erichÖZGÜRLÜK – BİR RUHBİLİMSEL SORUN MU?
Çağdaş Avrupa ve Amerikan tarihi, daha çok, insanları bağlamış olan siyasal, ekonomik ve tinsel kelepçelerden kurtulma çabalarını anlatır. Ezilenler, yeni özgürlükler isteyenler, savunacak ayrıcalıkları olanlara karşı özgürlük savaşı vermişlerdir. Bir sınıf, başkasının egemenliğinden kurtulup kendi öz bağımsızlığını elde etme savaşı verirken, kendisini, insanlığın özgürlüğü uğruna savaşan bir sınıf olarak görmüş, ve bu nedenle, bir ideal ortaya koymuş, ezilen bütün insanların içinde kök salmış özgürlük özlemini dile getirebilmişlerdir. Ancak, uzun ve nerdeyse sürekli özgürlük savaşında, bir dönemdeki baskıya karşı savaşan sınıflar, zafer kazanıldıktan ve savunulacak yeni ayrıcalıklar ortaya çıktıktan sonra, özgürlük düşmanlarının yanında yer almışlardır.

Özgürlük, birçok yenilgiye karşın, savaşlar kazanmıştır. Baskıya karşı savaşırken ölmenin, özgür olmaksızın yaşamaktan daha iyi olduğu inancıyla, bu savaşlarda pek çok insan ölmüştür. Bu türden bir ölüm, o insanın bireyselliğini en açık bir biçimde ortaya koyma şekliydi. Tarih, insanoğlunun kendi kendini yönetmesinin, kendi adına karar vermesinin ve uygun gördüğü şekilde düşünmesinin ve duymasının olanaklı olduğunu kanıtlıyordu sanki. Toplumsal gelişmenin, yolunda hızla ilerlemekte olduğu hedef, insanoğlunun gizil güçlerinin tam anlamıyla anlatım bulmasıydı. Ekonomik liberalizm, siyasal demokrasi, dinsel özerklik ve kişisel yaşamda bireycilik, özgürlük özleminin anlatımı haline geldi; bunlar aynı zamanda insanoğlunu özgürlüğü gerçekleştirmeye daha çok yaklaştırıyor gibiydi.
Bir bağın ardından bir diğeri koparıldı. İnsan, doğanın egemenliğini yıktı ve onun efendisi oldu; kilisenin egemenliğini, mutlakiyetçi devletin egemenliğini yıktı. Dış egemenliğin ortadan kaldırılması, o çok istenen ereğe -bireyin özgürlüğüne- ulaşmak için yalnızca gerekli değil, aynı zamanda yeterli koşul olarak görülüyordu.
Çoğu kişi, Birinci Dünya Savaşı’na son savaş, sonucunaysa özgürlüğün kesin zaferi gözüyle bakmıştı. Mevcut demokrasiler daha da güçlenmiş göründü, eski krallıkların yerini yeni demokrasiler aldı. Ne var ki, insanoğlunun, yüzyıllar süren savaşımı sonucu kazandığını sandığı her şeyi yokumsayan yeni sistemlerin ortaya çıkması için yalnızca birkaç yılın geçmesi gerekiyordu. İnsanların toplumsal ve kişisel yaşamlarını tümüyle ve de etkin olarak denetimi altına alan bu yeni sistemlerin özü, bir avuç insan dışında herkesin, kendilerinin denetleyemedikleri bir yetkeye boyun eğmelerine dayanıyordu.
Başlangıçta çoğu kişi, yetkeci dizgenin zaferinin, birkaç bireycinin çılgınlığı sonucu ortaya çıktığını ve bu çılgınlığın onları zaman içinde kendi düşüşlerine götüreceği düşüncesiyle avundu. Diğerleriyse, kendini beğenmiş havalarda, İtalyanların, ya da Almanların, yeterince uzun bir demokrasi deneyiminden yoksun olduklarını, bu yüzden de Batı demokrasilerinin siyasal olgunluğuna ulaşmalarını beklemek gerektiğini düşündü. Bir başka ortak, ve belki de tüm diğerlerinden tehlikeli olan yanılsamaya göreyse, Hitler gibiler, yalnız ve yalnız kurnazlık ve hileyle devlet aygıtının tümünü ele geçirmişler, onun üzerinde etki ve yetke sahibi olmuşlardı; bu insanlar ve onların uyduları, düpedüz zor kullanarak yönetiliyorlardı; bütün insanlarsa, ihanet ve terörün iradesiz nesnelerinden başka bir şey değildi.
O günden bu yana geçen yıllarda, bu savların boş sözler olduğu açıkça ortaya çıktı. Almanya’daki milyonların, özgürlüklerini başkalarının eline teslim etmede gösterdikleri istekliliğin, atalarının o özgürlüğü savunmada gösterdikleri isteklilikten az olmadığını kabul etmek zorunda bırakıldık; özgürlük istemek yerine, ondan kaçmanın yollarını aradıklarını gördük; diğer milyonlarca insanın kılını kıpırdatmadığını, özgürlüğü savunmayı, uğrunda savaşmaya ve ölmeye değer bir olgu olarak görmediğini kabul etmek zorunda kaldık. Ayrıca, demokrasi krizinin, yalnız ve yalnız İtalyanlara ya da Almanlara özgü bir sorun olmadığını, her çağdaş devletin bu sorunla karşı karşıya bulunduğunu da görüyoruz, insan özgürlüğü düşmanlarının hangi simgeyi seçtikleri de önemli değil; özgürlük, anti-faşizm uğruna saldırıya uğradığında, düpedüz faşizm(1) uğruna saldırıya uğradığı zamankinden daha az tehlikeye girmiş değildir.

Bu hakikat, John Dewey tarafından çok güçlü bir şekilde dile getirilmiştir, dolayısıyla, düşünceyi, onun sözleriyle aktarıyorum: “Demokrasimizin karşı karşıya bulunduğu tehlike,” diyor, “yabancı totaliter devletlerin varlığı değildir-yabancı ülkelerde, Liderce bağımlılığa zafer kazandıran ve kendi kişisel davranışlarımızda ve kurumlanmada var olan koşullar, en ciddi tehlikeyi oluşturmaktadır. Bu durumda savaş alanı da, kendi içimizde ve kendi kurumlarımızda buiunmaktadır”(2)
Faşizmle savaşmak için onu anlamak zorundayız, iyimser hayallerin bize bir yararı olmaz, iyimser görüşler dile getirmekse, bir Kızılderili yağmur dansı kuttöreni kadar yetersiz ve yararsız olacaktır. Faşizmin boy göstermesine ortam hazırlayan ekonomik ve toplumsal koşullar sorunundan başka, anlaşılması gereken bir insansal sorun da var. Bu kitabın amacı, çağdaş insanın kişilik yapısında bulunan ve faşist ülkelerde onu özgürlüğünden vazgeçirten etmenleri, kendi halkımız arasında da milyonlarca insanda çok belirgin bir şekilde varlık gösteren dinamik etmenleri çözümlemektir.
Özgürlüğün insansal yönüne, boyun eğme özlemine ve iktidar hırsına göz attığımızda, ortaya çıkan belli başlı sorular şunlardır: Bir insansal deneyim olarak özgürlük nedir? Özgürlük isteği, insan doğasında varolan bir şey midir? Kişinin içinde yaşadığı kültür ortamı ne olursa olsun, özgürlük, bütün insanlarda benzer şekilde mi yaşanır, yoksa belli bir toplumda ulaşılan bireyciliğin ölçüsüne bağlı olarak farklılık mı gösterir? Özgürlük, yalnızca dış baskının yokluğu mudur yoksa aynı zamanda bir şeyin varlığı mıdır ve eğer böyleyse, neyin varlığıdır? Toplumda, özgürlüğe kavuşma isteği yaratan toplumsal ve ekonomik etmenler nelerdir? Özgürlük, bir insanın kaldıramayacağı kadar ağır bir yük, kaçmaya çalıştığı bir şey haline gelebilir mi?

Nasıl oluyor da, özgürlük pek çok kişinin ulaşmak için can attığı bir amaç, ve çok kişi için de bir tehdit oluşturuyor?
Acaba, doğuştan gelen bir özgürlük isteğinden başka, güdüsel bir boyun eğme isteği de olamaz mı? Eğer bu istek yoksa, bugün birçok kişinin gösterdiği, “lidere hayranlık” olgusunu nasıl açıklayacağız? Boyun eğme, daima kamu önüne çıkmış, elle tutulur bir yetkeye mi yönelik, yoksa, görev bilinci gibi içselleşmiş yetkelere, içsel zorlanımlara ya da kamuoyu gibi anonim yetkelere boyun eğme de söz konusu mu? Boyun eğmek, kabullenmek ediminde gizli bir doyum var mı, varsa bunun özü nedir?
İnsanoğlunda, doymak bilmez bir iktidar hırsı yaratan şey nedir? Yaşamsal enerjilerinin gücü mü, yoksa temelde yaşamı kendiliğindenliği içinde, sevgiyle yaşama yetersizliği ve zayıflığı mı? Bu karşı durulması güç isteklerin gücünü oluşturan ruhbilimsel koşullar nelerdir? Bu ruhbilimsel koşulların dayandığı toplumsal koşullar nelerdir?
Özgürlüğün ve yetkecilik güçlerinin insansal yönlerinin çözümlenmesi, genel bir sorunu, yani ruhbilimsel etmenlerin, toplumsal süreç içersinde etkin güçler olarak oynadığı rolü ele almamızı gerektirmektedir; bu da sonunda bizi, toplumsal süreçteki ruhbilimsel, ekonomik ve ideolojik etmenler arasındaki karşılıklı etkileşim sorununa götürür. Faşizmin büyük uluslar üzerindeki çekicilik etkisini anlamak yönündeki her girişim, bizi, ruhbilimsel etmenlerin rolünü kabul etmek zorunda bırakacaktır. Çünkü burada, temelde ussal kişisel çıkar güçlerini değil, insanoğlunda var olmadığını ya da en azından uzun zaman önce ölmüş bulunduğunu sandığımız şeytani güçleri harekete geçiren bir siyasal dizge söz konusudur. Son yüzyıllar içinde, insanoğlunu, etkinlikleri, kişisel çıkarları ve bu çıkarlara uygun hareket etme yeteneğiyle belirlenmiş ussal bir varlık olarak göregeldik. İktidar hırsıyla düşmanlığı, insanoğlunun itici güçleri olarak kabul eden Hobbes gibi yazarlar bile, bu güçlerin varlığını kişisel çıkarların mantıksal bir sonucu olarak açıkladılar. Onlara göre, insanlar eşit olduğundan ve dolayısıyla aynı mutluluk anlayışını beslediklerinden, ve de herkesi aynı ölçüde doyurmaya yetecek kadar servet bulunmadığından, hali hazırda sahip olduklarının mutluluğunu gelecekte de yaşamayı güvence altına alma gücünü elde etmek amacıyla kaçınılmaz olarak birbirlerine karşı savaşacaklardı.
Ancak, Hobbes’un çizdiği tablo aşılmış, bu resmin modası geçmiştir. Orta sınıf bir önceki siyasal ya da dinsel yöneticilerin iktidarını yıkmada başarıya ulaştıkça, insanlar doğaya egemen olmada daha büyük adımlar atmışlar, ve daha çok sayıda milyonlarca birey ekonomik bağımsızlığına kavuştukça, daha çok sayıda insan, dünyayı ussal bir dünya, ve insanı, temel ussal varlık olarak görmeye başlamıştır. İnsan doğasının karanlık ve şeytansı güçleri, ortaçağların ve hatta tarihin daha da eski dönemlerinin sayfalarında bırakılmış, bu güçler, bilgisizlikle, ya da hain kralların ve rahiplerin kurnaz entrikalarıyla açıklanmıştır.
İnsan bu dönemlere, uzun zamandır tehlike olmaktan çıkan bir yanardağa bakar gibi bakıyordu. Kendini güvencede hissediyor, çağdaş demokrasinin başarılarının, bütün kötü güçleri silip süpürdüğüne inanıyordu; dünya, çağdaş bir kentin iyi aydınlatılmış sokakları gibi pırıl pırıl ve güvenliydi. Savaşlar, eski zamanların son kalıntıları olarak görülüyordu, savaşı sona erdirmek için bir tanecik savaş daha yapmak yeterliydi; ekonomik bunalımlar, düzenli olarak belli aralıklarla başa gelen kazalardı ama gene de yalnızca birer kazaydı.
Faşizm iktidara geldiğinde, insanların çoğu, gerek kuramsal ve gerek pratik açıdan hazırlıksızdı. İnsanoğlunun böylesine derin kötülük eğilimleri, böylesine büyük iktidar hırsı,
zayıfın haklarını böylesine yok sayma eğilimi, ya da böylesine büyük bir boyun eğme özlemi
taşıdığına inanamıyorlardı. Patlayacak olan volkanın homurtularının farkında olan sadece birkaç kişiydi. Nietzsche, ondokuzuncu yüzyılın tatlı iyimserliğini dürtükledi; Marx da bir başka yönde aynı işi yaptı. Bir başka uyarı daha sonra Freud’dan geldi. Aslına bakılırsa, Freud da çoğu izleyicileri de, toplumda olup bitenler konusunda çok saf düşünce ve görüşlere sahiptiler, ruhbilimin toplumsal sorunlara uygulanması konusundaki çoğu çalışmaları yanıltıcı çerçevelere oturtulmuştu; ama gene de, Freud, ilgisini tümüyle bireyin coşkusal ve zihinsel rahatsızlıkları görüngüsüne yöneltmekle, bizi volkanın tepesine götürdü ve bize, kaynamakta olan krateri gösterdi.
Freud, ilgileri, insan davranışının bazı bölümlerini oluşturan usdışı ve bilinçdışı güçlerin gözlenmesi ve çözümlenmesine yöneltmede kendisinden önce gelen herkesten daha derinlere indi. O ve onun çağdaş ruhbilimdeki izleyicileri çağdaş usçuluğun varlığını gözardı ettiği bir olguyu, insan doğasının usdışı ve bilinçdışı bölümünü örten perdeyi kaldırmakla kalmadılar; bu usdışı görüngünün, belli yasalara uyduğunu, dolayısıyla ussal olarak anlaşılabileceğini gösterdiler.
Freud bize düşlerin dilini anlamayı, insan davranışındaki usdışılıklardan başka ruhsal- bedensel belirtileri de kavramayı öğretti. Bireyin bütün bir kişilik yapısı gibi bu usdışılıkların da, kişinin, dış dünyada ve özellikle de erken çocukluk çağında yaşadığı etkilere gösterdiği tepkiden oluştuğunu ortaya koydu.
Ama Freud, kendi kültürünün ruhuna öylesine gömülmüştü ki, o kültürün koyduğu belli smırlann ötesine gidemezdi. Onun, hasta bireyi bile kavramasına engel oluşturan sınırlar, bizzat kendi kültürünün koyduğu sınırlardı; bunlar normal bireyi ve toplumsal yaşamda işleyen usdışı görüngüyü anlamasını olanaksız kıldılar.
Bu kitap, ruhbilimsel etmenlerin, toplumsal sürecin tamamı üzerindeki rolünü öne çıkardığından ve bu çözümleme, Freud’un temel buluşlarından bazılarına, özellikle de insan kişiliğinde bilinçaltı güçlerin işleyişi ve bunların dış etkilere bağlı oluşuyla ilgili buluşlara dayandırıldığından, okurun, daha işin başında yaklaşımımızın genel ilkelerinden bazılarıyla, bu yaklaşımla klasik Freudçu kavramlar (3) arasındaki belli başlı farkları bilmesi yararlı olacak sanıyorum.
Freud, insan doğasının kötülüğünü savunan geleneksel öğretiden başka, insanla toplum arasında bir temel karşıtlık olduğu yönündeki geleneksel inancı da kabul etmiştir. Ona göre insan, temelde toplum karşıtıdır. Toplum, onu ehlileştirmeli, biyolojik -ve dolayısıyla yok edilmesi olanaksız- dürtülerin şu ya da bu şekilde dolaysız olarak doyurulmasına izin vermelidir; ama toplumun asıl görevi, insanın temel tepilerini arıtmak, ve bunları ustaca denetlemektir. Toplumun doğal tepileri bu şekilde baskı altına almasının sonucu olarak mucizevi bir durum ortaya çıkar: baskı altına alınan itkiler, kültürel açıdan değer taşıyan ve gerçekleştirilmesi şiddetle arzulanan özlemlere dönüşür ve insanın kültür temeli haline gelir.

Baskının uygarlaşmış davranış haline gelmesi sonucunu yaratan bu garip dönüşüm için Freud, yücelme sözcüğünü seçmiştir. Baskı, yücelme yetisinden daha fazlaysa bireyler sinir hastası olmakta ve baskının azalmasına izin vermek gereği doğmaktadır. Ancak genelde, insan itkilerinin doyurulmasıyla kültür arasında çelişkili bir ilişki söz konusudur: baskı arttıkça kültür (ve de sinirsel rahatsızlıklar tehlikesi) artar. Freud’un kuramına göre bireyle toplum arasındaki ilişki temelde durağandır: birey hemen hemen aynı bireydir; ancak toplumun, doğal dürtülerine daha büyük baskı yaptığı (ve dolayısıyla daha fazla yücelmeyi zorunlu kıldığı), ya da daha fazla doyuma izin verdiği (yani kültürü feda ettiği) oranda değişebilir.
Kendisinden önce gelen ruhbilimcilerin kabul ettiği, insanın, temel dürtüleri denilen şey gibi, Freud’un insan doğası kavramı da temel olarak, çağdaş insanda görülecek olan en önemli itkilerin bir yansısıydı. Freud’a göre kendi kültürünün bireyi “insan”ı temsil ediyordu; çağdaş toplum insanının belirleyici özelliği olan tutkulara ve kaygılaraysa, insanın biyolojik yapısında kök salmış ezeli güçler gözüyle bakılıyordu.
Aslında, bu noktayı kanıtlayacak (bugün, çağdaş insanda kendini gösteren düşmansı/ığın toplumsal temeli olarak Oedipus karmaşası, kadınlarda hadım edilme karmaşası denen şey gibi) pek çok örnek gösterilebilir, ama ben, bir toplumsal varlık olarak bütün bir insan kavramını ilgilendirmesi açısından özellikle önemli bulduğum tek bir örnek daha vereceğim. Freud, daima bireyi başkalarıyla ilişkisi içinde ele alır. Ancak Freud’un anlattığı bu ilişkiler, kapitalist toplum bireyine özgü olan, kişinin başkalarıyla ekonomik ilişkileri olgusuna çok benzer. Her bir kişi her şeyden önce başkaları ile işbirliği içinde değil, bireysel olarak, yaptığı işin getirebileceği tehlikeleri tek başına göğüslemeyi göze alarak, kendisi için çalışır. Ama kişi, bir Robinson Crusoe değildir; müşteri gibi, işçi ya da işveren gibi başka kişilere gereksinimi vardır. Satın almak ve satmak durumundadır; almalı, vermelidir. Meta pazarı olsun, emek pazarı olsun, bu ilişkileri pazar düzenler. Dolayısıyla, her şeyden önce yalnız ve kendine yeterli olan birey, bir araç olarak, satın alma ve satma aracı olarak başkalarıyla ekonomik ilişkiye girer. Freud’un insan ilişkileri kavramı da temelde aynıdır: Birey, biyolojik olarak doğuştan sahip olduğu ve doyurulmak gereksinimi içinde bulunan itkilerle baştan ayağa donanmış görünmektedir.
Bunları doyurmak için, birey, diğer “nesneler” ile ilişkiye girer. Dolayısıyla diğer bireyler, her zaman için kişinin amacına ulaşmada kullanılan araçtır, amaç dediğimizse, bireyde, başkalarıyla temasa geçmeden önce doğan yoğun isteklerin doyurulmasıdır. Freud’un anladığı anlamda insan ilişkileri alanı, pazara benzemektedir – biyolojik olarak var olan gereksinimlerin doyurulması yönünde yapılan bir değiş tokuştur bu ve bu değiş tokuşta, bir başka bireyle olan ilişki, hiçbir zaman için bir amaç değil, her zaman için bir araçtır.
Bu kitapta sunulan çözümleme, Freud’un görüşünün tersine, ruh-bilimin temel sorununun, şu ya da bu güdüsel gereksinimin doyurulması ya da ortadan kaldırılması sorunu olmadığı, bireyin dünyayla belli bir anlamda ilişkili bulunması sorunu olduğu varsayımına dayandırılmıştır; ayrıca da, insanla toplum arasında ilişkinin durağan bir ilişki olmadığı noktasından hareket edilmiştir. Bir yanda doğanın belli itkilerle donattığı bir birey, öte yandaysa, ondan apayrı, bu doğal eğilimleri doyuran ya da bastıran bir toplum diye bir şey yoktur. Açlık, susuzluk, cinsellik gibi bütün insanlarda ortak olan bazı gereksinimler vardır gerçi ama sevgi ve nefret gibi, iktidar hırsı ve boyun eğme arzusu, duyusal zevkleri yaşama ya da yaşamaktan korkma gibi insanın kişiliğindeki farklılıkları oluşturan itkilerin hepsi de, toplumsal sürecin ürünleridir. İnsanoğlunun en güzel ve aynı zamanda en çirkin eğilimleri değişmez ve biyolojik olarak var olan insan doğasının bir parçası değildir, bunlar, insanoğlunu yaratan toplumsal sürecin sonuçlarıdır. Başka deyişle, toplumun yalnızca bir engelleyici, basımcı işlevi (gerçi bu da vardır ama) değil, aynı zamanda bir yaratıcı işlevi de vardır, insanın doğası, tutkuları ve kaygıları kültürel bir üründür; hatta, insanoğlunun, yazılı şekline tarih dediğimiz sürekli çabalarının en büyük başarısı ve en önemli yaratısı, bizzat insandır.
İnsanın tarihteki bu yaratılış sürecini anlamak, toplumsal ruh-bilimin görevidir. Neden bir tarihsel dönemden diğerine insanın kişiliğinde bazı kesin değişiklikler meydana gelmektedir? Rönesans ruhu neden ortaçağ ruhundan farklıdır? Tekelci kapitalizm insanının kişilik yapısı neden on dokuzuncu yüzyıl insanınınkinden farklıdır? Toplumsal ruhbilim, ister iyi, ister kötü olsun tüm yeni beceri ve deneyimlerinin ve yeni tutkularının nasıl varlık kazandığını açıklamak zorundadır.
Nitekim, örneğin Rönesans’tan günümüze dek insanlar ün tutkusuyla yanıp tutuşuyorlardı; oysa, bugün çok doğal kabul edilen bu özlem, ortaçağ toplumunda pek fazla görünmüyordu.(4) Aynı dönemde, insanlar daha önce tanımadıkları bir doğa güzelliği duygusu geliştirdiler.^) Gene, Kuzey Avrupa ülkelerinde, on altıncı yüzyıldan başlayarak, insanlar o dönemden önce özgür bir insanda bulunmayan tutkulu bir çalışma açlığı geliştirdiler.
Ama yalnız insan tarih tarafından değil, tarih de insan tarafından yaratılır. Bu çelişkili görünen durumun çözümü, toplumsal ruhbilimin alanını oluşturur.(6) Bu alanda yapılacak iş, yalnızca tutkuların, isteklerin, kaygıların, nasıl toplumsal sürecin sonucu olarak değişip geliştiğini açıklamak değil, bu gelişmenin sonucu olarak belli formlara giren insan enerjisinin nasıl toplumsal süreci biçimlendiren üretici güçler haline geldiğini de göstermektir. Nitekim, örneğin şiddetli bir ün ve basan sağlama isteği, çalışma itkisi olmasaydı, kapitalizm gelişmesine olanak sağlayan güçlerden yoksun olmuş olacaktı; bu ve diğer bazı insansal güçler olmasaydı, insanlar, çağdaş ticari ve sınai dizgenin toplumsal ve ekonomik gereklerine uygun davranma itilimi taşımayacaklardı.
Söylediklerimizden çıkan sonuca göre, bu kitapta sunulan görüşler, Freud’un tarihi, kendi içlerinde toplumsal olarak koşullandırılmamış ruhbilimsel güçlerin bir sonucu şeklinde yorumlayan görüşüyle büyük bir uyuşmazlık içinde olması bakımından, onunkilerden farklıdır. Bu görüşler, toplumsal süreçteki dinamik öğelerden biri olarak insan faktörünün rolünü dikkate almayan kuramlarıyla da büyük bir uyuşmazlık içindedir. Bu eleştiri, yalnızca, (Durkheim ve onun okulunun kuramları gibi ruhbilimsel sorunları toplumbilimden dışlamayı açık açık isteyen toplumbilimsel kuramlara değil, az çok davranışsal ruhbilim boyasına banılmış kuramlara da yöneltilmiştir. Bu kuramların hepsinde de insan doğasının kendi dinamizminin bulunmadığı ve ruhbilimsel değişimlerin, yeni kültür kalıplama bir uyarlanma şeklinde, yeni “alışkanlıkların gelişmesi çerçevesinde ele alınmasının gerektiği noktasından hareket edilmiştir.

Bu kuramlar, ruhbilimsel etmenden söz etmelerine karşın, aynı zamanda bu etmeni kültür kalıplarının bir gölgesine indirgemektedirler. Gerçi, değişmez bir insan doğası yoktur ama, insan doğasını sonsuz sayıda kalıba dökülebilen ve kendi ruhbilimsel dinamizmini geliştirmeksizin kendini her türden koşula uyarlayabilen bir şey olarak göremeyiz, insan doğası, tarihsel evrimin bir ürünüdür gerçi ama, doğuştan getirdiği belli mekanizmaları, yasaları bulunmaktadır, ve bunların ortaya çıkarılması, ruhbilimin görevidir.
Şu ana dek söylediklerimizin ve bundan sonra söyleyeceklerimizin tam olarak anlaşılması için uyarlanma kavramını tartışmak gerekli görünüyor. Bu tartışma ayrıca ruhbilimsel mekanizmalar ve yasalar gibi sözlerle neyi anlatmak istediğimizi de açıklığa kavuşturacaktır.
“Durağan” uyarlanmayla, “devingen”uyarlanmayı birbirinden ayırmak yararlı olacak. Durağan uyarlanma dediğimizde, bütün kişilik yapısının değişmezliğini koruyan ve yalnızca yeni bir alışkanlığa uyarlanmayı dile getiren bir “kalıplara uyarianma’dan söz ediyoruz. Çinliler gibi yemek yeme alışkanlığını bırakıp, Batılılar gibi çatal-bıçak kullanarak yeme alışkanlığı edinmek, bu türden bir uyarlanmaya örnek oluşturur. Amerika’ya gelen bir Çinli, kendini bu yeni kalıba uyarlar, ama tek başına bu uyarlanmanın, kişiliği üzerinde pek az bir etkisi vardır; yeni itkiler ya da kişilik özellikleri ortaya çıkarmaz.
Devingen uyarlanma derken, örneğin, bir çocuğun -tersini yapamayacak ölçüde korktuğundan- katı ve tehditkâr babasının buyruklarına uyarak “uslu” çocuk haline gelmesiyle gerçekleşen uyarlanmadan söz ediyoruz. Çocuk, kendisini durumun gereklerine uyarlarken içinde bir şey olur. Babasına karşı yoğun bir düşmanlık geliştirebilir – bunu dile getirmek ya da hatta bilincinde olmak bile çok tehlikeli olduğundan, bu düşmanlığı bastıracaktır. Ancak bu bastırılmış düşmanlık, dışa vurulmamış olmakla birlikte, onun kişilik yapısında devingen bir etmendir. Yeni kaygılar yaratıp daha da büyük boyun eğmeye yol açabilir; belli bir kişiye değil de daha çok genel olarak yaşama yöneltilmiş belli belirsiz bir meydan okuma, bir karşı olma durumu yaratabilir. Burada da, birinci durumda olduğu gibi bir birey, kendisini belli dışsal koşullara uyarlamaktadır, ama bu kez, bu türden uyarlanma onun içinde yeni bir şey yaratmakta, yeni itkiler, yeni kaygılar uyandırmaktadır.
Her sinirceli durum, bu devingen uyarlanmaya bir örnek oluşturur; bu, temelde, kendi içlerinde usdışı ve genel anlamda çocuğun gelişmesinde ve büyümesinde kötü etkileri olan (özellikle erken çocukluk çağındaki) dış koşullara bir uyarlanmadır. Gene aynı şekilde, toplumsal kümelerde güçlü, yıkıcı ya da sadistçe dürtülerin varlığı gibi nevrotik görüngüyle kıyaslanabilecek toplumsal-ruhbilimsel görüngüler de (bunlara neden nevrotik denmemesi gerektiği daha sonra tartışılacak) insanoğlunun gelişmesinde usdışı ve zararlı toplumsal koşullara devingen uyarlanmaya bir örnek oluştururlar.
Ne türden uyarlanmanın gerçekleştiği sorusundan başka sorular da yanıt beklemektedir: insanın kendisini hemen hemen akla gelebilecek bütün yaşam koşullarına uyarlamaya zorlayan şey nedir, insanın uyarlanabilirliğinin sınırları nelerdir?
Bu sorulara yanıt verirken, ele almak durumunda olduğumuz ilk görüngü, insan doğasında, diğerlerinden daha esnek ve uyarlanmaya daha elverişli belli bölümlerin bulunduğu görüngüsüdür. insanlar arasındaki ayrımları oluşturan şiddetli arzular ve kişilik özellikleri, büyük ölçüde esnektir, kalıba sokulabilirler. Sevgi, yıkıcılık, sadizm, boyun eğme eğilimi, iktidar hırsı, umursamazlık, kendini soyutlama, kendini büyütme isteği, tutumluluk tutkusu, duyusal zevkleri yaşama geçirme ve duyusallıktan korkma, bu özelliklerdendir, insanda bulunan bu ve daha birçok şiddetli arzu ve korkular, belli yaşam koşullarına birer tepki olarak gelişmektedirler. Bunlar özellikle esnek değildir, çünkü bir kere bir insanın kişiliğinin bir parçası haline geldiler mi, kolayca yok olmaz, ya da bir başka itkiye dönüşmezler. Ama bireylerin, özellikle çocukluklarında, kendilerini içinde buldukları yaşam şekli bütününe uygun olarak şu ya da bu gereksinimi geliştirmeleri anlamında esnektirler. Bu gereksinimlerin hiçbiri,. insan doğasında doğuştan var olan ve bütün koşullar altında gelişip doyurulmak durumunda olan özelliklermişçesine değişmez ve katı değildir.
Bunlardan farklı olarak, insan doğasının vazgeçilmez bir parçası olan ve zorunlu olarak doyurulmak durumunda bulunan başka gereksinimler, yani açlık, susuzluk, uyuma gereksinimi vb. gibi, insanın fiziksel yapısından kaynaklanan gereksinimler vardır. Bunların her biri için, doyurulmamanın dayanılmaz hale geldiği birer eşik vardır; bu eşik aşıldığında, gereksinimi doyurma eğilimi, çok güçlü, şiddetli bir istek niteliği gösterir. Bu fizyolojik olarak koşullandırılmış gereksinimler, kendini koruma gereksinimi kavramı içinde özetlenebilir.
Bu kendini koruma gereksinimi insan doğasının, bütün koşullar altında doyurulmak isteyen ve dolayısıyla, davranışının en birinci itici gücünü oluşturan parçasıdır.
Bunu basit bir şekilde açıklamak gerekirse: insanoğlu, yemek, içmek, uyumak, kendisini düşmanlara karşı korumak gibi zorunluluklar içindedir. Bütün bunları yapmak için çalışmak ve üretmek zorundadır. Ancak “iş”, genel ya da soyut bir şey değildir, iş, her zaman için somut çalışmadır, yani, belli bir ekonomik dizgede yapılan belli bir iştir. Bir insan feodal dizgede, bir köle olarak, bir Kızılderili pueb/osunda köylü olarak, kapitalist toplumda bağımsız bir işadamı olarak, çağdaş bir mağazada tezgahtar olarak, büyük bir fabrikanın uçsuz bucaksız yürüyen bantının başında işçi olarak çalışabilir. Bu değişik çalışma türleri, tümüyle farklı kişilik özellikleri gerektirir ve başkalarına karşı değişik türden ilgili ya da bağlı olma durumları yaratır. Bir insan doğduğunda, sahne hazırlanmıştır. Yemek ve içmek zorundadır, bundan dolayı da çalışmak zorundadır; bu da belli koşullar altında ve doğmuş olduğu toplum yapısı tarafından onun için belirlenen şekillerde çalışmak zorunda olduğu anlamına gelir, insandaki yaşama gereksinimi olsun, toplumsal dizge olsun, her iki etmen de temelde insanın birey olarak değiştiremeyeceği etmenlerdir, ve bunlar, daha büyük esneklik gösteren o öteki özelliklerin gelişmesini belirleyen etmenlerdir.
Böylece, birey için bir ekonomik dizgenin özelliklerine göre saptanan yaşam biçimi, bireyin bütün kişilik yapısının belirlenmesinde temel etmen haline gelir; çünkü kaçınılmaz bir gereksinim olan kendini koruma isteği, bireyi, içinde yaşamak durumunda olduğu koşullan kabul etmek zorunda bırakır. Bu, birey, diğer bireylerle birlikte, bazı ekonomik ve siyasal değişiklikleri etkilemeye çaba harcayamaz demek değildir; ancak kişiliği, her şeyden önce belli bir toplum ya da sınıfın tipik özelliklerini temsil eden ailesi kanalıyla daha çocukken karşılaştığı belli bir yaşam biçimi tarafından şekillendirilir.(7)

Fizyolojik olarak koşullandırılmış gereksinimler insan doğasında mutlaka var olması gereken tek gereksinimler toplamı değildir. Gene aynı ölçüde zorunlu, bedensel süreçlerden değil, insanoğlunun yaşam ve yaşama biçiminin özünden kaynaklanan bir bölüm daha vardır: Bu, kişinin kendi dışındaki dünyayla bağlantılı olması gereksinimi, yalnızlıktan kaçınma gereksinimidir. Fiziksel açlık nasıl bedeni ölüme götürürse, tümden yapayalnız ve soyutlanmış hissetmek de aynı şekilde insanın zihnini parçalanmaya götürür. Bu başkalarıyla ilişkili olmak, fiziksel temasla aynı şey değildir. Bir birey, uzun yıllar boyunca fiziksel anlamda yalnız olabilir, ama gene de fikirlerle, değerlerle ya da en azından ona bir birleşme ve “ait olma” duygusu veren toplumsal kalıplarla ilişkili olabilir. Öte yanda, insanlar arasında yaşayabilir ama gene de dayanılmaz bir soyutlanmışlık duygusuna kapılabilir, bu duygu, belli bir sının aşarsa, kişi, şizofrenik rahatsızlıkların anlatımı olan bir delilik durumu yaşamaya başlar. Bu değerlere, simgelere, kalıplara bağlılık yoksunluğuna, törel yalnızlık da diyebiliriz, ve törel yalnızlığın da tıpkı fiziksel yalnızlık kadar dayanılmaz olduğunu, ya da daha doğrusu, fiziksel yalnızlığın, ancak ve ancak, törel yalnızlığı da beraberinde taşıması halinde dayanılmaz olduğunu söyleyebiliriz. Dünyayla tinsel ilişki, çeşitli şekillerde kendini gösterebilir; Tanrıya inanan ve bir hücrede yaşayan keşiş, kendisini savaşçı yoldaşlarıyla bir hisseden, tecrit edilmiş siyasal tutuklu törel açıdan yalnız değillerdir. Garip bir ortamda smokin giyen İngiliz beyefendisi de, yoldaşlarından çok çok soyutlanmış olmasına karşın, ulusu ya da ulusun simgeleriyle kendini bir gören küçük-burjuva da törel açıdan yalnız değildir. Dünyayla kurulan bağ, soylu bir bağ da olabilir, önemsiz, değersiz bir bağ da; ne var ki, en değersiz bir kalıba bağlı olmak bile, yalnız olmaya kat kat yeğlenir. Din ve ulusalcılık, ya da ne kadar saçma ve aşağılayıcı olursa olsun herhangi bir gelenek, bireyle başkaları arasında bağ kuruyorsa, insanın en çok korktuğu şeyden, soyutlanmaktan kaçıp dört elle sarılacağı sığınaklardır.
Törel soyutlanmadan kaçınma yönündeki zorunlu gereksinimi, Balzac, Kaşifin Acısı adlı öyküsündeki şu bölümde çok iyi betimlemiştir:
Yalnızca bir şeyi öğren, henüz yoğrulabilir durumda olan aklına şunu iyice kazı: İnsanoğlunda büyük bir yalnızlık korkusu vardır. Yalnızlıklar içinde en korkuncu, törel yalnızlıktır, tik keşişler, Tanrıyla yaşadılar, dünyaların en kalabalığında, ruhlar dünyasında ömür sürdüler, ister keşiş olsun, ister bir mahpus, ister bir günahkar ya da alçak, serseri, insanoğlunun ilk düşüncesi, kendi yazgısını paylaşan bir arkadaşının olmasıdır. Yaşamın ta kendisi olan bu itkiyi doyurmak için, bütün gücünü, bütün kuvvetini yaşamının bütün enerjisini ortaya koyar. Bu çok güçlü istek olmasaydı Şeytan kendine arkadaş bulabilir miydi? Bu konuda Yitik Cennet’e başlangıç oluşturacak koca bir destan yazılabilir, çünkü Yitik Cennet, başkaldırının savunusundan başka bir şey değildir.
İnsanda, soyutlanma korkusunun neden böylesine güçlü olduğu sorusunu yanıtlamaya kalkmak, bizi, bu kitapta izlemekte olduğumuz yoldan çok uzaklara götürür. Ancak, okura, kişinin kendisini başkalarıyla bir hissetmesi gereksiniminin gizemli bir niteliği olduğu izlenimini vermemek için, bu sorunun yanıtının nerede yattığı konusundaki görüşümü belirteceğim.
Önemli öğelerden biri, insanın, başkalarıyla şu ya da bu işbirliği içinde olmaksızın yaşayamayacağı olgusudur. Aklın alabileceği her kültürde, insan, yaşamak için ister kendini düşmanlara ya da doğanın tehlikelerine karşı korumak amacıyla, ister çalışabilme ve üretebilme yetisi kazanmak amacıyla olsun, başkalarıyla işbirliği yapmak gereksinimini duyar Robinson Crusoe’nun yanında bile Cuma vardı; o olmasaydı, Robinson belki çıldırmakla kalmayacak, düpedüz ölecekti. Başkalarının yardımına olan bu gereksinimi, herkes çocukluğunda çok derinden duyar, insan yavrusunun yaşamsal işlevler konusunda, başkalarıyla iletiş m kurma konusunda kendi başının çaresine bakamayışı, yavru içil bir ölüm kalım meselesidir. Tek başına bırakılma olasılığı, kaçınılmaz olarak, çocuğun var oluşuna yönelik en ciddi, en büyük tehlikeyi oluşturur.
Ancak, “ait olma” gereksinimini böylesine zorunlu kılan bir öğe daha vardır: insanoğlunun, kendisini doğadan ve diğer insanlardan farklı bir bireysel varlık olarak görmesini, kendisinin farkına varmasını sağlayan düşünme yetisi yani öznel özbilinçlilik Bu farkındalığın derecesi insana göre değişir gerçi ama, bir sonraki bölümde açıklanacağı üzere, bu farkındalığın varlığı insanoğlunu, temelde insansal olan bir sorunla karşı karşıya bırakmaktadır: kendisinin, doğadan ve diğer insanlardan ayrı, farklı bir varlık olduğunun farkına varmakla, -çok belli belirsiz de olsa- ölümün, hastalığın, yaşlanmanın bilincine varmakla, kendi varlığının evren yanında ve “kendisi” olmayan tüm diğerleri yanında ne kadar önemsiz ve ne kadar küçük olduğunu kaçınılmaz olarak hisseder. Bir yere ait olmazsa, yaşamının bir anlamı ve yönü olmazsa, kendisini bir toz tanesi olarak duyumsayacak ve bu bireysel önemsizliğe kapılıp gidecektir. Yaşamına anlam ve yön verecek herhangi bir dizge ile kendisi arasında bir bağ kuramayacaktır, kuşkularla dolup taşacak, bu kuşkuysa giderek ondaki davranışlarda bulunma -yani yaşama- yetisini kötürüm edecektir.
Başka konuya geçmeden önce, toplumsal ruhbilim sorunlarına genel yaklaşımımızla ilgili olarak işaret ettiğimiz noktalan özetlemek yararlı olabilir, insan doğası ne biyolojik olarak önceden saptanmış ve doğuştan gelen itkiler toplamıdır, ne de kendisini güzel güzel uyarladığı kültür kalıplarının ölü bir gölgesidir; insan doğası, insan evriminin ürünüdür, ancak, aynı zamanda belirli işleyişleri ve yasaları içinde barındırır, insan doğasında belirlenmiş ve değiştirilmesi olanaksız bazı etmenler vardır: fizyolojik olarak koşullandırılmış itkilerin doyurulması gereksinimi ve soyutlanmayla törel yalnızlıktan sakınma gereksinimi. Bireyin belli bir topluma özgü üretim ve dağıtım dizgesinden kaynaklanan yaşam biçimini kabul etmek durumunda olduğunu görmüştük. Kültüre uyarlanma sürecinin dinamizmi içinde bireyin duygu ve davranışlarına yön veren bazı çok güçlü itkiler gelişir. Birey, bu itkilerin bilincinde olabilir ya da olmayabilir, ama her iki durumda da bunlar güçlüdür ve bir kez ortaya çıktılar mı, mutlaka doyurulmak isterler.
Ekonomik, ruhbilimsel ve ideolojik etmenlerin nasıl birbirlerini etkiledikleri ve bu karşılıklı etkileşimle ilgili olarak daha hangi genel sonuçların çıkarılabileceği, Reformasyon ve faşizmi
çözümlememiz sırasında ele alacağımız konular olacak.(8) Bu tartışma sürekli olarak bu kitabın ana teması etrafında yürütülecek: yani insan, diğer insanlarla ve doğayla başlangıçtaki birolma durumundan çıkması anlamında ne ölçüde özgürlük kazanırsa, o ölçüde “birey” haline gelir, ve sevgi ile üretken çalışmanın kendiliğindenliği içinde kendisini dünyayla birleştirmekten ya da bunu yapamaması durumunda, dünyayla arasında kendi özgürlüğünü ve bireysel benliğinin bütünlüğünü yok edecek bağlarla bir çeşit güvenlik arayışına girmekten başka çaresi yoktur.(9)

(1) Faşizm ya da yetkecilik terimini, Alman ya da İtalyan tipi diktatörlük dizgesini anlatmak için kullanıyorum. Özellikle Alman dizgesini söz konusu ettiğimde, Nazizm diyeceğim.
(2) John Dewey, Freedom and Culture (Özgürlük ve Kültür), G.P. Putnam’s Sons, New York, 1939. 22
(3) Freud’un kuramının temel sonuçlarına dayandırılmış olmakla birlikte, ondan pek çok önemli yönde ayrılan bir ruhçözümsel yaklaşım, Karen Horney’nin New Ways in Psychoanalysis (Ruhçözümlemede Yeni Yöntemler) (W.W.Norton & Company, New York, 1939) adlı kitabıyla, Harry Stack Sullivan’ın, Psychiatry dergisinde (1940, 3. Cilt, 1. sayı) yayımlanan Conceptions of Modern Psychiatry-The First William Alanson White Memorial Lectures (Çağdaş Psikiyatri Kavramları) başlıklı yazısında açıklanmıştır. Bu iki yazar birçok yönden birbirinden ayrılsa da, bu kitabımda sunulan görüş, her ikisinin görüşüne birçok yönden benzemektedir.
(4) Bkz. Jacob Burckhardt, The Civilization of the Renaissance in Italy (İtalya’da Rönesans Uygarlığı), The Macmillan Company, New York, 1921, s. 139 ve devamı.
(5) Aynı yapıt, s. 299 ve devamı.
(6) Bkz. toplumbilimci J. Dollard, K. Mannheim ve H.D. Lasswell’in, insanbilimci R. Benedict, J. Hallowell, R. Linton, M. Mead, E. Sapir’m katkılarıyla, A. Kardiner’in, ruhçözümsel kavramları insanbilime uygulaması.
(7) Bu sorunla ilgili olarak sık sık görülen bir karışıklığa karşı okuru uyarmak isterim. Bireyin yaşam biçiminin belirlenmesinde, bir toplumun ekonomik yapısı, kişilik gelişmesi için bir koşul görevi görür. Bu ekonomik koşullar, Rönesans’tan bu yana, Marx’ın temel kavramlarını anlayamayan bazı Marxcı yazarlara dek pek çok yazar tarafından insan davranışının egemen itici güçleri olarak görülen maddi servet arzusu gibi öznel ekonomik itici güçler’den tümüyle farklıdır. Aslında, kişiyi kuşatan maddi servet sahibi olma arzusu, yalnızca bazı kültürlere özgü bir gereksinimdir ve farklı ekonomik koşullar, maddi serveti hor gören ya da onu umursamayan kişilik özellikleri yaratabilir. Bu sorunu daha ayrıntılı olarak, Zeitschrift für Sozialforschunğ daki (Hirsch-feld, Leipzig, 1932, Cilt I, s. 28 ve devamı) UberMethode und Aufgabe einerarıalytischen Sozial-psychologie”başlıklı yazımda tartışmıştım.
(8) Ruhbilimsel ve sosyo-ekonomik güçler arasındaki karşılıklı ilişkinin genel özelliklerini daha ayrıntılı olarak Ek bölümünde tartışacağız
(9) Bu elyazmasının tamamlanmasından sonra, R.N. Anschen tarafından tasarlanan ve derlenen Freedom, Its Meaning (Özgürlük, Anlamı) adlı kitapta (Harcourt, Brace & Co., New York, 1940.) özgürlüğün değişik yönleri ortaya konuldu. Burada özellikle H. Bergson, J. Dewey, R. M. Maclver, K. Riezler, P. Tillich tarafından hazırlanan bildirileri anmak isterim. Ayrıca bkz. Cari Steuermann, Der Mensch auf der Fluent (Kaçış İnsanları), S.Fischer, Berlin, 1932.

Özgürlükten Kaçış
Erich Fromm
Çeviren; Şemsa Yeğin

Previous Story

Adalet ve özgürlük idealleri olmaksızın insanlık yaşayabilir mi? Tuhaf Zamanlar – Eric Hobsbawm

Next Story

Çok olmadığımız kesin / çok olan tarafta değiliz / çok olan tarafta olmayacağız

Latest from Erich Fromm

Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