Paris : Salon Du Livre, Mart 2013 – M. Şehmus Güzel

« Ayakta ölmek ». Evet evet konuşurken, yürürken, otururken, yazı yazarken, işte örneğin tam da şu satırları oluştururken, « Bana müsâade » demeye bile fırsat bulamadan aniden çekip gitmek. En iyisinin, en hakedilmişinin böylesine bir ayrılış olduğunu bilenlerin, gidip gelemeyenlerin ama olup bitenleri yine de şu veya bu biçimde « bu tarafa » aktaranların yalancısıyım. Evet ayakta ölmek. Acı çekmeden. Kimseleri incitmeden. « Tam da öyle oldu Hocam, babamla her zamanki gibi sabahın onbuçuğunda çay içtik, sohbet ederken saat onikide nefes darlığı çekmeye başladı, doktor, hastane derken, saat 14?de aramızdan ayrıldı. 77 yaşındaydı. Bizi böylesine terketmesi üzerine babamı tanıyanlar, ?İyi adamdı, kimseye hiç bir kötülük yapmadığı için ayakta öldü, acı çekmedi? dediler. Yine onların anlattığına göre, başkalarına kötülük yapanlar, kötülük adamları yani, böylesine kolay, acısız, dertsiz ölümle tanışamazmışlar, ölmeden önce aylarca, kimi kez yıllarca acı çekerler, dertlerine yeni dertler eklenir, analarından emdikleri süt burunlarından gelir sonra ?Haydi anca gidersin !? diye mühür alnının ortasına vurulur ve postalanırlarmış ? »

Bunları bana Yüksel anlattı. Yüksel kendi halinde yaşar, arada bir şiir yazar, ama kimseyle paylaşmaz. Peki kötülük adamları kimler ola ? Son on yıllarda haddi ve hesabı bile artık tutulamayan oranlarda artan işten çıkarmalarda rol oynayanlar en başta. Hele hele bir emekçinin, bir ücretlinin, bir memurun, bir çalışanın kadın, erkek ve çocuğun işinden olmasına, ekmek kapısının kapanmasına yol açanlar veya bu işi bizzat yapanlar. Öğrencisine objektif kurallar yerine subjektif değerlendirmeleriyle hakedilmemiş not veren öğretmenler, öğretim üyeleri, « bilim » kadın ve adamları. Bunların ve benzerlerinin tümü ayakta ölemeyeceklermiş, çok çekecek, başabela dertlerden sonra ancak gideceklermiş. Gidebilirlerse. Kesinlikle çok sürüneceklermiş.

Ben masumum ve burada sadece bilenlerin bana anlattıklarını aktarıyorum. Bunlara inanmak veya inanmamak size kalıyor. Ama yine de aklınızda bulunsun. Hayat çünkü öyle kolay kolay da yaşanmıyor. Bu iş uzun sürebilir, o nedenle tedbiri elden bırakmayınız ve kötülük yapmayınız diye bir tavsiyeme de lütfen izin veriniz. Yaşanmışlıklar bunu dedirtiyor. Kötülük yapanlar varsa hemen vazgeçsinler. Çünkü kötülüğün neresinden dönerseniz o kadar iyidir. Ve ayakta ölmek için ön sıraları alabilirsiniz.

Bunları ölümle hiç bir alışverişimizin olmadığı bir 25 mart günü öğleden sonrasında Salon du Livre?de dolaşırken konuşuyorum. Yüksel?le. Aslında bir bölümünü daha sonra kendi ke(n)dimle de konuştum ve konuştuklarımın tümünü size aktarmak istedim. İşin özü burada : İki hayattansan bir hayat yeter. Bu hayatta işte ve bilhassa kitap okumayı terslememeliyiz. Kitapsız hayat olamaz. Kitap aşkı ilkokul dörtte veya ortaokul ikide başlayabilir. Çok daha geç te başlayabilir. Önemli olan başlaması da değildir : Hiç bitmemesidir. Bunu fakültelerden diplomalarını aldıklarından sonra kitap okumayı unutanlar, hatta okumayı bile unutanlar ve geçmiş yıllarından kalmış kitaplarına taş devri kalıntıları gibi bakanlar için yazıyorum. Evet okuma aşkı ilkokul dörtte veya ortakokul ikide veya daha geç başlar ve sürer/sürmelidir/sürmezseişeyaramaz.

Kitapla, kitap okumakla yaşam daha güzelleşir. Yeni ülkeler, kimi kurgusal dünyalar, yeni insanlar, kadınlar, erkekler ve çocuklar tanımak olanağımız da artar. Hem kitaplarda yazılanlar hem de kitapları yazanlar arkadaşlarımız olabilirler, bizlerle dolaşabilirler. He kurban, iki gözüm sen de gel, sen de katıl bize.

