Otomatik Portakal – Anthony Burgess

otomatik-portakalSanat hayatına müzisyen olarak devam ederken ve “roman yazan bir müzisyen” olarak anılmasını isteyen Anthony Burgess, 1959 yılında beyin tümörü teşhisi konunca para kazanmak amacıyla yazı yazmaya başlamış ve bir sene içinde beş kitap yazmıştır. Daha sonra teşhisin yanlış olduğu ortaya çıkmış ama Burgess yazmaya devam ederek ardında elliden fazla eser bırakmıştır. Bir yıllık ömrünün kaldığını öğrendikten sonra yazdığı beş kitaptan biri olan en ünlü eserlerinden birisi olan Otomatik Portakal (A Clockwork Orange) distopya (Yunanca bir ön-takı olan dys/dis, “kötü”, “hastalıklı” ya da “anormal” anlamını taşır. Kelime ilk defa John Stuart Mill tarafından kullanılmıştır. Filozofun Yunanca bilgisi göz önüne alınırsa, kelimeyi “ütopyanın tersi” olarak değil, “kötü bir yer” anlamında kullandığı anlaşılır.) türünde bir romandır.
Otomatik Portakal, baskıcı bir yönetimin ve bu yönetime direnen bir sokak çetesinin hikayesi. Çetenin ve hikayenin baş kahramanı olan Alex adındaki (A eki olumsuzluk içermektedir ve lex ise kanun anlamına gelmektedir.) 15’lik delikanlıya yandaşları Pete, Georgie ve Aptalof eşlik ediyor. Alex arkadaşlarıyla kurduğu çete ile içlerinden taşan bir şiddet eğilimi içinde hırsızlık yapar, girdiği dükkanlardan malları gasp eder, çaresiz insanlara vurur, yaralar, kadınların ırzına geçer. Çete aralarında kendi ürettikleri Ruşça kökenli “Nadsat” dilinde konuşur.
“Bu Toplum için Yararlı Ol” tekerlemelerini belleyen ve belletenlerin “suç nasıl işlenir?” sorusunu düşündükçe gülmekten hayalarım ağrıyor. Neden “iyiliğin kökenini” incelemezler , araştırmazlar? Herkesin derdi “kötülük” ya da “iblisliğin kökeni” Eğer serseriler kötülük yapıyorsa bu onların tercih hakkı. Yani adamlar kötülüğü benimsemişler. İyiler de iyiliği… Ben kötülüğü yeğleyenler arasındayım.” diyen Alex kötülüğün de bir seçim olduğunu “… yetişkinlerin savaştığı, bombalar attığı, birbirini kesip doğradığı, acımasızlığın kol gezdiği bir dünyada gençlerin yurtsever, dine bağlı uslu, terbiyeli olmaları söz konusu değildir… suç ve sorumluluk yetişkinlerindir. Gençler suçsuzdur. Doğru… doğru.. doğru…” düşüncesini savunur.
Bir gece “Otomatik Portakal” adlı bir roman yazmakta olan bir yazarın evine girerler, ortalığı kırar, döker, yazarın karısının ırzına geçerler, evi tarumar edip çıkar giderler. Başka bir sefer de Alex yaşlı bir kadının kedilerle dolu evine girer. Kadın kendisi ile kıyasıya mücadele edince Alex onu öldürür ve polis tarafından yakalanarak hapishaneye gönderilir.
Burada, ülkenin başında bulunan siyasal partinin seçimi kazanmak için kullandığı “Suçluları Yeniden Topluma Kazandırma ” yöntemi “Ludavico” ile bir labaratuvar çalışmasına tabi tutulur. Devlet eliyle yapılan bu çalışmanın kobayı olan Alex seyrettirildiği şiddet dolu filmleri izlerken büyük fiziksel acılara maruz bırakılmaktadır. Alex artık bundan böyle aklından kötülük geçtiği anda kusmakta, acılar içinde kıvranmaktadır. Artık kötülüğü düşünememektedir bile. En zoru ise Alex’in taptığı Beethoven müziğini duyduğu anda daha önce kendisine seyrettirilen Nazi soykırım filmlerinin dehşet dolu sahnelerini yaşamasıdır. Kişiliği kendi istemi dışında değiştirilen Alex bir kukla olmuştur. Artık müzikten de yoksundur. Ama kayıtlara göre “İyileşmiştir.” Salıverilir.

Evine döndüğünde ana babasının kendi odasına bir kiracı aldığını görür. Artık kalacak yeri yoktur. Şiddet günlerini paylaştığı arkadaşları polis olmuşlardır. Bu kez şiddeti polis olarak üretmektedirler.
Onların elinden kurtulan Alex?in yolu “Otomatik Portakal” yazarının evine düşer. Sosyalist olan ve seçimlerde hükümeti devirmek istiyen yazar onu evine alır. “Ludevico” yönteminin insanlık dışı bir uygulama olduğunu kanıtlamak için harekete geçer. ?Senin gibi bir delikanlıyı Otomatik Portakal’a dönüştürenlere yaşam hakkı tanımamalıyız.? diyen Yazar  günah işlediğini biliyoruz. Ne var ki cezan bu günahla kıyaslanamayacak kadar büyük. Seni bir makina biçimine sokmuşlar. Seçme hakkını elinden almışlar. Toplumun kabullendiği davranış biçimlerine uymak zorundasın. Sadece iyilik yapmakla görevli küçücük bir makinasın. Buna göre müzik cinsel ilişki, edebiyat ve her türlü sanat dinlendirici zevk değil de acı çektirici birer etken oluyorlar.? demektedir. Ancak Alex bu kez de başka bir kesim tarafından başka bir amaçla kullanılmaktadır.
Seçimlerde kazanmayı hedefleyen iktidar partisi bu kez yeni bir yöntemle Alex?i Ludevico?nun pençesinden kurtarır . Artık Alex kendi seçimlerinde özgürdür.
Özgür irade ile seçilen kötülük, organize güçler tarafından kişiye dayatılan deterministik, iyilikten daha mı insancadır ? Yazar Anthony Burgess?in cevabını aradığı soru budur.

Herkesin kafasını karıştıran şu portakalın nasıl otomatik olabildiğine gelince… Kitap, İngiliz argosundaki ‘queer as a clockwork orange’ deyişinden alıyor ismini. Bu deyiş olabilecek en garip davranışları ve özellikleri barındıran kişiler için kullanılıyormuş. Portakalın organikliği insanlığı temsil ederken, otomatik kelimesi de makineleşmeyi anlatıyor diyebiliriz; yani makineleşmiş bir insanı:
“Tüm hayvanların en zekisi, iyiliğin ne demek olduğunu bilen insanoğluna bir baskı yöntemi uygulayarak onu otomatik işleyen bir makine haline getirenlere kılıç kadar keskin olan kalemimle saldırmaktan başka hiçbir şey yapamıyorum…”
“Cockney dilinde (İngiliz argosu) bir deyiş vardır: ‘Uqueer as as clockwork orange’. Bu deyiş, olabilecek en yüksek derecede gariplikleri barındıran kişi anlamına gelir. Bu çok sevdiğim lafı, yıllarca bir kitap başlığında kullanmayı düşünmüşümdür. Bir de tabii Malezya’da ‘canlı’ anlamına gelen ‘orang’ sözcüğü var. Kitabı yazmaya başladığımda, rengi ve hoş bir kokusu olan bir meyvenin kullanıldığı bu deyişin, tam da benim anlatmak istediğim duruma, Pavlov kanunlarının uygulanmasına dayalı bir hikayeye çok iyi oturduğunu düşündüm.”
Anthony Burgess

Düzeltin beni! – Murat Özer
(02/09/2011, Radikal Kitap Eki)
Anthony Burges ya da gerçek adıyla John Burgess Wilson, 20. yüzyılın ikinci yarısı İngiliz edebiyatının en yetkin isimlerden biri kuşkusuz. Romancılığı öne çıkmasına rağmen şair, oyun yazarı, besteci, edebiyat eleştirmeni gibi kimlikleriyle de tanınan Burgess, 1950?lerden 1990?lara kadar uzanan kariyerinde otuzu aşkın romana imzasını atarak bu alandaki en üretken edebiyatçılardan biri olmuştur aynı zamanda. Müzikle iç içe olmasının getirdiği artıları da romanlarına yansıtan yazar, dil konusundaki uzmanlığını da metinlerine mükemmelen enjekte etmeyi başarır. Onun romanları, çevirisi zor ama okunması da o derece doyurucu metinlerdir.
Anthony Burgess adı zikredildiğinde, yazarın ilk akla gelen eseri ?Otomatik Portakal? (A Clockwork Orange) olur, her ne kadar kendisi bunu kabul etmese de. 1962?de yayımlanan bu roman, distopik bir gelecek atmosferi çizer ve başkahramanı Alex özelinde bütün toplumu sorgulayan bir yapıyla vücut bulur.
“Otomatik Portakal”, Burgess’ın İkinci Dünya Savaşı Londra’sında karısıyla birlikte saldırıya uğrayıp soyulmasından alır köklerini. Yazar için bir çıkış noktası olan bu durum, romanın kötücüllüğe yaptığı vurgunun da temellerini oluşturur. Bir sonuca varabilmek için seçtiği araç, onu toplumsal bir analiz yapmaya kadar götürür. Bu analizi “gelecek” şemsiyesi altında gerçekleştirmesiyse ele aldığı “ölçüsüz şiddet”in sıradanlaşmasının önüne geçer.
Romanda anlatılan, şiddetin içselleştirilmesinin trajik sonuçlarıdır özetle… Çetesiyle (üç kankası) birlikte şiddetin her türlüsüne eğilimli on beş yaşında bir genç olan Alex, estirdiği terörün kurbanı olmaya doğru gitmektedir. Dayak, tecavüz, aşağılama, yağmalama gibi ?sıradan? eylemlerin onu günün birinde cinayete kadar götürmesi ise Alex için ?yolun sonu? demektir. Otorite tarafından hapsedilen, sonra da yeni bir ?ıslah? çalışması için ?denek? olarak kullanılacağı tesise götürülen anti-kahramanımız, burada ?iyi? olması için özel bir araştırmaya alet edilir. İçindeki şiddet duygusunu törpüleyip yok etmeye dayalı bu ?acımasız? çalışma meyvelerini verir, ama Alex için trajedinin sonu gelmemiştir daha, hatta taptaze bir başlangıç yapmıştır genç adamın kötücüllükle imtihanı…
Burada okuduğunuz hikâye, insanoğlunun ?kirli? yüzünü yansıtan en can alıcı trajedilerden birini gözler önüne serer. Anthony Burgess?ın metninden sızan karamsarlık, önce insanlığı yargılar, sonrasındaysa onu mahkûm eder. İnsan doğasının içinde var olan gizli ya da açık şiddetin üzerine yüklenir bu metin, şiddetle olan alışverişimizi her adımda daha da keskinleşen bir yapıyla yüzleştirir. Alex?in cellattan kurbana, oradan sıradanlığa, ardından da kahramanlığa uzanan yolculuğuyla ?ikiyüzlü? insan tavrını netleştirir. Ve bu yolculuk, değiştirip dönüştürme hastalığının aslında hiçbir şeyi değiştirmediğini de kanıtlar bir yandan.
?Otomatik Portakal?, toplum tarafından ?düzeltilmeye? çalışılan genç bir adamın ?şiddetli? serüvenini anlatırken, aynı zamanda onun büyümesini de gözler önüne serer. Belki son ana kadar bu büyümenin işaretleri yoktur onun zihninde ve bedeninde, ama romanın final bölümünde bu durumu net biçimde görürüz. Alex?in insan içine çıktıktan sonraki ruh hali, geçmiştekiyle örtüşür gibidir, hatta yeni bir çeteyle kaldığı yerden devam etmeye çalışır. Oysa tüm bunlar, bir ?reddediş?in yansımasıdır ve bu ?yapay? hissiyattan sıyrılması kaçınılmazdır. Artık on sekiz yaşındadır ve gördüğü onca şeyin tortusuyla büyümüştür, en azından büyümesi gerektiğinin bilincindedir…
Anthony Burgess, dille olan sıkı alışverişini bu metinde de geniş bir perspektiften yansıtmayı başarır. Özellikle argo kullanımında ?özgün? hamleler gerçekleştirir, Alex?in ağzından eksik etmediği küfürlere ?yabancılaştırıcı? bir efekt kondurur. Birinci tekil şahıstan, yani Alex?in kendisinden dinlediğimiz bu serüven, karakterin kendini ?aklama? girişimlerinin de yardımcısıdır. Kötücüllükle donanmış bu karakter, hikâyeyi anlatırken okura ?şirin? görünmek için elinden geleni yapar. Evet, öncelikle suçlanması gereken toplumdur ama onun da ?günah?ta büyük payı olduğu aşikârdır.
Yazarın müzikle doğrudan ilişkisi, “Otomatik Portakal”da olanca ağırlığıyla kendini hissettirir. Beethoven’in 9. Senfonisi ise bu alanda başrolü üstlenir. Müzik, bir yandan Alex’in ruh halini biçimlendirirken, öte yandan da öykünün kilometre taşlarını işaretleme işlevini üstlenir. Herkese ve her şeye nefretle bakan Alex’in otorite tarafından “düzeltilme” aşamasında Beethoven müziğiyle yaşadığı duygusal çırpınışsa bu durumun doruğa çıktığı anları getirir beraberinde…

McDowell?ın tek büyük rolü
Anthony Burgess?ın romanının yayımlanışından dokuz yıl sonra gösterime giren beyazperde uyarlaması, Stanley Kubrick?in elinde çok daha etkili bir yapıya kavuşur. Romanın işaretlediği yerleri kusursuzca takip eden yönetmen, sadece finalde durup düşünür ve farklı bir yöne doğru akıtır eserini. Daha doğrusu, Burgess?ın metnindeki final bölümünü kullanmaz, yani işin ?büyüme? boyutunu törpüler, ?kahraman? Alex noktasında bitirir hikâyeyi.
Öte yandan Stanley Kubrick?in hikâye anlatımındaki mükemmellik arayışının en çarpıcı göstergelerinden biridir ?Otomatik Portakal?. Merkeze yerleştirdiği karakterin serüvenini kusursuz bir zamanlama duygusuyla anlatan yönetmen, ona yüklediği anlamların ardına saklanan ayrıntıları da zengin sinema dilinin getirdiği rahatlıkla yansıtır. Özellikle Alex?in yolculuğunun ilk bölümündeki nesnelere, karakterlere ya da kavramlara yönelik ayrıntılarda ?tamamlayıcı? bir biçem kendini gösterir; öykünün mükemmel bir bedene kavuşması adına sağlam sinemasal dokunuşlardır bunlar.
Başkarakterin romandaki yaşından epeyce büyük olmasına rağmen, bu filmin yıldızı Malcolm McDowell?dır. Aktör, filmin her karesine sinen oyunculuk becerisiyle devamlılık duygusunu derinden hissettirir bizlere. Alex?in ?karmaşa?yla hayat bulan ruh hali bütün bedenine yansır, yüzünün her bir kıvrımında bu ?sağlıksız? durumu görürüz. Öykünün rahatsız edici doğasını körükleyen performansı, izleyeni karakterden nefret ettirirken, ilerleyen dakikalarda bu nefretin acımaya dönüşmesiyle beklenen etkinin sağlandığına ilk elden tanık oluruz. Kubrick belgeseli ?A Life In Pictures?da yönetmene kırgınlığını dile getiren McDowell, çekimler sırasında yakın dostu olarak gördüğü sinemacının bir daha yüzüne bile bakmadığını söylerken, aslında Kubrick için sevgi/nefret ilişkisiyle bezeli bir parantez açar. Sonraki yıllarda ikinci, hatta üçüncü sınıf filmlerde rol bulabilen yetenekli aktör, usta yönetmenin bu durumun sorumlusu olduğunu ima etmek istemiştir belki de… ?Kötücüllük, film kareleriyle sınırlı kalmıyor.? demenin başka bir yoludur diye de düşünülebilir bu serzenişin ardında yatanlar.
En iyi film, yönetmen, uyarlama senaryo ve kurgu dallarında Oscar?a aday gösterilen, bunu yedi BAFTA ve üç Altın Küre adaylığıyla destekleyen ?Otomatik Portakal?, sinemanın ?tespit etme? özelliğini en doğru biçimiyle yansıtan çalışmalardan biridir. Bunu kışkırtıcı bir biçemle beyezperdeye taşıyan yönetmen, ?şiddetin tarihçesi?ni yazmak gibi bir iddia taşımamasına rağmen, nihayetinde böylesi bir izlenim yaratır seyirci üzerinde. Sıradan hayatların boşluklarına kısılıp kalmış şiddetin açığa çıkma nedenleri üzerine tumturaklı cümleler kurar, bir insanlık trajedisi aracılığıyla şiddetin boyutlarını sergiler. ?İyilik? ve ?kötülük? kavramlarının göreceliliğini işaret eder, otoritenin faşizanlığına vurgu yapar, baskının sonuçlarını deşifre eder. Tüm bunları ahenkle dans ettirmesiyse belki de sadece onun yapabileceği bir şeydir. ?Otomatik Portakal?ı tüm zamanların en seyre değer filmlerinden biri yapan da onun bütüne hakim olan bu tarzıdır. Hikâye akar, söylenecekler söylenir, karakterler boşluğa düşmez, eylemlerin her zaman bir anlamı vardır, filmin istediği her şey sınırlardan arınmış haliyle karşımıza gelir ve acı çekilecekse çekilir, rahatsız olunacaksa olunur…
Not: ?Otomatik Portakal?ın DVD?sini raflarda bulmanız mümkün.

Otomatik portakalların dönüşü – Kaya Genç
(19/08/2011 tarihli Radikal Kitap Eki)
Londra?da ve Birmingham?da yaşanan şu tuhaf ayaklanmaları seyrettiğin vakit bilmem keyfin yerine geliyor mudur, sevgili biraderim Alex. Muhtemelen bugünlerde 50?li yaşlarındasın, kendine bir ?devotchka? bulup herhalde hayalini kurduğun gibi çocuk da yapmışsındır. Belki alay ettiğin o can sıkıcı orta sınıf mensupları gibi sen de akşamları milyonlarca insanın aynı anda hep birlikte seyrettikleri televizyon programlarına takılır oldun. Gündüzler burjuvalara ait, derdin oysa, gündüz vakti sokaklar onlarındır ve hava kararıp da çalışan sınıflar oturma odalarına çekildiklerinde bu defa ayaktakımı sahneye çıkar. Sen de Nadsat denilen o uydurma dilinde Korova Süt Barı?na yanında arkadaşların George, Pit ve Dim?le gidip keyfine bakardın. Kaç yaşında olduğunu, maceralarını okuduğumuz kitabın ilk bölümünün son cümlesine dek gizlemiştin bizden, benim on beş yaşındaki tecavüzcü, katil dostum.
Alex ve arkadaşları günlerden bir gün üzerinde sadece ?Ev? yazan bir evin kapısını çaldılar. İçeride oturan ve adının F. Alexander olduğunu bildiğimiz yazar, yolda kaldıklarını söyleyen bu zavallı gençlere yardım edebilmeleri için karısından kapıyı açmasını istedi. Anthony Burgess?in hafifçe gizlenmiş bir çeşitlemesiydi karşımızdaki; Burgess?in eşi de bir grup sarhoş asker tarafından tecavüze uğramıştı. Alex, ?Otomatik Portakal? adlı uzun, ağlamaklı ve sıkıcı bir propaganda metni yazmakta olan Alexander?ın isminin kendisininkiyle kardeşliğini fark etmekten memnun olmuştur. Keyfini çıkara çıkara, arkadaşlarıyla birlikte Alexander ile eşine işkence ve tecavüz eder. Başka bir seferde Alex ile çetesinin yolları şehrin büyük malikânelerinden birine düşer. Arkadaşlarını ustalıkla kontrol altında tutan kahramanımız, otoritesinin sarsılmaya başladığını fark edip onlara hadlerini bildirmek için çeşitli girişimlerde bulunmuş, bunun üzerine dayak yemekten hoşlanmayan yoldaşları şimdi ona bir tuzak hazırlamıştır. Evde saldırdığı kadın aldığı darbeler sonucunda ölüp de Alex polisler tarafından yakalanınca, hayat artık eskisi kadar güzel görünmemeye başlar ona.
İnsanları evcilleştirmek ve onlara hadlerini bildirmek konusunda devletin bir modernist şair kadar yaratıcı davrandığı söylenebilir. Uyarladığı, yeniden canlandırdığı, ismini ve bağlamını değiştirdiği eski usullerin haddi hesabı yoktur. Bazı ülkelerde coplar, gaz bombaları ve yumruklarla dağıtmayı uygun gördüğü kalabalıklara İngiltere gibi başka bazı ülkelerde o kadar kolay dokunamaz. Polis bunun yerine ancak uzaktan seyrettiği göstericileri kameralar aracılığıyla tespit eder, mahkeme de üç buçuk sterlin değerinde bir büyük şişe su çalan yirmi üç yaşındaki bir öğrenciye altı ay hapis cezası verir. Özel mülkiyet ve kişisel güvenlik kutsal haklardır, bunlara dokunulamaz. İşlerin çığrından çıkmaya başladığını anlayan devlet, en iyi çözüm olarak şiddeti kategorik olarak ortadan kaldırmaya karar verir. Hapse düşen Alex?e çok sevdiği besteci Beethoven?ın ismine atıfla Ludovico Tekniği uygulanır. Günün çeşitli saatlerinde iğneler, özel haplar aracılığıyla uyuşturulacak, bir tekerlekli sandalyeyle götürüldüğü özel bir odada izlediği tecavüz, cinayet, soykırım sahneleriyle kötülüğünden arınacaktır. Bu bir şeytan çıkarma seansıdır ve akşam seansında izlediğimiz sinema filminde yaşadığımız deneyime de benzer. Şiddet mide bulandırıcı olmaya başladığında, bünyemiz onu kaldıramaz hale geldiğinde, Amerikalıların Nazi kamplarına diktikleri Bir Daha Asla yazılarının bir benzeri zihnimizde canlanır.
Peki bütün gün Nazilere dair filmler izleyip ?Bir Daha Asla? sözcüklerini tekrarlamak, kişiyi etik sorumluluklarından azat eden bir kurtuluş yöntemi midir? Burgess?in üç bölümlü romanının sonlarında olup bitenler, bir tür şiddetin beyin yıkayan bir başka şiddet yoluyla silinmesinin mümkün olmadığını bize hatırlatır. Hapisten çıktığında Alex eski çetesini çizginin diğer tarafında, üzerlerinde polis kıyafetleriyle, emniyet mensupları kılığında bulur. Roller kolayca değiştirilebilirse suçlu ve suçsuz kavramları büyük oranda tesadüfi bir mahiyete sahiptir; benim sana işkence yapan polis oluşum yarın onun bana işkence yapmasına neden olacak işleri yapmayacağım anlamına gelmez. İşkence sürekliliğini koruyacaktır ve her zaman bir polis ile bir suçlu olacaktır çünkü polis yasayı uygulayan makam olarak, çete ise yasanın dışında olan varlık şeklinde kendini tanımlar; bir yasa varsa, her zaman onun bir içi ve bir dışı olacaktır. Tıpkı daha önce şiddet uyguladıkları eski kurbanlarının Alex?le karşılaştıklarında yaptıkları gibi Alex?in şimdi yasallık zırhına bürünmüş eski yasadışı dostları da ona güzelce işkence yaparlar. Ve polis işkencesine uğramış bu zavallı dostumuz, aziz kardeşimiz, kendisini aynı akşam üzerinde EV yazan bir yerde bulur. Polis tarafından dövülüp bir yol kenarına atıldığını öğrenen ev sahibi onu içeriye buyur eder, güzelce besleyip devletin kurban ettiği bu çaresiz bireye yapılanları ifşa etmek üzere onu evinde ağırlar. Lakin birkaç sene evvel karısını elinden alan çetenin liderinin bu genç adam olduğunu hissetmeye başlaması hayra alamet değildir. Devletin intikam alan, şiddet uygulayan bir araç olmasına isyan eden muhalif, kişisel deneyimlerinden yola çıkarak bu küçük böceği üzerine basarak ezmek ister.

Göze göz, dişe diş
Alex’in dünyası karanlık bir dünyadır, 1960’larda yazılmış olsa da 70’lerin sonundan itibaren İngiltere’yi yöneten Margaret Thatcher’ın ülkesini akla getirir. Polis yoğun bir biçimde işkence uygulamaktadır ve göze göz, dişe diş diyordur. Kişisel mülkiyetin kutsallığı her şeyin üstünde tutuluyordur; görünüşte solcu olup devlet aygıtını reforma tabi tutmayı isteyenler, üzerleri ancak ince bir örtüyle kapatılmış siyasi liberallerdir. Kimse Alex’in müzik merakını önemsemez, oysa anladığımız kadarıyla Kıta Avrupası’nın müzik geleneğini yaşına göre gayet iyi bilmektedir. Rimbaud, Shelley gibi isimlere aşinadır. Üstelik öyle bir konuşma biçimi vardır ki insan onun bir rapçi olduğunu düşünebilir; hem İncil?in dilini hem de Elizabeth dönemi trajedilerinin ağdalı havasını kendi muzip buluşu olan sözcüklerle alaya alarak kullanır, Rusça ile İngilizce arasındaki gizli bir bölgede birleşip çoğalan bu ifadelerden oluşan dili, Nietzsche’yi onaylayacak bir biçimde, yazıdan çok müziktir. Salinger?ın Holden?ı gibi içten, Dickens?ın altı yaşındaki kahramanı Pip gibi çaresizdir. 1973 yılından bu yana Aziz Üstel?in harika çevirisiyle okuduğumuz ve Dost Körpe?nin yeni çevirisiyle bir kez daha sevdiğimiz Otomatik Portakal?da anlatılan üç yıl içinde Alex pek çok insana, adaletsizliğe ve olaya tanık olur, yaşadıkları sonucunda Hac yolculuğuna punk çağında çıkmış bir nevi Christian?a dönüşür. Burgess?in kendi deyimiyle ?Kennedy?ci bir son?a sahip olan kitap, son bölümüyle (yirmi birer bölümlük üç kısımdan oluşmaktadır) bize Alex?in mutluluk olasılığını haber verir. Ama Otomatik Portakal, daha çok okura ulaşıp Stanley Kubrick?in de ilgisini çektiği Amerika?da, dönemin ?Nixon?cı ruhu? yüzünden Alex?in iflah olmaz bir hergele olduğunu gösterecek biçimde sona erer, son kısım yirmi bir değil, yirmi bölümden oluşmaktadır. Muhafazakâr, elindeki kılıçla ilerici bölümü tek bir hamlede uçurmuş, şimdi de sosyal devlet ilkesi yerine göze göz, dişe diş ilkesini geri getirmek suretiyle affedilmez suçlar işleyen bu hergelelerin barınma ve özgürlük haklarını ellerinden almak için harekete geçmiştir. Diyeceğim o ki Alex, yayımlanışının ellinci yılını kutlamaya hazırladığımız maceraların, sevgili biraderim, bugün senin gibileri böcek gibi ezmeyi hayal edenleri rahatsız edecek derecede canlı ve eğlenceli ve kuvvetli hâlâ.

Kitabın Künyesi
Otomatik Portakal
Anthony Burgess
Çeviren: Dost Körpe
İş Bankası Kültür Yayınları
2011, 176 sayfa

Otomatik Portakal romanına ve filmine dair –  Seran Demiral
Roman yazıldığı yıllarda, geleceği anlatan bir disütopyaydı. Şu ansa, günümüze çok yakın, hatta büyük ölçüde yaşamakta olduğumuz olaylar bileşimi. yaşantıları şiddet ve seks kavramları (?) üzerine kurulu gençler, hava kararmadan evde olma çabası içindeki insanlar, gece çetelerin kol gezdiği, tek bir polisin bile umursamadığı sokaklar, girilen evler, çalınan eşyalar, ay üzerinde gezinen zengin insanlar, karamsarlık dolu yaşlılar ve onlara en ufak bir acıma dahi duymayan, duygularını yitirmiş gençler’

Olaylar 15 yaşında, zorunluluk sebepli okuluna giden, boş vaktinde 4 kişiden oluşan çetesini yöneten Alex tarafından anlatılıyor. Alex, kendi jenerasyonunun diğer mensupları gibi; çalan, çırpan, dövüşen, acımasızca tecavüze kalkışan bir genç oluşunun yanı sıra; yaşıtlarının hayatlarına tamamen saldırmış olan popüler müziğin aksine, Beethoven, Mozart, Handel, Bach gibi muhteşem müzisyenlerle hayat buluyor ve şiddet dolu sahnelere başta Beethoven olmak üzere aynı müzisyenlerin eserleri olan benzersiz senfoniler eşlik ediyor. zaten film ve roman boyu Alexin Ludwig van aşkı görülse de, sonunda Alex tek dostunun Ludwig van olduğunu ayrımsıyor, izleyici ve okuyucuysa müzik aşkının gerçekliğine ve gerçek aşk olma potansiyeline inanıyor.

Yaşanan dünyada özgürlük kavramı bile yozlaşmış. kanun yok ve herkes kendince yaşıyor. dünya üzerindeki canlıların insan olma bilincine eremeyişleri sonucu anarşizm kaos oluyor, kaos karmaşadan çıkıp kendi düzenini bulma çabasına giriyor ve özgürlük özgürlük olmaktan çıkıyor. Alex, sahte ve aşırılaşmasıyla tamamen sahteleşmiş özgürlüğünden bıkmış halde, büyük bir tatminsizlik içinde iyi ve kötü kavramları üzerine çeşitli yorumlarda bulunuyor fakat yine de kötüyü seçiyor. (dünyayı yeterince tanıyan herkesin yapmak zorunda bırakıldığı gibi.) filmde bu vaziyet pek de açık olmadığı için, izleyici Alex?in yaptıklarına anlam veremeyip her kötü vakadan onu ve arkadaşları sorumlu tutulabilir. bu kötü.

Bir gece, Alex ve çete arkadaşları kedileriyle yaşayan bir kadının evine giriyor soygun maksatlı. ancak kadın, Alex içeri girene dek polisi aramayı akıl ettiğinden polis geliyor, çocuklar olay yerini terk etme aşamasındayken ikisi hemen toz oluveriyor. Diğer elemansa, Alex?e duyduğu kıskançlıktan ötürü, sopasıyla saldırıyor Alex?e, gözünü geçici olarak kör ediyor ve akabinde kaçıyor. Böylece tutuklanıyor Aleximiz, 16 yıla mahkum ediliyor. O berbat hapishane ortamı, yazık ki fazla anlatılmamış filmde. zaten uzun olan filmi daha da uzatmamak için sanıyorum.

Henüz Alex?in mahkumiyetinin bir yılı dolmamışken, içişleri bakanı ziyaret ediyor hapishaneyi ve Pavlov kanunlarının uygulanacağı yeni bir kobay olarak seçiyor Alex?i ve tüm hikayenin can alıcı noktası başlıyor.

Verilen serumlar ve izletilen filmlerle beyni yıkanıyor Alex?in. Filmlerde izlediği ve eskiden hoşlandığı şeyleri yapmaması sağlanıyor. Fakat bunlar Alex?i şiddetten ve şiddet içeren seksüel eylemlerden uzaklaştırmanın yanında, Beethoven?in 9. senfonisinin bir nazi filminde gösterilmesi sonucu 9. senfoniyi de dinleyemez hale getiriyor. Çünkü tedavinin sonunda, aklına kötü bir şey geldiği an midesi bulanıyor, acı çekiyor ve kendini iyiyi düşünmeye zorluyor. İşte tam bu noktada, okuyucu ve izleyici büyük bir ikilem içerisine sürükleniyor. Alex hapishaneden kurtulma tutkusuyla seçimini başlangıçta yapıp kobay olmayı kabul ettiğinden geri dönüş şansı yok. Bu durumdaysa onun seçim özgürlüğü alınıyor elinden ve iyinin kölesi oluyor. Özgürce seçimini yaptığındaysa zaten kötünün yanında olacak. Durumdan hem hapishane hem dışişleri bakanı memnun. rahipse Alex?in sağ yanağına tokat atana sol yanağını çevir, doğrultusunda hareket etmek zorunda kalışına üzülüyor, bunun olması gerektiğine inansa da, Alex?in seçim hakkı olmayışı bizden önce onu sokuyor bu ikileme.

Sonrasındaysa zihinsel geri dönüşlerle yaratılmış olan bir kurgu söz konusu. hayatının daha önceki döneminde, yeniden, farklı zaman ve koşullarda, farklı rollerin iç içe geçişleriyle kimi insan ve ortamlarla karşılaşıyor Alex. Bu aşamada Burgess?in anlatımı okuyucuyu kimi zaman aptal yerine koyacak kadar açık olsa da, filmde izleyici sürekli beynini kendi kendine tazelemek zorunda bırakılıyor.

Geri geldiği yerlerden biri, daha önce evine saldırdığı, karısına tecavüz ettiği ve kendisini tekerlekli sandalyeye mahkum ettiği bir yazar. Ayrıca otomatik portakal adında bir kitabın da yazarı. Lakin bu da filmde açıkça işlenmediğinden, ismin otomatik portakal oluşunun sebebi de muğlakta kalıyor. Yazarın Alex?i tanıması, o dönem suratına takılı olan maske nedeniyle pek mümkün olmasa da, Alex?in evine saldıran malum çetenin başı olduğuna emin ve bu yüzden işkence maksatlı 9. senfoniyi dinletiyor Alex?e. (aslında bu kitapta 5. senfoniydi.)

Her yeri ağrıyan ve midesi bulanan fakat bir türlü kusamayan, eskiden taptığı fakat şu an duymanın hasta ettiği malum müzik eşliğinde intihara kalkışıyor zavallı Aleximiz ve başarılı olamıyor elbet. Hastanede geçirdiği süredeyse tam anlamıyla iyileşiyor, ilaçların etkisi gideriliyor, kötü şeyleri düşünür-yapar hale geliyor tekrar; Güliverini kurcalayıp duran beyaz önlüklü adam ve kadınlar vasıtasıyla.

Kitabın orijinal halinin devamı da vardır, Alex?in evlenip çocuğa çoluğa karışmasından da bahsedilir yine kendi ağzından fakat bu kısım filmde de, kitabın daha sonraki baskılarında da atılmış, iyi de yapılmıştır.

Filme yeniden dönecek olursak, hemen hemen tüm romanlardan elde edilen sinema uyarlamaları gibi kurgusal anlamda eksiklikler görülüyor. Zaten pek çok insan tarafından yanlış anlaşılmış olan Alex?i oynayan mc dowell, daha sonra da hoş olmayan rollerde yer alarak pek çok izleyicinin nefret ve tiksintisini tam anlamıyla kazanmıştır ayrıca. Halbuki zor olan kötüyü oynamaktır, cesaret ve kabiliyeti takdire şayandır.

Müzikleri zaten büyük ölçüde Beethoven şaheserleri olan film görsel anlamda kayda değer bir şey barındırmıyor. Kitaba oranla, karakterlerin dış görünüşü konusunda eksik kalan noktalar bile var. (yazıyı dört yıl evvel yazdığımda böyle düşünmüşüm… şimdi anımsıyorum da… hayır, görsel anlamda gayet iyiydi film. Kubrick üstad elinden geleni ardına koymamıştı!… Demek ki, eskiden zor beğeniyordum…)

Sonuç olarak, daha önce de belirttiğim üzere, mühim olan konu: bir insan kendine zarar vererek iyi olacağına, kötü olsun fakat özgür ve mutlu olabilsin, mantığıyla (!) beraber, başka binbir türlü fikri barındıran bu kitap ve film herkes tarafından bilinmeli, karamsarlığın dehlizlerinde yollarımızı kaybetmemek için uğraşmalı diyorum ben.?
Anthony Burgess ve hamile eşi 60 lı yıllarda Otomatik Portakal’da geçen türde bir serseri saldırısına maruz kalmışlar. Irzına geçilen genç kadın bebeğini düşürmüş ve sonradan da alkolizme yenilerek yaşamını yitirmiştir.

Kitap Stanley Kübrick tarafından filme alınmış ve İngiliz gençleri arasında şiddete ve ?kopya cinayetlere? neden olduğu için Kubrick tarafından gösterimden kaldırılmış.
Yaşam bir harikadır, – dedi doktor bey kutsallara özgü kalın, okşayıcı bir sesle: – Yaşam süreci, insan vücudundaki organların tümü, bunların çalışmaları, görev bölümü yapmaları bizlerin kavrayamayacağı denli karmaşıktır. Hangi birimiz doğanın bu gizemini çözümleyebiliriz? Doktor Brodsky gerçekten büyük bir ilim adamı. İblislerle, şeytanla işbirliği yapıp iyiliği yeryüzünden kaldırmaya çabalayan her sağlıklı vücut senin geçtiğin denemelerden geçince böylesine hastalanır, acı çeker. Şimdi sen sağlığına kavuşuyorsın. Topluma yararlı bir kişi olma yolundasın.

Anthony Burgess?in Hayatı

Asıl adı John Burgess Wilson olan yazar 1917’de İngiltere’de doğdu. Manchester Üniversitesi’nde İngiliz edebiyatı ve sesbilim öğrenimi gördü. Otuz yaşlarına kadar en büyük arzusu besteci olmaktı. Bir senfoni dahil, çok sayıda müzik eseri besteledi.
1940-46 arasında İngiliz ordusunda yer aldı, 1946-50 yılları arasında Birmingham Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak görev yaptı. 1954’ten 1959’a kadar Malaya ve Borneo’da Eğitim Bakanlığı görevlisi olarak çalıştı. 41 yaşında İngiltere’ye döndüğünde beyninde bir tümör olduğunu ve bir yıl içinde öleceğini öğrendi. Burgess o bir yıl içinde beş roman birden yazdı. Kendisine yanlış teşhis konulmuş olduğu anlaşıldıktan sonra da aynı hızla yazmayı sürdürdü. Aralarında Otomatik Portakal (Bilgi, 1996) adıyla Türkçe’ye çevrilmiş A Clockwork Orange, Nothing Like The Sun ve The Malayan Trilogy’nin de bulunduğu 16 roman, beş eleştiri kitabı, çeşitli senaryoları ve çok sayıda makalesi bulunmaktadır. Romancılığının yanı sıra gazetecilik, eleştirmenlik ve dilbilim çalışmaları da olan Burgess, çağdaş İngiliz edebiyatının en verimli yazarlarından biridir. Türkçe’de ayrıca Piyanoçalanlar (1996) adlı kitabının yanı sıra Altıkırkbeş tarafından yayımlanan Gizli Hava Müzesi (1995) adlı derlemede de bir öyküsü bulunmaktadır. Otomotik Portakal en tanınmış eseridir. 1971 yılında Ünlü yönetmen Stanley Kubrick tarafından filme de çekildi. 22 Kasım 1993 tarihinde yaşama gözlerini yumdu. (http://www.istegenc.com.tr)

Bir yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir