Özgür Düşünce ve Resmi Propaganda – Bertrand Russell

Özgür Düşünce ve Resmi Propaganda
(1922 Moncure Conway konferansı)

Bugün onuruna toplanmış olduğumuz Moncure Conway yaşamını iki amaca vakfekmişti: düşünce özgürlüğü ve bireyin özgürlüğü. O zamandan bu yana bu iki konuda bazı şeyler kazanılmış, ancak bazı şeyler de kaybedilmiştir. Geçmiş dönemlerdekinden biraz değişik şekillerde olmakla beraber bugün bazı yeni tehlikeler bu iki tür özgürlüğü tehdit etmektedir; ve bunları savunacak güçlü ve uyanık bir kamuoyu oluşturulamazsa, bundan yüz yıl kadar sonra, her iki özgürlükten de şimdikine göre çok daha azı kalmış olacaktır. Bu makalede yeni tehlikeleri vurgulamak ve onlarla nasıl başa çıkılacağını tartışmak istiyorum.

Önce, “özgür düşünce” ile ne kastettiğimizi açığa kavuşturmaya çalışalım.
Bu deyimin iki anlamı vardır. Dar anlamıyla, geleneksel dinsel
dogmaları kabul etmeyen düşünce demektir. Bu anlamda, hıristiyan veya
müslüman veya budist veya şintoist olmayan; ya da herhangi bir akideyi
benimsemiş bir topluluğun üyesi olmayan bir kimse “özgür düşünür”dür.
Hırıstiyan ülkelerde “özgür-düşünür” diye, Tanrı’ya kesin bir
şekilde inanmayan insana denir; ancak bu nitelik budist bir ülkede insanı
“özgür-düşünür” yapmaya yeterli değildir.

Bu anlamdaki özgür düşüncenin önemini küçümsemek istemiyorum. Ben şahsen
bilinen dinlerin hiç birini kabul etmem ve her tür dinsel
inancın giderek yok olmasını ümidederim. Dinsel inancın, sonuçta yarar
sağladığına inanmıyorum. Bazı zamanlarda ve bazı durumlarda birtakım
yararlı etkiler yapmış olduğunu kabul etmekle beraber, insan aklının
bebeklik dönemine, şimdi geride bırakmaya başladığımız bir evresine
ait olduğu kanısındayım.

“Özgür düşünce”nin bir de, daha da önemli bulduğum, daha geniş bir anlamı
vardır. Geleneksel dinlerin yol açtığı zararlar bu geniş anlamdaki özgür
düşünceyi engellemiş olmalarıyla bağıntılıdır. Bu geniş anlam, dar anlam
kadar kolaylıkla tanımlanamaz; özüne varmak için biraz zaman harcamak
yerinde olur.

“Özgür” olan bir şeyden söz ederken onun hangi şeyden özgür olduğunu
belirtmezsek söylediklerimizin taşıdığı anlam belirsizleşir. “Özgür” olan
şey veya kişi bir dış zorlamayla karşı karşıya değildir. Ne demek
istediğimize kesinlik kazandırmak için de bu dış zorlamanın ne
türden olduğunu belirtmemiz gerekir. O halde düşünce, çoğu zaman var olan
birtakım dış yönlendirici etkenlerden bağımsız ise özgür olur.

Düşüncenin özgür olabilmesi için yok olmaları gereken yönlendirici
etkenlerin bazıları kendilerini açıkça gösterirler; bazıları ise daha
yanıltıcı ve belirsiz, daha karmaşıktırlar.

En belirgin olanlarından başlayalım: bazı fikirleri benimsemek veya onlara
karşı olmak; ya da bazı konularda birşeye inandığımızı veya inanmadığımızı
dile getirmek ceza yaptırımlarına yol açıyorsa düşünce “özgür” değildir. Bu
ilkel tür özgürlük bile bugün çok az ülkede vardır. İngiltere’de,
küfür yasalarına göre, hırıstiyan dinine inançsızlığı dile getirmek yasalara
aykırıdır -her ne kadar uygulamada varlıklı kişiler için bu yasa işletilmese
de. İsa’nın pasif direniş konusundaki öğütlerini öğretmek de yasalara
aykırıdır. O halde, bir kimse eğer suçlu durumuna düşmek istemiyorsa, İsa’nın
öğretilerine inandığını kabul etmeli, ama bu öğretilerin ne olduğunu
söylemekten kaçınmalıdır.

Amerika’da hiç kimse anarşiye ve poligamiye karşı olduğunu kesin biçimde
beyan etmeden ülkeye giremez; girdikten sonra, komünizme inanmaktan
da vazgeçmesi gerekir. Japonya’da Mikado’nun tanrısallığına inanmamak yasaya
aykırıdır. Görülüyor ki dünya çevresinde yapılacak yolculuk tehlikeli bir
yolculuktur. Bir müslüman, bir Tolstoy yanlısı, bir bolşevik veya bir
hıristiyan bir yerde suçlu durumuna düşmeden veya önemli gerçekler
saydığı şeyler hakkında dilini tutmadan böyle bir yolculuk yapamaz. Doğaldır
ki bu kural yalnızca güverte yolcularına özgüdür; yoksa kamara yolcuları
istedikleri şeylere inanabilirler; yeter ki patavatsızca saldırılarda
bulunmasınlar.

Görülüyor ki, eğer düşünce özgür olacaksa bunun ilk koşulu düşünceyi
açıklamaya karşı konmuş olan yasal cezaların kaldırılmasıdır. Her ne
kadar çoğu öyle düşünmüyorsa da, büyük ülkelerin hiç biri henüz bu düzeye
erişmemiştir. Halen kovuşturma konusu olan fikirler topluma öylesine
korkunç ve ahlaksızca geliyor ki, genel hoşgörü ilkesinin onlar için geçerli
olması düşünülemez. Ancak bu Engizisyon işkencelerine yol açan bir bakış
açısının aynısıdır. Bir zamanlar protestanlık şimdiki bolşeviklik kadar günah
sayılıyordu. Bu söylediklerimden dolayı benim bir protestan ya da bolşevik
olduğum sonucunu lütfen çıkarmayınız.