İşte örneği : Türkiye ile aynı denizi paylaşan, kuzeybatıdaki, biraz uzaktaki ama yine de yakın komşumuz Romanya?dan yazarlar ve yarattıkları kahramanları. Paris?teki Kitap Fuarı?nın bu yılki onur konuğu ülke Romanya olunca Romanya?dan gelen birçok yazarı ve eserlerini tanımak olanağı bulduk. Aralarında geçmiş zamanlarda ve kimi için günümüzde bile fabrika işçisi (Radu Aldulescu), mülteci olarak sığındığı ülkede troleybüs şöförlüğü yapan (Marius Daniel Popescu), edebiyatta postmodernizmin temsilciliğine soyunan (ama bir türlü bir daha giyinemeyen, Mircea Cartarescu), « paradoksal nostalji » kavramının yaratıcısı (Dan Lungu, Comment Oublier Une Femme isimli kitabını bir kadın nasıl unutulur derslerine iyi hazırlanmak isteyenlere tavsiye ederim, hemen) günümüzde bakan (evet evet Bakan ! İsmi işte iki satır aşağıda), eskiden bakan (Andrei Pleşu), Romanya Ermenileri temsilcisi olan (Varujan Vosganian, aynı zamanda Ekonomi Bakanı) da var. Şirin kadınlar (Adina Rosetti Deadline kitabıyla süksesi fena değil, anlattıklarıyla günümüze ayna, çok genç yazar İleana Surducan) ve kendilerini bir parça beğenmiş (artık o kadar da olacak) erkekler : Kolay mı ? Baksanıza adam koskoca Paris Kitap Fuarı?nda fiyaka yapabiliyor.

M.Şehmus Güzel. Fotoğraf: Y. Celgin

Romanya Fransızca konuşan ülkeler arasında en başta gelenlerden biri. Bu pek az bilinen mesele Romanya ile Fransa arasında öteden beri sıkı ve düzenli, yeraltı ve yerüstü ilişkinin de ip uçlarını veriyor. Tristan Tzara?dan söz edebiliriz burada örneğin. Da da da dadada dada diyerek Romanya?dan İsviçre?ye oradan Paris?e kadar gelmiştir. Sürrealizmin öncüllerindendir. Sonra « umutsuzluk » felsefesinin yazımda umutsuz, gerçek yaşamda tam tersine şen ve şakrak ama yoksulluk içinde yaşamayı da bir tür bilgelik biçimine ve neredeyse bir sanat dalına çeviren iki dirhem bir çekirdek giyinmeyi asla ihmal etmeyen Cioran. « Doğumun tersliği/yersizliği » üzerinde ahkam kesen, «Yaşamın ölümü yeneceğini » söylemeyi ihmal etmeyen ama intiharı da yazılarında bir « çıkar yol » gibi sunan Cioran. Sonra Mircea Eliade, Benjamin Fondane, aman sakın unutmayalım çünkü beklerken bakarsınız gelip sesini bile çıkarmadan geçip gidebilir : İonescu. Ve öykü ya da kısa anlatı deyince ilk akla gelenlerden ama Fransa serüveni epey dertli hayatı verem üzerine kurulu bomba Panait İstrati. Hani bizde de çok iyi tanan Panait İstrati. Yahu diyorum ya İstrati : « Balkanlar?ın Gorki?si ». Anası Rumen babası Yunanlı şaki. Romain Rolland?ı keşfedince hayatının rengini ve yönünü değiştiren ve Fransızca yazan İstrati. Nice, Paris, Bükreş arasında mekik dokuyan. Moskova?yı zamanında ziyaret eden ve durumu ilk anlayanlardan İstrati. Varlık Yayınları sayesinde daha ilkokul sıralarında okumak şansını bulduğumuz Panait İstrati. Yeniden ve yeniden okunmayı hakeden eserlerini çatıkatlarından, tavanaralarından indirmenin, tozunu almanın ve yeniden okumanın tam sırasıdır. Ve daha niceleri Romanya dünyası ile Fransa arasında köprüleri kurmuştur ve bu köprülerden pek çok insan geçmiştir. Tarihi ve dilsel iç ve derin ilişkiler sonucu kimi, örneğin Tzara, İstrati önce bir İsviçre?ye de uğramıştır. Ama kaldırımlarında ve sokaklarına bal dök de yala ve bankalardan başkası cansız bu dağ ve köylük ülkede fazla zaman harcamadan « Işık-Kent »e kapağı atmışlardır. Ve andıklarımın herbiri kendi alanında isim ve iz bırakmıştır. Paris sokakları anlatıyorlar. Sokaklar susunca demir levhalar konuşuyor. Tzara, Cioran, İonescu, İstrati isimleri otobüs duraklarında, metro istasyonlarında, tramvaylarda pat diye karşısımıza çıkıp sobeleyebilirler. Elim sende. İsimleri geçenlerin tümü işi fazla uzatmadan çünkü gerekeni yazmayı ve söylemeyi bilmişlerdir. Bu konuda Tuna Nehri de mutlaka bir rol oynamıştır. Çünkü bu nehir hani öyle sıradan bir nehir de değildir ve Avrupa?yı alır bir ucundan öbürüne bağlar ve kimi zaman iki bazen üç düğüm de atar. Adam olana çok bile. 1920?leri ve 1930?ları da anmak lazım belki çünkü o yıllarda Romanya ile Batı sadece Tuna ile değil demiryoluyla da düğüm hatta zar atıyordu. Çoğu zaman hep yek atsa da kendini biraz daha « Batılı » sayıyordu/sanıyordu. Ama hep sınıfta kalıyordu. Saflık işte. Bu çok ayrı bir hikayedir ve vaktimiz olursa, yani ayakta ölmemizden önce kesinlikle, antlatmaya çalışırız. Söz.

Romanya sınırları arada bir değiştirilse bile kadim topraklardandır ve dikkatlice bakmadığımız için iyi göremediğimiz « geçiş ülkelerinin » birçoğunu bünyesinde toplar, çıkaramaz. Kuzeyden güneye batıdan doğuya gidenlerin bir kısmı kendilerine özgü ve sual edelemez nedenler, aşk maşk ve benzeri tercihler ve özel belirleyiciler sonucu burada bir köye, kasabaya, kente demir atmış ve kalmışlardır. İşte Slavlar, Romalılar, Ermeniler, Moldavlar ve daha pek çok halk burada birarada yaşamış ve yaşamaktadır. Bunların edebiyata yansımaması da nâ?mümkündü(r). Öyle de olmuştur. İşte yukarıda adını andığım günümüzün Ekonomi Bakanı Varujan Vosganian çocukluğunda dinlediği, Ermenilerin bilgeliği ve renkleriyle süslü, parfümüyle mis masalları, hikayeleri alıp anlatıyor. Durup dururken insanın yazar olması da önemli ve çocukluğumuzdan gelen izlerin, kalıntıların, dipten dalgaların bırakın yakamı beni başkaları da bilmeli demesi de harika. Siyasi açıdan belki kafa dengimiz olmayabilir ama edebi açıdan ortak noktalarımız, kahramanlarıyla benzerliklerimiz kesinlikle ispatlı. Çocukken duyduklarını çok alçak sesle anlatıyor o nedenle dinlerken kulaklarımızı kabartmamız lazım Tuna Nehri akmam diyor … Ama besbelli işte akıp buralara kadar geliyor. Tamam mı ?

Biliyorum işi uzattım ama bu iş de öyle kısa kesilebilirlerden değil. Hiç değil. Günümüzün genç veya daha az genç yazarlarının bir özelliği de geçmişteki öncüllerini unutturmamaları. Fransa?da ve/veya bizde olduğu gibi, eskileri alıp yeni soslarla çalıp çırpmalar, yıkayıp güneşe asmalar kurutmalar, kuru sıkı atmalar yok. Nitekim Fransızcaya da mükemmel biçimde hakim Dumitru Tsepenag hem Fransızcadan yaptığı çevirilerle hem bizzat Fransızca yazdığı kitaplarıyla köprü görevini hakkıyla yerine getiriyor. Yönettiği dergilerle öteden beri Romanyalı ve « Doğulu » yazarları « Batı »da tanıtıyor. Cioran?ın eserlerini ise Gabriel Luceanu?nun kurduğu ve yönettiği Humanitas Yayınevi yayınlıyor. ABD?de yaşayan ama yine de ısrarla kendi dilinde yazan Noran Manea?yı da anmalıyız. Yoksa ayıp olur.

Sonuç olarak Romanya sadeci çok iyi top oynayan Hacı ve benzeri futbolcuları ve bu işi çok iyi bilen antrenörleriyle değil yazarlarıyla da tanınıyor. Ve hâlâ yeterince tanınmayan mekanlarda da tam sırasıdır onları biraz daha yeniden tanımak için ve Panait İstrati, Cioran, Tzara gibi eskilerle genç ve yeni kuşaklar arasındaki ilintileri kurmak için. Bir düğüm de biz atalım diyorum. Attık.

Romanya, Fransa derken aniden karşıma Türkiye standı çıkıyor. Tam sırasıydı zaten, futboldan söz ederken. Harika. Geçmiş yıllara oranla daha ışık alan bir mekanda. Kenarda köşede değil neredeyse her yerden görünebilecek kadar ortada. Güzel. Kültür Bakanlığı?nın ve davetli yayınevlerinin kitaplarını tanıtmak için hizmet veren ve ezici çoğunluğunu kadınların oluşturduğu (bu da harika) personel güler yüzlü ve bilgi verici. Eh böyle olunca da Fransızlar ve diğerleri (Fuar için dünyanın dört buçağından gelen insan var) standta bir süre kalıyor, kitapları inceliyor, satın alıyor, iki satır laf bile ediyorlar. Çünkü hizmet veren kızlarımız arasında Fransızca ve/veya İngilizce bilenler eksik değil. Kültür Bakanlığı?nın kitapları son derece kaliteli baskılarıyla dikkat çekiyor. Basbayağı prestij yayınları bunlar. İyi. Fransızcasıyla ve İngilizcesiyle Cultural Heritage of Turkey isimli olanı « beau livre » olarak saklanmayı, hediye edilmeyi hakediyor. Bu tür kitaplar sayesinde kitap satınalmak, kitap hediye etmek, bir kitabın sayfalarını tek tek çevirmek, kitaba sarılıp koklamak, koklaşmak, kaldırıp bir iki adımlık dans etmek, görsel malzemeye hayran hayran bakmak ve bakakalmak bir zevk, hakiki bir zevk olarak sürüyor. Sanal dünyada değiliz ne iyi ki diyorum, kağıt üzerine basılı kitap başka bir alem. Ve bu alem sürmeli kesinlikle. Elbette teknik, teknolojik gelişmeye bir itirazım yok ama böylesine şirin kitapların basımı ve yayını da sürmeli ve kanımca sürecek te. Kültür Bakanlığı yayınlarından Les Livres de la Turquie/Bütün Renkleriyle Türkiye isimli kitabı da incelemek olanağı buldum. Başka bir dile çevrilen kitap sahibi yazarlarımız sözlüğü olarak hazırlanan bu çalışma da çok yararlı. Türkçeden yapılan çevirilerde Almanca en başta geliyor sanıyorum. Sıkı bir inceleme ve toplama gerekli herhalde. Fransızcaya çevrilenler de az değil. Bu arada Bulgarca, Rumence ve Mekadonyaca çeviriler de dikkat çekiyor. Fransızcaya çevrilenlerden bir kısmının burada pek tanınmayan yayınevlerince yapıldığını belirtmek gerek. Kitap sayesinde bu yayınevlerinin isimini okumak olanağını da bulduk. Öte yandan en sıkı en ünlü yayınevlerinin bile bizim kitaplarımızı sekiz yüz veya bin kadar bastığını eklemek lazım. Dahası, ve bunu yazarken içim biraz sıkılmıyor desem hilâf olur, bütün eserlerinin çevirisi için sözleşme yapılan ancak ilk kitabı yayınlanıp hiç veya hiçe yakın satınca sözleşmesi mözleşmesi bir kenara bırakılanlar da var. Elbette bir kitabı başka bir dile çevrilenin koltukları kabarır ama bunların da bilinmesinde yarar var sanıyorum. Şu anlamdaki bir kitabımız iyi bir yayınevi tarafından iyi bir çevirmene verilip işi kotarmazsa ve yayınlandıktan sonra tanıtımını yapmazsa bu iş yürümez. Hatta, yine hepimiz biliyoruz ve bunun da yinelenmesinde yarar var, kötü bir çeviri kitabı « bitirir » ve yazarın başka bir kitabının çevrilmesi olasılığını da sıfıra düşürür. Bu nedenle ülkemizde « edebiyatımızın ası/en büyüğü » gibi tanımlamalarla kuru sıkı göklere çıkarılan ama maalesef özünde iyi yazar olmayanların bir kitabı çevrildikten sonra bir daha yüzüne bakılmaması sonucu Fransız edebiyatı veya kestirme yoldan Fransa ve Fransız düşmanı kesilmesine de saşmamak lazım. Oysa kusur bizde onlar da değil. Bir kitabı baka bir dile çevrildi diye kimsenin boyu uzamıor. Uzamaz. Burada örneğini, isimlerini vermeden, aktardığım gibi hatta boyunu kısaltabilir, yüzünü sirkeleştirebilir de. Nihayet bizi fena halde lemanlaştıran kimi konular burada kimseyi ilgilendirmiyor da olabilir. Nitekim bunun da örnekleri pek çok. O açıdan bu işi de fazla zorlamamak lazım. Türkiye?de « çok satan » burada « tek atan »a dönebilliyor. Bunun da şafak atmadan farkına varmak yerinde olacaktır sanıyorum. Gözümüze çarpan, bize gönderilen, şu veya bu biçimde bakmak olanağı bulduğumuz kimi çevirileri görünce bu işi bırakmak gerektiğini bile düşünüyorum. Kimi kitabın çeviri işini. Şiir asla çevrilemez. Bu kesin. İsteyen şiirini başka bir dilde, bu dili bilen biriyle ortaklaşa çabalayarak yeniden yazmalıdır derim. Dedim. Roman, deneme ve kısa öyküler için de aynı şeyi ileri sürebilirim sanıyorum. Romanı, öyküyü, denemeyi de yeniden yazmak gerekir, çevirmek yerine. Çok çok iyi çevirmenlerin yaptıkları çevirileri ise burada yazdığım ama aslında yazılı olmayan bu kural dışında tutmalı ve onları az bulunan hint kumaşı niyetine kitaplıklarımızda nadide çiçeklerle birarada tutmalıyız. Çevirmenlik te zorlu bir meslektir. Münevver Andaç, Abidin ve Güzin Dino?ların üçünün birlikte veya ayrı ayrı yaptıkları çevirileri, Altan Gökalp?ınkileri burada özel biçimde anmak isterim. Darısı sonra gelenlerin ve yenilerin başına …

Türkiye standını terkediyorum. Biraz ötede Çin Halk Cumhuriyeti standı, oraya uğruyorum. Birkaç gündür aklıma takılan bir soru var : Japonca ile Çince yazım tarzlarını nasıl ayırdedebiliriz ? Bu soruyu orada hizmet veren ve Fransızcayı da Çince gibi mükemmel konuşan bir « Kızıl Muhafıza » yok canım şaka yapıyorum hepimiz gibi giyinmiş kızılı gitmiş sarıya çalmış kazaklı bir delikanlıya soruyorum, bu standta kadın tünne, yok kardeşim kadın yok diyorum ya, delikanlı Çince yazılı gazeteyi alıp göstriyor ve aynen şunu söylüyor : « Çince yazılan biçimler burada gürdüğünüz gibi daha karemsidir », « Japonca … nasıl demeli … « Daha uzunca mı dır ? » diye araya giriyorum « Evet, evet aynen öyle » diyor. Gazetedeki bir reklamda Eyfel Kulesi?nin fotoğrafı var « Bunun gibi mi ? » diye soruyorum. « Evet Eyfel Kulesi gibi sivri » diyor. Peki anladım. Bana Çince gazeteyi hediye ediyor, bir de sarı rengin ağır bastığı son derece sağlam (herhalde torunuma miras olarak bırakacağım) kartondan bir çantayı. Çantanın üstünde « Voyages en Chine » yazıyor ve kaçınılmaz olarak « İmparatorluk Sarayı » fotosuyla donatılmış. Herkesin Eyfel Kulesi veya Boğaz Köprüsü yok ki !

Romanya, Türkiye, Fransa, Çin yolculuğum bitiyor … Kendimi aniden tramvayda buluyorum. Paris çevre yolunu içinden çevreleyen hatta bir anlamda Bismarck ve nazi belasından beri ilk kez teslim alan tramvay hattı artık Paris?in banliyösüyle aşık atan dış mahallelerinin birinden diğerine gidebilmek için ille merkeze kadar yolumuzu uzatmamamız için sıkı ve gerekli bir alternatif sunuyor. Bir dış mahalleden öbürüne tramvayla ve asıl önemlisi kardeşlerim gürültüsüz patırtısız bir ortamda gidebiliyoruz. Çevreyi seyir de çabası. Bu kez seyir yerine yazmayı tercih ettim. Bugün burada size sunduğum bu satırların çoğunu bir saat kadar süren bu yolculuk sırasında bitirdim. Tam bitirdim derken tramvayla birlikte kendimi koskocaman bir ışık içinde buldum. Yazmayı bırakıp baktım : Seine Nehri üstündeki köprülerden birinden geçiyoruz. Bu kentte, başkenttede, ne kadar köprü var diyorum elimde ve dilimde olmadan. Anlatılması bir roman. Ama asıl önemlisi Paris ve Seine. Ve yolculuk.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir