirilebileceği konusunda ne umudu, ne düşüncesi vardır. Bu gözlemlerin, demokrasi ve sosyalizm savaşı yapanları uzun uzun düşündürmesi gerekir.
Yaşar Kemal ikinci derecede roman kişilerinden bazılarını, özellikle Koca Halil?i, oldukça işlemişse de asıl Meryemce, Ali ve Elif?i derinliğine verir Ortadirek?te.
Ali?nin geçmişi (Meryemce?ninki de) kısa ?geriye dönüşler?le veriliyor. Yaşar Kemal, böylece, Ali?nin hem o andaki psikolojik durumunu açıklamış oluyor (mesela hayal kurmak, bir umuda bel bağlamak ihtiyacı), hem de geçmişini açıklayarak kişiliğini bir bütünlüğe kavuşturmuş oluyor. Yağmurla ilgili bir anı Ali?ye şunları söyletir: ?Topraklı pamuk ağır çeker. O yıl, her yılkinin iki misli para kazandıydık? (s. 203). Bunu ancak Ali söyleyebilir. Bu kadardır Ali?nin hatırlayabileceği şeyler, hayali ve umudu! Bu sözlerin arkasında, Yaşar Kemal?in Ali?lerin ekonomik ve sosyal durumları hakkındaki geniş bilgisi yatar; ama o, bu kadarını söylemekle yetinir, yetinmesi gerektiğini bilir.
Çukurova yolu bitmez tükenmez bir yoldur. Bir de bu yol boyunca Meryemce?nin aksilikleri ve inatçılıkları vardır; Ali?nin dönüp dönüp anasını aramaları vardır. İlkin okuru da yoran bu yol, bu gidip gidip geri dönmeler, Meryemce?nin bu aksilikleri, gerçekte, Meryemce?nin, Ali?nin, Elif?in kişiliklerini bütün derinliğiyle vermek için şaşılacak bir ustalıkla kullanılmıştır. Ali?nin anasına olan sonsuz saygısı, onun huysuzlukları karşısındaki sonsuz sabrı sonunda açlık ve Adil Efendi korkusunun ağır basması: ?Ulaşamazsam, onlar gideli çok oldu, ulaşamazsam çoluk çocuğum aç çıplak kalır. Borcumu da ödeyemem, Adil Efendi de ağzıma sıçar.? Adil Efendi, zaten hep bir kara bulut gibi köylünün üzerindedir. Meryemce bile beddua ederken, ?Adil Efendi de onu boğazlasın,? (s. 150) der. Açlık korkusu, sonunda Ali?yi çileden çıkarır, anasına isyan eder. Sonra pişmanlık. Kendini bağışlatmak için yalvarmalar. Sonra yeniden öfkelenmeler. Tıpkı Ali gibi Meryemce?nin öfkelenmeleri. Oğluna öfkesinden, ?inşallah o aklına gelen, gelinin başına gelir de, ben de varır, köyün ortasında zil takar da oynarım,? (s. 141) bile der. Sonra sakinleşir, ?Ağaç gelinimi öldürdüyse, eeey Uzunca Ali!? (s. 143) diye kaygılanır. Ali, anasını sırtında taşır günlerce, düşünür kendi kendine, ?Bir oğul daha ne türlü bakar ki anasına?? (s. 156) der. Ya Meryemce? ?Sen askerdeyken harp olacak dediler de aylar ayı, geceler gecesi uyumadım da saçlarımı yoldum? (ss. 235-236).
Ali?nin ve Meryemce?nin öfkeleri, kaygıları, korkuları, içinde yaşadıkları şartlarla öylesine haşır neşir olmuştur ki alabildiğine bir gerçeklik duygusu uyandırırlar; bunun için roman bittikten sonra da sizde yaşamaya devam ederler. Hem de kendileriyle birlikte yığınla sorunu sürükleyip getirerek.
Yaşar Kemal?in Ali ile Meryemce kadar üzerinde durmadığı bir Elif bile, kocasının haline bakıp bakıp, ?Sen de eller gibi, bire Alim, sırtını ağaca verip bir cigara içmedin. ?öyle, elin adamları gibi? (s. 162) diye düşünmesiyle bir dirilik kazanır. Ya da şöyle: ?Gözlerinden uyku akıyordu. Sabaha kadar uyumamış, merakla, korkuyla onları beklemişti. Meryemce, çocuklar, kocası uyuyorlardı. ?imdi kendi de uyusa olmazdı. Aşağıdaki yoldan geçen olur, öteberiyi, kabı kacağı çalar götürürdü? (s. 150).
Yaşar Kemal, köylülerin sefaletini büyük bir serinkanlılıkla anlatır; daha doğrusu, sefaletten söz etmeden bu sefaleti somut olarak verir. Ali?nin ailesi yol boyunca hep aynı şeyleri yer: Bulgur çorbası, bulgur pilavı, bulgur çorbası, bulgur pilavı. Canları başka hiçbir şey çekmez mi? Çeker. Ali, istese istese bir baş soğan ister: ?Ah avrat, şu aşın yanında bir de soğan olmalı ki… Bir baş? (s. 158). Sefalete öylesine alışmışlardır ki en küçük bir refah işareti ürkütür onları, tedirgin eder. Ali, kendi fukara sofrasına davet ettiği, soğanının yarısını bile ikram ettiği yabancının kösteğini ve tabakasını görünce isteyeceğini isteyemez ondan. Yaşar Kemal, sefaleti abartmak bir yana, belki de o hayatın içinden gelmenin etkisiyle, kimi zaman romancı gözüyle değil Ali?nin gözüyle bakıyor: Bitmez tükenmez bulgur pilavlarından birini anlatırken, ?Yağ tavada cızırdayınca pilavın üstüne aktardı. Ortalık mis gibi koktu,? (s. 448) der.
Ali?nin anasına davranışı, ?Bir yerde yemek yerken, düşman bile olsa, babayın kanlısı bile olsa yemeğe buyur etmeden olmazdı,? (s. 448) diye düşünmesi, askerlik anılarını abartarak anlatması, canlı olan her şeye duyduğu gerçek saygı (Oğlu Hasan kibriti çakıp periler evini tutuşturacağı sırada, ?Ulan! Silktin mi onu? Onun içi böcek dolu. Yuva o. At onu.? [s. 192] diye bağırır.), bizim insanlarımıza özgü niteliklerdir. Ama aynı Ali, yağmur yağınca, çoluk çocuk düşünmez olur, geçim derdi can derdinden önce gelir, araç amaç oluverir gözünde; tek düşüncesi vardır artık: ?Tüm pamuklar yerde. Bir de ağır çeker ki? (s. 435). Yolda, otların köküne bakarak, Koca Halil?in köylüleri erken yola çıkardığına inanmaya çalışarak nasıl kendini aldatmak, direnme gücü verecek bir umuda sarılmak istemişse şimdi de yağmura, bu yeni umuda sarılmaktadır. Naçar kaldıkça bir umut icat etmek ve ona bel bağlamak: Yaşar Kemal bunu ustaca çoğaltıyor.
Yaşar Kemal, tabiatı sanki iki ayrı insan gibi görür; Nâzım Hikmet?in büyük gözlemini buluruz onda: ?Bu cehennem, bu cennet bizim.? Uzayıp giden yollara, dik yokuşlara, ayakları parçalayan kayalıklara köylülerin gözüyle bakar. Ama Ali?nin, Meryemce?nin, Elif?in savaştığı tabiatın, Ali?lerin, Meryemce?lerin, Elif?lerin çoğu zaman farkına varmadıkları bir de güzel yanı vardır ki bunu Yaşar Kemal gibi anlatabilen bir başka romancımız yoktur: ?Güz yelleri neredeyse esmeye başlayacak. Boz toprağı soğuk, ürpertici bir yel yaladı yalayacak. Kuşlar boyunlarını kanatlarının arasına çekmiş kuytuluklarda büzülmüş duruyorlar. Üşümüş kuşlar. Keklik sesleri gelmez oldu. Kınalı ayaklarının izi yok artık çalı diplerinde? (s. 11). ?Sıcaktır Çukurun toprağı. Yumuşacık, pamuk gibidir. Kimbilir nasıl böyle un gibi yapmışlardır bu toprağı? Kara, ışıltılıdır. Yürürken ayak bileklerine kadar toprağa gömülürsün. Seher vakti düş gibi buğulanır. Işık günden değil, topraktan çıkar gibidir. Çukurun bu hali dağlarda yoktur? (s. 208). Romanın en güzel parçalarından biri, nar bahçesini ve yılanların sevişmesini anlattığı bölümdür (s. 407 ve sonrası). Kısaca, Yaşar Kemal?de tabiat, dışardan bakılan bir madde değildir, yaşantısının bir parçasıdır.
Ortadirek, insanlarıyla, tabiatıyla bizim olan, bizden olan bir roman. Kimi yurttaşlarımızın ?tembel? dediği köylülerin ?çalışmak? için tabiatla destan kahramanları gibi nasıl boğuştuklarını, hiçbir duygusallığa yer vermeden, düpedüz anlatan bir roman. Meryemce?nin zafer narası elbette ancak, ?İndik ya! Geldik ya!? olabilir. Ondan ötesi? Ortadirek, her okuru ?ondan ötesi?ni düşünmeye çağıran, zorlayan, yargılayan bir roman.”
*Ortadirek / Fethi Naci 1968
Yaşar Kemal?in Romancılığı, Yapı Kredi Yayınları, 1998, s. 18-25.

?Türk romancısı Yaşar Kemal?in Ortadirek romanı edebiyatın büyük insan manzaralarından biridir. Bu roman aslında Savaş ve Barış ve Moby Dick boyutlarında bir yapıttır.?
Michel Cournot, Le Monde, (Fransa)

?Buna dikkat çekici bir eser değil, bir şaheser demek daha doğru olur.?
Bulletin Critique du Livre Français, (Fransa)

?Yaşar Kemal?in romanı Tolstoy?un çapına ve Dickens?ın canlılığına sahiptir.?
Lena Jeger, Manchester Guardian, (İngiltere)

?Sofokles?in trajedilerini besleyen o çok görmüş geçirmiş yaşlıların deneylerle dolu sesidir bu. Anadolu?nun sesi.?
Ceyhun Atuf Kansu, Varlık

?Bugüne kadar okuduğum en mükemmel Türk romanıdır Ortadirek.?
Fethi Naci, Bir romancı: Yaşar Kemal

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Previous Story

Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı saygıyla anıyoruz…

Next Story

2008 Kavşağında Türkiye – Siyaset, İktisat ve Toplum – Bağımsız Sosyal Bilimciler

Latest from Romanlar

Sarsılmak – Zafer Köse

Sarsılmak, derin ve katmanlı bir roman. Gündelik dilin nüanslarını yansıtan akıcı bir dille yazılmış olması da önemli.Zafer Köse sadece bir depremi değil, toplumsal ve
Go toTop