Bütün bunlara karşın çağdaş dünyada yasal cezalar düşünce özgürlüğüne
engel olan şeylerin en önemsizidir. İki büyük engel ekonomik cezalar ve
kanıtların çarpıtılmasıdır. Eğer bir fikrin açıklanması insanın geçimini
kazanmasını olanaksız kılıyorsa düşüncenin özgür olmadığı açıktır. Eğer bir
tartışmada taraflardan birinin bütün argümanları sürekli olarak olabildiğince
çekici gösteriliyor, karşı tarafta olanlarınki ise ancak büyük çabalarla
ortaya konabiliyorsa, yine düşüncenin özgür olmadığı açıktır. Bu iki engel
özgürlüğün son sığınağı olan (ya da olmuş olan) Çin’in dışında, bildiğim
bütün büyük ülkelerde mevcut bulunuyor. Şimdi bu engeller üzerinde; bunların
günümüzdeki boyutları, büyüme olasılıkları ve hafifletilme olasılıkları
üzerinde durmak istiyorum.

Eğer düşünce inançlar arası rekabete açıksa, yani bütün inançlar açıkça
dile getirilebiliyor ve hiçbir yasal veya parasal çıkara ya da
kayba konu olmuyorsa düşünce özgürdür diyebiliriz. Bu, değişik nedenlerle,
tam olarak gerçekleşemeyecek bir idealdir; ama yine de, ona şimdi olduğundan
çok daha fazla yakınlaşma olanağı vardır.

Kendi yaşamımdaki üç olay, günümüz İngilteresinde, terazinin hırıstiyanlık
kefesinin nasıl ağır bastığını göstermeye yardım edecektir.
Bunlardan söz etmemin nedeni, çoğu kimsenin, agnostik (Maddi şeyler dışında,
Tanrı hakkında hiçbir şey bilinemeyeceği yolundaki düşünce sistemi. (Ç.N))
fikirlerini açıkça söyleyenlerin hala karşılaştıkları olumsuzlukların hiç
farkında olmamasıdır.

İlk olay yaşamımın ilk dönemlerine aittir. Babam bir özgür-düşünürdü. Ben
daha üç yaşındayken ölmüş. Boş-inanlara bağlı olmadan yetişmemi istediğinden
iki özgür-düşünürü bana vasi tayin etmiş. Ancak mahkeme onun vasiyetini bir
yana bırakıp benim hıristiyan inancına göre eğitilmemi sağlamış. Korkarım
sonuç beklendiği gibi olmadı; ancak bu yasanın suçu değildir. Eğer benim bir
İsa veya Muggleton yanlısı olarak, ya da Seventh Day Adventist (protestanlığın
bir mezhebinin İsanın dünyaya gelmesinin yakın olduğuna inanan kolu.)
olarak yetiştirilmemi isteseydi, ona engel olmak mahkemenin aklından bile geçmezdi.
Bir baba her türlü boş-inanın kendi ölümünden sonra çocuklarına aşılanmasına
izin verebilir; ama boş-inandan, olanak varsa, uzak tutulmalarını söylemeye
hakkı yoktur.

İkinci olay 1910’da oldu. O tarihte bir liberal olarak Parlamento
seçimlerine katılmak istedim. Parti yöneticileri de beni bir seçim bölgesi
için önerdiler. Liberaller Birliği’nde yaptığım konuşma olumlu karşılandı.
Bu durumda adaylığımın kabulü kesin görünüyordu. Ancak ben küçük bir parti
yetkili kurulu toplantısında agnostik olduğumu doğruladım. Bana bunun açığa
çıkıp çıkmayacağı sorulduğunda, duyulmasının olası olduğunu söyledim. Ara
sıra kiliseye gitmeye istekli olup olmayacağım soruldu; olmayacağımı söyledim.
Sonunda başka bir adayı seçtiler; o da beklendiği gibi seçimi kazandı. O
günden bu yana Parlemento’dadır ve şimdiki (1922) hükümetin de bir üyesidir.

Üçüncü olay bundan hemen sonra yer aldı. Cambridge Üniversitesi’nde Trinity
College’e okutman olarak çağrıldım; fellow olarak değil. Aradaki fark parasal
değildir. Fellow fakültenin yönetiminde söz sahibidir ve çok ağır ahlaki
suçlar dışında sözleşme süresince işten çıkarılamaz. Bana fellow’luk teklif
edilmemesinin nedeni dinci grubun, muhaliflerinin oylarının artmasını
istemeyişiydi. Sonunda, savaş konusundaki görüşlerimden hoşlanmayarak
1916’da işime son verdiler. Geçimim için okutmanlığa bağımlı olsaydım
açlıktan ölmüştüm.

Bu üç olay günümüz İngilteresinde bile özgür-düşünür olduğunu
açıklayanların karşılaştıkları çeşitli olumsuzlukları göz önüne sermektedir.
Özgür-düşünür olduğunu açığa vuran başka kimseler de, çoğu kez çok daha
ciddi nitelikte olan benzer olayların örneklerini verebilir. Açık
sonuç şudur ki, mali durumları iyi olmayan insanlar dinsel inançları
konusunda açık sözlü olmaya cesaret edemezler.

Kuşkusuz, özgürlüğün tam olmadığı tek alan, ve hatta başlıca alan, din ile
sınırlı değildir. Komünizm veya serbest aşk yanlısı bir inanç, kişiyi
agnostisizmden çok daha fazla engeller. Böyle görüşlere sahip olmak bir
kusurdur; lehlerindeki argümanları ortaya koymak ise çok daha güçtür.
Öte yandan, bunların olumlu ve olumsuz yönleri Rusya’da tam tersinedir;
ateist, komünist, özgür aşk yanlısı olduğunu beyan etmekle rahat bir
yaşama erişilir, güç kazanılır; bu görüşlere karşıt propaganda olanağı ise
hiç yoktur. Sonuçta, Rusya’dan bazı fanatikler aslında çok kuşku götüren
bazı önermelerin doğruluğundan kesinlikle emindirler. Bu arada, dünyanın
geri kalan bölümünde başka bazı fanatikler de aynı ölçüde kuşku götüren,
taban tabana zıt önermelerin doğruluğundan kesinlikle emindirler. Böyle bir
durumun, her iki tarafta da savaşı, öfkeyi ve zulmü körüklemesi kaçınılmaz
olmaktadır.

William James “inanma arzusu” konusunda öğütler vermiştir. Ben, şahsen
“kuşku duyma arzusu”nu öğütlemek isterdim. İnançlarımızın hiçbiri tam
olarak doğru sayılmaz; hepsinde en azından bir belirsizlik, bir hata gölgesi
mevcuttur. İnançlarımızdaki doğruluk payını artırma yöntemlerini
herkes bilir. Bunlar da, ilgili bütün tarafları dinlemek, konuya ilişkin
bütün olguları saptamaya çalışmak, karşıt görüşte olan kişilerle tartışarak
kendi önyargılarımızı kontrol altında tutmak ve yetersiz olduğu ortaya çıkan
herhangi bir hipotezi bir yana bırakmaya kendimizi alıştırmaktır. Bu
yöntemler bilimde uygulanmaktadır ve bilimsel bir bilgi birikimini
oluşturmakta başarılı olmuşlardır.

Bakış açısı gerçekten bilimsel olan bir bilim adamı günümüzde bilimsel
bilgi sayılan şeylerde, keşiflerin gelişmesiyle düzeltmelere gerek olacağını
tereddütsüz kabul eder. Ama yine de bu bilgi, tümüyle olmasa da, günlük
uygulamada yararlanma bakımından, gerçeğe yeterince yakındır. Gerçek
bilgiye en yakın şeylerin yalnız bilim alanında bulunabilmesine rağmen,
bilimcilerin tutumu kuşku doludur ve zamanla değişebilir.

Din ve politikada ise tam tersi söz konusudur; bilimsel bilgi denebilecek
hiç bir şey olmadığı halde, herkes dogmatik bir inanca sahip olmaya
kendini zorunlu hisseder ve bu inancın açlık, hapis, savaş pahasına
desteklenmesi ve farklı düşüncelerle tartışmalı rekabetten korunması
gerektiğine inanır. Eğer bu konularda insanlara geçici olarak agnostik
düşünce yapısı benimsetilebilseydi çağdaş dünyadaki kötülüklerin onda
dokuzuna çare bulunabilirdi. Savaşlar da olanaksız olurdu; çünkü her iki
taraf da hataların karşılıklı olduğunu görürdü. Zulüm sona ererdi. Eğitim
zihni daraltmayı değil, genişletmeyi amaçlardı.

Kişiler, yöneticilerin irrasyonel duygularını kabul ettikleri için değil, o
işin ehli oldukları için işe alınırlardı. Rasyonel kuşku tek başına, eğer
oluşturulabilseydi, kıyamet öncesinde geleceğine inanılan, İncil’deki bin
yıllık refah çağını getirmeye yeterli olabilirdi.

Son yıllarda, görecelik teorisi ve onun bütün dünyada gördüğü kabul, bize,
bilimsel kafanın doğası hakkında parlak bir örnek vermiştir. Savaş
karşıtı bir Alman-İsviçreli-musevi olan Einstein savaşın ilk yıllarında
Alman hükümetince araştırmacı profesör olarak atanmıştı. Onun güneş tutulması
hakkındaki hesaplamaları Ateşkes’ten hemen sonra, 1919’da, bir İngiliz gözlem
heyeti tarafından doğrulandı. Teorileri geleneksel fiziğin bütün teorik
yapısını altüst etti; geleneksel dinamiğe indirdiği darbe hemen hemen Darwin’in
Yaradılış’a indirdiği darbe ölçüsünde şiddetli oldu. Kanıtların da teorisini
desteklediğinin görülmesi üzerine bütün fizikçiler bu teoriyi hemen benimsediler.
Ancak bu fizikçilerin hiç biri, özellikle de Einstein’ın kendisi, onun
söylediklerinin bir son söz olduğunu iddia etmedi. Einstein, sonsuza kadar
ayakta kalacak bir dogma anıtı dikmedi. Çözemediği bazı sorunlar hala var.
Onun savları da, zamanı gelince, Newton’unkiler gibi, muhakkak
bazı değişikliklere uğrayacak. Bilimin gerçek tutumu da dogmatik olmayan bu
eleştirel yaklaşımdır.

Eğer Einstein din ve politika alanında, aynı ölçüde yeni olan birşeyler
öne sürseydi ne olurdu? İngilizler onun teorisinde Prusyalılık
öğeleri bulurlar, yahudi düşmanları buna bir siyonist entrika olarak bakarlar,
bütün ülkelerdeki milliyetçiler de bu teoride korkakça bir barışseverliğin
izlerini sezip onun askerlikten kaçmak için bir bahane olduğunu ilan
ederlerdi. Bütün eski kafalı profesörler ise, yazdıklarının yurda sokulmasını
yasaklatmak için Scotland Yard’a başvururdu. Onun tarafını tutan öğretmenler
işten atılırdı. Bütün bunlar olurken o da geri kalmış bir ülkenin hükümetini
ele geçirir, orada kendisininki dışında bir doktrin öğretilmesinin yasalara
aykırı sayılmasını sağlardı; böylece doktrini de kimsenin anlamadığı gizemli
bir dogmaya dönüşürdü.

En sonunda doktrinin doğru veya yanlış olduğu, yanında ve karşısında
toplanan yeni kanıtlarla değil, savaş alanlarında saptanırdı.
Bu yöntem William James’in, “inanma arzusu” kavramının mantıksal bir
sonucudur. Gerekli olan ise inanma arzusu değil, tam tersi olan öğrenme
arzusudur.

Eğer rasyonel kuşku koşulunun iyi bir şey olduğu kabul ediliyorsa, dünyada
bu kadar çok irrasyonel kesinliğin var olma nedenlerinin araştırılması büyük
önem kazanır. Bu kesinliğin büyük kısmı, normal insanda var olan irrasyonellikten
ve safdillilikten kaynaklanır. Ancak doğuştan var olan bu zihinsel ilk-günah
tohumu başka faktörlerce de beslenip geliştirilir. Bu faktörlerden üçü içlerinde
en etkili olanlarıdır: eğitim, propaganda, ekonomik baskı.

(1) Eğitim. Gelişmiş bütün ülkelerde ilk öğretim devletin sorumluluğundadır.
Öğretilenlerden bazılarının doğru olmadığı, onları düzenleyen yetkililerce
de bilinir. Yine birçoğunun yanlış olduğu, en azından kuşku götürür olduğu,
önyargısız herkes tarafından bilinir. Tarih eğitimini ele alalım.
Tarih ders kitaplarında her ulus yalnızca kendini yüceltmeyi amaçlar. Bir
kimse kendi yaşam öyküsünü yazarsa, ondan biraz alçakgönüllü olması
beklenir; ama bir ulus kendi yaşamını yazarken, övüncün ve aşırı kendini
beğenmişliğin artık sınırı yoktur. Benim çocukluğumda okul kitapları
Fransızların fesat, Almanların erdemli olduğunu öğretirdi; şimdi tam tersini
öğretiyorlar. Her iki durumda da gerçeğe en ufak bir saygı gösterilmemektedir.
Waterloo Savaşı hakkındaki Alman kitaplarında, Wellington’un (Wellington Dükü
(1769-1852): Napolyon’a karşı yapılan Waterloo Savaşı’nda İngiliz komutan,
general; daha sonra başbakan. (Ç.N.)) savaşı hemen hemen kaybettiği bir
sırada Blücher’in (Gebhard Leberecht von Blücher (1742-1819): Waterloo
Savaşında Prusyalı general. (Ç.N.)) gelip durumu kurtardığı anlatılır;
İngiliz kitaplarında da Blücher’in pek önemli bir rol oynamadığı. Bu İngiliz
ve Alman kitaplarının yazarları gerçeği söylemediklerini kendileri de
bilirler. Amerikan okul kitapları eskiden aşırı derecede İngiliz
karşıtıydılar; savaştan bu yana aynı ölçüde İngiliz yanlısı oldular.

Her iki durumda da amaçlanan şey gerçek değildi. Başlangıçta olduğu gibi
şimdilerde de amaç Birleşik Amerika’da karışık kökenli göçmen çocukları
kütlesini “iyi Amerikalı”ya dönüştürmek olmuştur. Bir “iyi Alman” veya bir
“iyi Japon” gibi, bir “iyi Amerikalı”nın da daha çok kötü bir insan olması
gerektiği kimsenin aklına gelmez. “İyi Amerikalı” dünyadaki en güzel ülkenin
Amerika olduğu ve her kavgada coşkuyla desteklenmesi gerektiği inancıyla
şişirilmiş bir kadın ya da bir erkektir. Bu önermelerin doğru olması da
pekala olasıdır; o zaman rasyonel hiç kimse ona karşı gelmez. Ancak, eğer
doğru iseler yalnız Amerika’da değil her yerde öğretilmelidirler. Bu tür
önermelere, yücelttikleri ülkeler dışında hiçbir yerde inanılmaması kuşku
uyandırıcı bir durumdur. Bu arada, bütün ülkelerde devlet mekanizmaları
savunmasız çocukların böyle saçma önermelere inandırılması yolunda
işletilmektedir. Bunun sonucu, bu çocukları doğruluk ve hak uğruna
savaştıkları sanısıyla, sinsi çıkarları korumak uğruna ölmeyi göze almaya
hazır yapmaktır.

Bu da eğitimi gerçek bilgi vermek yerine, insanların efendilerinin
arzularına boyun eğmesini sağlayacak şekilde düzenlemenin sayısız yollarından
birisidir. İlkokullarda inceden inceye düzenlenen bir kandırmaca sistemi
olmadan, demokrasinin kamuflajını korumak olanaksız olurdu.

Eğitim konusunu bitirmeden önce Amerika’dan bir örnek daha vereceğim.
-Amerika’nın öteki ülkelerden daha kötü olması nedeniyle değil; onun, en
çağdaş ülke olması ve oradaki tehlikelerin hafiflemek yerine ağırlaşma
eğilimi göstermeleri nedeniyle. New York eyaletinde, tümüyle özel sermaye
ile desteklense bile, eyalet izni alınmadan okul açılamaz. Yeni çıkan bir
yasa “iş başındaki hükümetlerin kuvvet, şiddet veya yasal olmayan yollar ile
düşürülmesini öğütleyen doktrinlerin öğretilmesine eğitim programları içinde
yer verdiği anlaşılan” hiç bir okula bu iznin verilmemesini hükme bağlamıştır.
The New Republic dergisi, iş başındaki hükümet derken, şu veya bu hükümet
diye bir sınırlama yapılmadığına dikkat çekmektedir. Bu nedenle, savaş
sırasında Kaiser hükümetinin güç kullanarak devrilmesini veya, daha sonra,
Sovyet hükümetine karşı Kolchak ve Denikin’in desteklenmesini öğreten
doktrin de, bu yasaya göre, illegal olacaktır. Bu tür sonuçlar,
kuşkusuz, amaçlanmamış, sadece kötü kaleme alınma yüzünden ortaya çıkmıştı.

Gerçekte neyin amaçlanmış olduğu, devlet okullarındaki
öğretmenlerle ilgili olarak aynı dönemde çıkarılan bir başka yasadan
anlaşılmaktadır. Bu yasa devlet okullarında öğretmenlik yapmak için gerekli
olan izin belgelerinin yalnızca “eyalet ve Birleşik Devletler hükümetlerine
sadık ve itaatkar” olduklarını tatmin edici bir şekilde kanıtlayan” kişilere
verileceğini; nerede ve ne koşulla olursa olsun “eyaletin ya da Birleşik
Devletler’in hükümet şeklinden farklı bir hükümet şeklini” savunanlara
verilmeyeceğini hükme bağlamaktadır. The New Republic dergisinde
yer alan alıntıya göre, bu yasaları hazırlayan komite “şimdiki sosyal
sistemi onaylamayan öğretmenin işe devam etmemesi” ve “sosyal değişiklik
teorilerine karşı koymaya amade olmayan kimselere, genç ve yaşlı insanları
vatandaşlık sorumluluğuna hazırlama görevinin emanet edilmemesi” kuralını
koymuştur.

Demek oluyor ki, New York eyaletinin bu yasasına göre, ne
İsa ne de George Washington, ahlaki yönden uygun kimselerdir. İsa New York’a
gidip “Küçük çocukların bana gelmesine izin verin,” deseydi New York
Okullar Yönetim Kurulu başkanından şu yanıtı alırdı: “Bayım, sosyal değişim
teorilerine karşı koymaya istekli olduğunuzun hiçbir kanıtını göremiyorum.
Üstelik bana söylendiğine göre siz, kendi deyiminizle, semavi
krallık diye bir şeyi savunuyormuşsunuz. Halbuki, Tanrı’ya şükürler olsun,
bu ülke bir cumhuriyettir. Görülüyor ki sizin semavi kırallığınızın hükümet
şekli New York eyaletininkinden esaslı şekilde farklıdır. Bu nedenle, hiçbir
çocuğun size gelmesine izin verilemez.” Eğer başkan böyle bir yanıt vermekte
kusur ederse, yasanın uygulanmasından sorumlu bir görevli olarak,
görevini yerine getirmemiş olurdu.

Bu tür yasaların etkileri çok ciddidir. New York eyaletindeki hükümet
şekli ve sosyal sistemin bu gezegende var olmuş olanlarının en iyisi
olduğunu kabul etsek bile, her ikisinin de daha iyi hale gelmesi olanaklı
olabilir. Çok aşikar olan bu savı kabul eden bir kişinin bir eyalet
okulunda öğretim yapması yasal olarak olanaksızdır. Görüldüğü gibi, yasa
öğretmenlerin ya iki yüzlü, ya da aptal olmalarını emretmektedir.
New York yasası otoritenin tek bir örgüt elinde toplanmasının giderek
artmakta olan tehlikesine bir örnek oluşturmaktadır; bu örgütün bir
devlet, bir vakıf ya da bir vakıflar federasyonu olması farketmez. Eğitim
konusunda otorite, benimsemediği doktrinlerin gençlerce duyulmasını
engelleyebilen devletin elindedir. Demokratik bir devletin halktan pek farkı
olmadığını düşünen kişilerin hala var olduğunu sanıyorum. Ancak bu bir
hayalden başka bir şey değildir.

Devlet değişik amaçlarla bir araya gelmiş olan ve statüko korunduğu sürece iyi bir gelir elde eden
çeşitli görevlilerden oluşan bir topluluktur. Statükoda isteyebilecekleri
tek değişiklik bürokrasinin genişlemesi ve gücünün artmasıdır. Bu nedenle,
örneğin savaşların yarattığı heyecanı fırsat bilip, kendilerine karşı
gelenleri açlığa mahkum etme hakkı da dahil olmak üzere, emirleri
altındaki kimseler üzerinde engizisyon benzeri güçler elde etmeleri
doğaldır. Zihinsel konularda, örneğin eğitimde, bu durum bir felakettir;
gelişme, özgürlük ve entellektüel girişim olanaklarını kökünden yok eder.
Bütün bunlar ilköğretimi tümüyle tek bir örgütün idaresine bırakmanın doğal
sonucudur.

Dinsel hoşgörüye, bir ölçüde erişilmiştir; çünkü artık insanlar dini
eskiden sanıldığı kadar önemli bulmamaya başlamışlardır. Bir zamanlar
dinin işgal ettiği yeri alan politika ve ekonomi alanlarında gittikçe artan,
ve şu veya bu parti ile sınırlı olmayan bir cezalandırma eğilimi başgöstermiştir.
Rusya’da düşünceye yapılan baskı bütün kapitalist ülkelerdekinden çok daha
ağırdır.

Petersburg’da, daha sonraları yoksulluktan ölen ünlü Rus ozanı Alexander
Block ile tanışmıştım. Bolşevikler onun estetik dersleri vermesine izin
vermişlerdi; ancak konuyu “Marx’çı bakış açısından” öğretmesi koşulundan
şikayet ediyordu.

Ritm teorisinin Markisizmle olan bir bağıntısını bulmakta zorlanıyordu;
yine de, açlıktan ölmemek için, elinden geleni yapmaya çalışmıştı. Doğal
olarak, bolşeviklerin iktidara gelmesini izleyen uzun yıllar boyunca
rejimlerinin temelini oluşturan dogmaları herhangi bir şekilde eleştiren
bir şey yayınlamak olanaksızdı.

Amerika ve Rusya örnekleri, varmakta olduğumuz sonucu bize açıkça
göstermektedir: insanlar politikanın önemi hakkındaki şimdiki fanatik
inançlarını devam ettirdikleri sürece, politik konularda özgür düşünce
olanaksızdır; Rusya’da olduğu gibi, özgürlük kısıtlamasının bütün öteki
alanlara yayılma tehlikesi çok büyüktür. Bizi bu felaketten ancak bir ölçüde
politik kuşkuculuk kurtarabilir.

Eğitimden sorumlu bürokratların gençlerin eğitilmesini arzuladıkları
sanılmamalıdır. Tersine, onların sorunları, zihinsel yetenek kazandırmaksızın,
sadece bilgi aktarmaktır. Eğitimin iki amacı olmalıdır: birincisi okuma-yazma,
dil bilgisi, matematik gibi alanlarda kesin bilgiler vermek; ikincisi de,
kendi başlarına bilgi edinmeye ve sağlıklı değerlendirme yapmaya olanak
veren zihinsel alışkanlıklar kazandırmaktır. Bunlardan birincisine bilgi,
ikincisine de zeka (intelligence) diyebiliriz. Bilginin gerek teorik gerek
pratik yararlılığı, bilinen birşeydir.

Okumuş bir halk olmadan modern devlet olanaksızdır. Ancak, zekanın sadece
teorik yararı olduğu, pratik bir yararı olmadığı kabul edilmektedir. Sıradan
kişilerin kendi başlarına düşünmeleri istenmez; çünkü düşünen insanları
yönetmek güçtür; yönetimde sorunlar çıkarırlar. Platon’un deyişiyle, yalnız
yöneticiler düşünmeli, geri kalanlar sadece itaat etmeli, koyun sürüsü gibi
liderlerini izlemelidirler. Bu doktrin, siyasal demokrasinin kabulünden sonra
da, çoğu kez bilinç-dışında varlığını sürdürmüş ve bütün ulusal eğitim
sistemlerini temelden sarsmıştır.

Zekayı geliştirmeden bilgi vermeyi en iyi başaran ülke çağdaş uygarlığa
son katılan ülke olan Japonya’dır. Japonya’daki ilköğretimin
eğitim açısından övgüye değer olduğu söylenir. Ancak, bilgi vermenin yanısıra,
Mikado’ya tapmayı öğretmek gibi bir başka amacı daha vardır; bu da, günümüzde
çağdaşlaşma öncesi Japonyasında olduğundan çok daha güçlü bir itikattır.
Böylece, okullar aynı zamanda hem bilgi vermek hem de boş-inanı geliştirmek
için kullanılmış olmaktadır. Biz Mikado’ya tapmaya pek hevesli olmadığımız
için, Japon eğitiminde nelerin abes olduğunu açıkça görebiliyoruz. Bizim
ulusal boş-inanlarımız bize doğal ve akla uygun geliyor. Bu nedenle onları
Japon boş-inanını değerlendirdiğimiz gibi değerlendirmiyoruz. Fakat, dünyayı
dolaşmış bir Japon, bizim okullarımızda, Mikado’nun tanrı olduğu inancı
kadar akla ters düşen boş-inanlar öğretildiğini söylerse, sanırım yerinde
bir gözlem yapmış olur.

Ben şimdilik bu duruma çare aramıyorum; sadece hastalığa bir tanı koymak
istiyorum. Eğitimin, rasyonalizmin ve düşünce özgürlüğünün
önündeki başlıca engellerden biri olması gibi paradoksal bir durumla karşı
karşıyayız. Bu durum, temel olarak devletin eğitim tekelini elinde
tutması yüzünden ortaya çıkmaktadır; ancak bu yegane neden değildir.

(2) Propaganda. Bizim eğitim sistemimiz okuyabilen, ancak çoğunlukla
olayları değerlendirmeyi ve bağımsız bir görüş edinmeyi beceremeyen gençler
yetiştirir. Daha sonra, bu genç insanlar, yaşamları süresince, onları her
türlü saçma önermelere inandırmaya yönelik ifadelerin saldırısına uğrarlar.
Örneğin Blanks’in hapları her türlü hastalığı iyileştirir; Spitzbergen
adaları sıcak ve verimlidir; Almanlar ölülerin cesetlerini yerler. Günümüz
politikacıları ve hükümetleri tarafından uygulandığı şekliyle
propaganda sanatı reklamcılık sanatından türemiştir. Psikoloji bilimi
reklamcılara çok şey borçludur. Bir insanın, kendi mallarının kusursuz
olduğunu ısrarla dile getirmekle birçok kişiyi onların kusursuz olduğuna
ikna etmesi, eskiden psikologlarca pek olanaklı sayılmazdı. Ancak, deneyimler
onların bu konuda yanıldıklarını ortaya koymaktadır.

Halkın topluca bulunduğu bir yerde ayağa kalkıp dünyadaki en alçakgönüllü
insan olduğumu bir kez söylesem herkes bana güler. Ama yeterince para
bulabilirsem, ve bu sözleri bütün otobüslerde tekrarlar, demiryolları boyunca
pankartlara geçirirsem; insanlar, çok geçmeden, benim reklamdan
anormal şekilde kaçınan bir kimse olduğuma inanmaya başlarlar. Küçük bir
dükkan sahibine “Karşıdaki rakibine dikkat et: senin müşterilerini çeliyor.
Dükkandan çıkıp yolun ortasında dursan ve o seni vurmadan sen onu vurmaya
çalışsan iyi olmaz mı?” desem, dükkan sahibi benim deli olduğumu düşünür.
Fakat aynı sözleri devlet bando eşliğinde ısrarla söylerse
küçük dükkan sahipleri gayrete gelirler; sonra da, işlerinin bozulduğunu
farkedip şaşırırlar.

Reklamcılarca başarılı olduğu saptanmış yöntemlerle yapılan propaganda,
şimdilerde, bütün gelişmiş ülkelerin yönetimlerince benimsenen yöntemlerden
biri haline gelmiştir; buna, özellikle de demokratik yollarla kamuoyu oluşturulmasında
başvurulur.

Propagandanın, şimdi uygulandığı şekliyle, birbirinden çok farklı iki
kötülüğü vardır. Bir kere, ciddi kanıtlar öne sürmekten çok, inançlarımızın
irrasyonel kaynaklarını harekete geçirir. İkinci olarak da, para veya güç
kullanarak en çok reklam yapana haksız bir üstünlük sağlar. Bana
gelince, ben propagandanın mantıktan çok duygulara hitap ettiği konusunun
gereğinden çok abartıldığını sanıyorum. Duygu ve mantık arasındaki çizgi
bazılarının düşündüğü kadar kesin değildir. Dahası, kurnaz bir adam,
benimsenme olanağı gördüğü herhangi bir konuda, o konu lehinde yeterince
rasyonel olan kanıtlar bulabilir.

Gerçek yaşamda karşılaşılan herhangi bir sorunda, lehte ve aleyhte geçerli
argümanlar her zaman öne sürülebilir. Gerçeğin göz göre göre saptırılmasına
haklı olarak karşı gelmek olanaklıdır; ancak gerçeğin saptırılmasına her
zaman gerek de olmayabilir. “Pears sabunu’ sözcükleri, hiçbirşey iddia
etmedikleri halde insanların bu sabunu satın almalarına neden olmaktadır.
Eğer bu sözcüklerin yazıldığı yerlere onların yerine “İşçi Partisi” yazılsa,
ilan parti lehine hiçbir iddiada bulunmadığı halde, milyonlarca insan İşçi
Partisine oy vermeye yönelir. Bir anlaşmazlıktaki karşıt taraflar, ünlü
mantıkçılardan oluşan bir komite tarafından uygun ve doğru oldukları
saptanan deyimler kullanmaya yasa emriyle zorlansalar bile, propagandanın
günümüzde uygulandığı şekliyle ortaya çıkan temel sakınca yine de var
olurdu. Böyle bir yasanın olduğunu ve aynı ölçüde geçerli önerileri ileri
süren iki partiden birinin propaganda giderleri için bir milyon sterlini,
ötekinin de yüz bin sterlini olduğunu varsayalım. Daha zengin olan partinin
lehindeki kanıtların yoksul olan partinin lehine olanlara göre daha geniş
bir kütle tarafından duyulacağı açıktır. Bu nedenle de kazanan, zengin parti
olacaktır. Doğaldır ki, partilerden birisi iktidarda ise bu durum
daha da belirgin olur. Rusya’da propaganda hemen tümüyle devlet tekelindedir;
ama bu gerekli de değildir. Eğer olağanüstü kötü bir durum yoksa,
rakiplerine karşı sahip olduğu avantaj onun kazanması için genellikle
yeterlidir.

Propagandaya yapılan itirazlar sadece onun, insanların irrasyonel
düşüncelerine seslenmesine değil, daha çok, zenginlere ve güçlülere haksız
avantajlar sağlamasına yöneliktir. Eğer gerçek düşünce özgürlüğü var olacaksa,
değişik görüşler arasında fırsat eşitliğinin olması da zorunludur;
fikirler arası fırsat eşitliği de ancak bu amaca yönelik titiz yasalarla
elde edilebilir. Bu yasaların çıkmasını beklemek için ise akla uygun hiçbir
neden yoktur. Çare, öncelikle böyle yasalarda değil, daha iyi bir eğitim ve
daha kuşkucu bir kamuoyunda aranmalıdır. Şimdilik çareler üzerinde
durmak istemiyorum.

(3) Ekonomik Baskı. Düşünce özgürlüğü önündeki bu engelin bazı yönlerini
daha önce ele almıştım. Şimdi, bu konuyu, önleyici önlemler alınmadığı
takdirde gittikçe büyüyen bir tehlike olarak, daha genel hatlarıyla ele
almak istiyorum. Düşünce özgürlüğüne karşı ekonomik baskı uygulamanın en
çarpıcı örneği Rusya’dır.

Rusya’da, çalışma anlaşması öncesinde devlet, düşüncelerini beğenmediği
kişileri açlığa mahkum edebilirdi; ve etti de, örneğin Kropotkin’i. (Rus
coğrafyacısı; anarşist) Ancak bu konuda Rusya öbür ülkelerden sadece
biraz daha baskındır. Fransa’da Dreyfus (Alfred Dreyfus (1859-1935): Vatana
ihanet suçuyla önce mahkum olan, sonra serbest bırakılıp hakları geri
verilen Fransız subay. (Ç.N)) davası sırasında herhangi bir
öğretmen başlangıçta Dreyfus yanlısı, işin sonunda da karşıtı ise işinden
olabilirdi. Günümüz Amerikasında Standard Petrol Şirketi’ni eleştiren bir
üniversite profesörünün, ne denli ünlü olursa olsun, iş bulabileceğini pek
sanmam. Çünkü bütün üniversite rektörleri Mr. Rockefeller’den ya mali destek
alır ya da almayı umar. Amerika’nın her yerinde sosyalistler damgalanmıştır
ve çok yetenekli değillerse, iş bulmaları son derece güçtür.

Sanayileşmenin iyice gelişmiş olduğu yerlerde kendini gösteren, tröstlerin
ve tekellerin bütün iş kollarını kontrol etme eğilimi işverenlerin sayıca
azalmasına yol açmaktadır. Sonuçta, büyük şirketlere boyun eğmeyen kişilerin
açlığa sürüklenmesini sağlayan gizli kara-defterler tutmak gittikçe
kolaylaşmaktadır. Tekellerin güçlenmesi Rusya’daki devlet sosyalizmine
ilişkin kötülüklerin birçoğunu Amerika’da da ortaya çıkarmaktadır. Tek
işverenin devlet veya bir tröst olması kişinin özgürlüğü açısından bir fark
yaratmaz.

Sanayileşmede en ileri ülke olan Amerika’da ve koşulları Amerika’dakilere
benzer olan öteki ülkelerde ise biraz daha az ölçüde olmak üzere,
sıradan bir vatandaş, eğer geçimini sağlamak istiyorsa bazı büyük adamların
düşmanlığını kazanmaktan kaçınmalıdır. Bu büyük adamların dinsel, siyasal,
ahlaki- bazı görüşleri vardır ve kendi çalışanlarının bunları kabul
etmelerini, en azından kabul etmiş görünmelerini beklerler. Hırıstiyanlığı
açıkça inkar eden, veya evlilik yasalarının biraz yumuşatılması gerektiğine
inanan, ya da büyük şirketlerin sahip oldukları güce karşı olan bir kişi için
Amerika, eğer çok ünlü bir yazar değilse, hiç de huzurlu bir ülke değildir.

Ekonomik örgütlenmenin uygulamada tekelleşme noktasına vardığı bütün
ülkelerde, düşünce özgürlüğü üzerinde aynı kısıtlamaların ortaya
çıkması kaçınılmazdır. Bu nedenle, gelişen dünyamızda özgürlüklerin
korunması, serbest rekabetin gerçekten var olduğu ondokuzuncu
yüzyıla göre çok daha güçtür. Aklın özgürlüğüne önem veren herkesin bu
durumla tam olarak ve içtenlikle yüzleşmesi; sanayileşme henüz başlangıç
çağındayken yeterli olan önlemlerin artık geçersiz olduğunu anlaması gerekir.
İki basit ilke, benimsendikleri takdirde, hemen hemen bütün sosyal sorunları
çözebilir. Birincisine göre eğitimin amaçlarından biri, insanlara, sadece
doğru olduklarına dair bazı mantıksal nedenler bulunan önermelere
inanmalarını öğretmek olmalıdır. İkincisi de, bir işe adam alınırken, sadece,
o işe uygun olup olmadığına bakılması gerekliliğidir.

Bunlardan önce ikincisini ele alalım: bir kimseye bir görev verilirken, ya
da o kişi bir işe alınırken onun dinsel, siyasal, ve ahlaki düşüncelerini
dikkate alma alışkanlığı, insanlara fikirlerinden dolayı zulmetmenin
çağdaş biçimidir; sonunda da Engizisyon kadar etkili olabilir. Eski
özgürlükler, yasal olarak var olsalar da hiçbir işe yaramazlar.
Eğer uygulamada bazı fikirler insanı açlığa mahkum ediyorsa, bu fikirlerinin
yasalarca cezalandırılmamaları pek zayıf bir tesellidir.
İngiltere Kilisesi’ne bağlı olmayan veya politikada alışılagelmişin biraz
dışında kalan fikirlere sahip insanların açlıktan ölmelerine
karşı toplumda, bir ölçüde duyarlık vardır.

Ancak ateistlerin, Mormonların, (1830’da Amerika’da kurulmuş bir dinsel
örgütün üyeleri. (Ç.N.)) aşırı komünistlerin, serbest aşkı savunan kişilerin
toplumdan dışlanmasına karşı toplumsal bir duyarlık yok gibidir. Böyle
kişilerin zararlı oldukları, onları işe almamanın doğal olduğu kabul edilir.
İleri derecede sanayileşmiş bir ülkede, böyle bir tutumun çok etkili bir
zulüm oluşturduğunu insanlar henüz pek farketmemektedirler.

Bu tehlike yeterince anlaşılırsa kamuoyunun harekete geçirilmesi, bir
kimsenin işe alınmasında onun inançlarının dikkate alınmaması sağlanabilir.
Azınlıkların korunmasının yaşamsal önemi vardır. Kurallara en bağlı
olanlarımız bile birgün kendilerini azınlıkta bulabilirler. O nedenle, çoğunluğun
zulmünün sınırlanmasında hepimizin yararı vardır. Kamuoyundan başka hiçbir
şey bu sorunu çözemez. Sosyalizm sorunu biraz daha belirgin hale getirir;
çünkü, ender de olsa, bazı işverenlerce sağlanabilen fırsatlar sosyalizmde
söz konusu değildir. Sanayi işletmelerinde gerçekleştirilen her büyüme,
bağımsız işveren sayısını azalttığından, durumu daha da kötüleştirir. Bu
konuda dinsel hoşgörü için verilen savaşla aynı türden bir savaş verilmelidir.
Fikirlerdeki sivriliklerin azalması bu savaşta da, öncekinde olduğu gibi,
belirleyici etken olabilir. İnsanlar katolikliğin veya protestanlığın mutlak
doğru olduğuna inanırlarken onlar uğruna zulüm yapmaktan kaçınmamışlardır.

İnsanlar, bulundukları çağda geçerli olan inanların doğruluğundan kuşkulanmadıkları
sürece, onlar uğruna zulüm de yaparlar. Hoşgörülü olmak için, teoride olmasa
da, uygulamada bir ölçüde kuşku gereklidir. Bu da bizi eğitimin amaçları
hakkındaki ikinci ilkeye götürür.

Eğer dünyada hoşgörü olacaksa, okullarda öğretilmesi gereken şeylerden
biri de, kanıtları değerlendirme alışkanlığı, doğru olduklarına
dair bir kanıt bulunmayan önermeleri olduğu gibi kabul etmeme alışkanlığı
olmalıdır. Örneğin, gazete okuma sanatı öğretilmelidir. Öğretmen, yıllar
önce geçmiş ve politik tartışmalara yol açmış olan bir olayı ele almalı;
çocuklara önce bir tarafı destekleyen gazetelerde yazılanları, sonra karşı
taraftakileri destekleyenlerin yazdıklarını, en sonra da gerçekten ne olup
bittiğini tarafsız bir şekilde aktaran yazıları okumalıdır. Deneyimli bir
okuyucunun her iki taraftaki önyargılı haberlerden gerçekte ne olduğunu
nasıl çıkarabileceğini göstermeli; gazetelerde yazılanların az veya çok
gerçek dışı olduğunu öğrencilerin anlamasını sağlamalıdır. Bu öğreti sonunda
edinilen kuşkuculuk, iyi niyetli insanların idealist yönlerine seslenen bu
türden soytarıların dalaverelerine karşı, ilerideki yıllarda öğrencilere
bağışıklık kazandıracaktır.

Tarih de buna benzer bir yöntemle öğretilmelidir. Örneğin, Napolyon’un
bütün çarpışmalarda perişan ettiği -resmi bültenlere göre Müttefiklerin Paris
surlarına dayanmasıyla Paris halkını şaşkınlığa uğratan 1813 ve 1814
seferleri Moniteur’den okutulmalıdır. Daha ileri sınıflarda, ölümden
korkmamayı öğretmek için, çocuklardan Trotsky’nin Lenin’e kaç kez
suikast düzenlediğini saymaları istenmelidir.

Son olarak da öğrencilere hükümetçe onaylanmış bir tarih kitabı verilmeli;
Fransızlarla yaptığımız savaşlar hakkında bir Fransız tarih
ders kitabında neler yazılmış olabileceğini tahmin etmeleri istenmelidir.
Bütün bunlar, bazı kişilerin kamu sorumluluğu aşılayabileceğini
sandığı, basmakalıp ahlaki sloganlardan çok daha iyi bir vatandaşlık
eğitimi sağlar.

Sanırım, dünyadaki kötülüklerin, akıl kullanmamak kadar ahlaki kusurlardan
da kaynaklandığını kabul etmek gerekiyor. Ancak insanoğlu ahlaki kusurları
giderecek bir yöntemi şimdiye kadar bulamamıştır; vaazlar ve öğütler
eski kötülükler listesine bir de ikiyüzlülüğün eklenmesinden başka bir işe
yaramamıştır. Buna karşılık, akıl kullanmak, işinin ehli her eğitimcinin
bildiği yöntemlerle kolayca geliştirilebilecek bir özelliktir. Bu nedenle,
erdemli olmayı öğretecek bir yöntem keşfedilinceye kadar,
ilerleme ahlaktan çok aklın geliştirilmesinde
aranmalıdır. Rasyonalizmin önündeki başlıca
engellerden biri de kolayca kandırılabilir olmak
ve bu anlamdaki bir saflıktır; bu da yaygın kandırma
yöntemlerinin öğretilmesiyle büyük ölçüde giderilebilir.
Günümüzde bu türden saflık eskiye göre çok daha önemli bir
illet haline gelmiştir ve büyük bir sakıncadır. Çünkü eğitimin
yaygınlaşmasıyla haber yaymak da çok daha kolaylaşmış; demokrasi
sayesinde yanlış haberler çıkarılması iktidardakiler için daha büyük bir
önem taşır olmuştur. Gazete tirajlarındaki artışın nedeni de budur.

Eğer, bu iki ilkenin, yani (1) işlerin insanlara yalnızca o işi yapma
yetilerine bakılarak verilmesi, (2) eğitimin insanları, kanıtı olmayan
önermelere inanma alışkanlığından kurtarmayı amaçlaması ilkelerinin bütün
dünyada kabulünün nasıl sağlanacağı sorulursa, bunun yalnızca aydın bir
kamuoyu oluşturulmasıyla gerçekleşebileceğini söyleyebilirim. Aydın bir
kamuoyu da ancak onun var olmasını isteyenlerin çabalarıyla oluşturulabilir.
Sosyalistlerin öne sürdükleri ekonomik değişikliklerin, söz etmekte olduğumuz
sakıncaları gidermek konusunda, kendi başlarına etkili olacaklarını
sanmıyorum. Kanımca kamuoyu, işverenin, işçisinin iş dışındaki yaşamına
karışmamasında ısrarlı olmadığı sürece, politikada ne olursa olsun, ekonomik
kalkınma düşünce özgürlüğünü daha da zorlaştıracaktır. Eğer istenirse,
eğitim özgürlüğü, devletin işlevini denetleme ve ödenek sağlama ile
sınırlayarak, denetimi de kesin şeylerin öğretimine hasretmekle kolaylıkla
sağlanabilir.

Ancak bugünkü koşullarda bu da, eğitimi kilisenin ellerine bırakmak demek
olur; çünkü, ne yazık ki, onların kendi inançlarını öğretme arzusu,
özgür-düşünürlerin kuşkularını öğretme arzusundan çok daha kuvvetlidir.
Ancak böyle bir uygulama yine de özgür bir ortam yaratır ve eğer gerçekten
isteniyorsa, açık fikirli bir eğitime olanak sağlar. Bundan fazlası da
yasalardan beklenmemelidir.

Bu makale boyunca bilimsel bakış açısının yaygınlaştırılması konusunu
savundum. Bu da, bilimsel sonuçların bilinmesinden çok farklı birşeydir.
Bilimsel görüş insanlığı yeni baştan şekillendirmeyi olanaklı kılar ve bütün
sıkıntılarımıza bir çıkış yolu sağlar. Makineleşme, zehirli gazlar,
çığırtkan basın gibi bilimin getirdiği bazı şeyler bütün uygarlığımızı yerle
bir edecek gibi görünüyor. Bu, bir Marslının aldırmadan gülümseyerek
seyredeceği bir çelişki olabilir; ancak, bizim için bir ölüm-kalım sorunudur.
Torunlarımızın daha mutlu bir dünyada mı yaşayacakları,
yoksa birbirlerini bilimsel yöntemlerle yokedip
insanlığın kaderini Papualılara mı bırakacakları,
bu sorunun çözümüne bağlıdır.

Bertrand Russell
Sorgulayan Denemeler
Çeviri: Nermin Arık
Say Yayınları

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir