Tayfun Pirselimoğlu: “Bu gidişatın sona ermesi lazım” – Söyleşi: Elif Şahin Hamidi

Yönetmen, yazar, ressam Tayfun Pirselimoğlu, yine üç koldan üretmeye devam ediyor. Sanatçının yeni kitabı yolda ve çok yakında okurlarıyla buluşacak. Üzerinde çalıştığı senaryo ise bitmek üzere. Beri yandan resimleri bir sergiye dönüştü bile. Pirselimoğlu’nun ‘Tekerrür’ isimli sergisi, 18 Aralık 2013-18 Ocak 2014 tarihleri arasında Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde sanatseverlerle buluştu. ‘Tekerrür’de, sanatçının 2005 yılında ‘Felluce’ isimli sergisinde yer alan resimleriyle bir benzerlik söz konusu. Zira savaş hep sürüyor, her daim tekerrür ediyor. 2005’te Felluce yakıp yıkılıyordu, bugünse Mısır, Suriye… Yerküre üzerinde zulüm, vahşet, kan, talan hüküm sürüyor ve dur durak bilmeksizin devam ediyor; hep tekerrür… Pirselimoğlu, ‘Tekerrür’de her yanı kuşatan, artık kimsenin duyarsız kalamayacağı bir savaşa vurgu yapıyor, sonsuz bir kaos halini imliyor. Sanatçının Felluce’deki ‘acayip’ figürleri burada da karşımıza çıkıyor, ama askerler çok daha kalabalık, çok daha kararlı… Hatta gökten iplerle inip yerin altına bile sızıyorlar. Ve yanlarında daha önce hiç görmediğimiz türden havyanlar var. Pirselimoğlu ile son sergisini, insanlığın gidişatını, sinema, resim ve edebiyatla ilişkisini konuştuk…
Söyleşen: Elif Şahin Hamidi

Resim ve gravür üzerine eğitim aldınız. Sinema kariyerine de senaryo yazarlığıyla başladınız. Sanatın birkaç dalıyla iç içesiniz; resim, edebiyat, sinema… Farklı alanlardan besleniyor olmak nasıl yansıyor sanatınıza?
Ne şekilde birbirlerini etkiliyorlar, tam olarak o mekanizmayı bilmiyorum ama etkiledikleri kesin. Asıl olarak yönetmenlik yapıyorum ben ve sinema bütün bu sanat dallarının içinde bir amalgam halinde bulunan bir alan. Sinema; biraz resim, biraz edebiyatla birlikte diğer disiplinleri ve her şeyi kapsadığı için bunun özellikle çok faydasını gördüğüm kesin. Edebiyat ise elinizin çok serbest olduğu ve cenk edebildiğiniz geniş bir alan. O nedenle edebiyat biraz kaçtığım bir yer. Resim de biraz öyle. Kendinizle kavga ettiğiniz, kendinizle cebelleştiğiniz ve kendinizle hesaplaştığınız bir alan resim. Sinema bütün bunların dışında; sizin dışınızda da bir sürü unsurun yer aldığı bir alan. Bir filmin arkasında belki bin kişi oluyor. Ama resim yaparken ya da yazarken bir başınasınızdır ve bunun getirdiği hem büyük bir rahatlık hem de büyük bir sıkıntı söz konusudur. Çünkü oradaki mücadeleniz direkt kendinizledir. Bu konuda resimle edebiyatı bir tarafa ayırıyorum. Resimle ilgili olarak şunu söylemek isterim; aslolan bir hikâye anlatmak. Edebiyat yaparken, sinema yaparken yaptığım şeyin aynısını resim yaparken de yapıyorum, yani bir hikâye anlatıyorum. Resimlerin daha çok tematik; bir hikâye üzerinden gelişen resimler. O yüzden resmi; edebiyatın da işin içine girdiği, resimle edebiyat ilişkisinin daha ortaya çıktığı bir alan olarak görüyorum.

ODTÜ’deki metalürji eğitimi ve resimle olan ilişkiniz hakkında konuşabilir miyiz?
ODTÜ’de metalürji mühendisliği eğitimi aldım. Kısa bir süreliğine de olsa metalürji mühendisi olarak çalıştım. Ardından Viyana’ya gittim ve resim okudum. ODTÜ sahiden özel bir okuldur, oranın bana kattığı çok şey var. Ama metalürji mühendisliği konusunda hiçbir şey hatırlamıyorum. Ben ilk resim sergimi lisedeyken, Trabzon’da açtım. Çok iyi resim hocalarım vardı. Resim adına Trabzon çok özel bir yerdir. Trabzon’dan çıkmış çok ressam vardır. Türkiye’de metrekareye düşen ressam sayısı herhalde en fazla Trabzon’dadır. Orhan Peker’den tutun Bedri Rahmi Eyüpoğlu’na kadar bilinen ressamların büyük bir çoğunlu Trabzonludur. Belki suyundan, bilemiyorum, ben de o sudan içtim. İlk sergimi lisedeyken açtım ve şehir çapında bayağı ilgi görmüştü. Ama Türkiye’deki eğitim sistemini biliyorsunuz ve mühendislik okumak ya da doktor olmak çok önemlidir! Ben de çelişkili bir dönemden geçtim, metalürji okudum ve sonra biraz geç olsa da bu işin olmayacağını anladım. Ve Viyana’ya gittim… Çok iyi hatırlıyorum; annem, “mühendis ol, sonra resim de yaparsın” demişti. Okudum, mühendis oldum ve Viyana’ya gitmeye karar verince anneme bu dediğini hatırlattım.

2005 yılında Felluce’deki savaşa, yıkıma duyarsız kalmayıp ‘Felluce’ adını taşıyan bir sergi açmıştınız. Tekerrür isimli yeni serginizde de Felluce’deki ‘acayip’ figürlere benzeyen figürlerle karşılaşıyoruz ve yine bir savaş söz konusu. Üstelik askerler daha kalabalık, şekil değiştirmiş polisler var. Nasıl doğdu bu sergi?
Fransa’da bir festivalde film gösteriminin ardından sonra soru cevap kısmında “niye bu kadar karamsarsınız?” sorusuyla karşılaşmıştım. Karamsar olmamanın mümkün olmadığı bir zamanda yaşadığımızı düşünüyorum. Kişisel olarak karamsar olmanın ötesinde; bugün var olan durumu oturup yazın bir kenara, ortaya çıkacak olan sonucun işaret edeceği şey bu. Felluce’deki hikâyenin sonunda bir umut kapısı vardı mesela. Ama şimdi daha da kötüye gidiyor her şey. O nedenle bu sefer askerler daha kalabalık olarak döndüler ve toprağın altına da giriyorlar. Artık kaçamayacağımız bir hal bu. Bence bu gidişin bir nihayete ermesi, ondan sonra tekrar yeniden başlaması lazım. Dolayısıyla gidişatı, karanlık bir son olarak görüyorum.

Ürkütücü bir gelecek tasavvur ediyorsunuz. Hiç mi umut yok, insanlık, dünya nereye gidiyor?
Bunun sona ermesi gerekiyor ve aslında bu da bir umut işareti. Ancak dibe varmak, o duvara çarpmakla bitebilir. Bu olmadan hallolmayacak. Gidişatın böyle olmasını bir umudun işareti olarak da görüyorum. Hayatın dairesel bir şekilde aktığını düşünüyorum -lineer değil-, başladığı yere dönüyor. Ama her sona geldiğinizde yeni bir başlangıcın oluştuğu noktaya varıyorsunuz. İşte bu noktaya varmak için o sona gelmek lazım. Bu gidişatın, bu hercümerci yaşamamızın nedeni aslında böyle bir sona gelme durumu. Bunu bir kıyamet olarak algılayanlar da olabilir. Fakat kıyametin sonucunda yeni bir hayatın oluşma şansı var. Ama şu anda yok; öteledikçe daha acılı, daha ağrılı, daha ıstırap verici bir hale dönüşüyor. Yüzleşmemiz, sorunu tespit etmemiz gerekiyor. Sorunu tespit ettikten sonra bunun bedelini ödemeyi de göze almamız gerekiyor. Hep bu bedelden kaçıyoruz ve kaçtıkça bu durum böyle sürüp gidecektir. Kafanızı çevirdiğinizde sorunlar kaybolmuyor; öylece orada duruyor…

Viyana’da “fantastik gerçekçilik” ekolünün önemli isimlerinden Prof. Wolfgang Hutter’in atölyesinde çalıştınız. ‘Tekerrür’ adlı sergideki çalışmalarınızı da bu ekole mi dâhil etmeliyiz?
Onların apayrı bir dünya tasavvurları vardı; bir Viyana ekolü vardır. Bu ekolün dışında olan, hatta savaşta elini kaybetmiş bir hoca vardı okulda ve tematik olarak savaş üzerinde duruyordu, ama o benim hocam olmadı. Viyana ekolüne dâhil olan isimlerin daha şekerli bir dünyaları vardır; onların fantastik taraflarıyla benim fantazmam farklıdır. Masalsı ve fantastik olarak değerlendirebiliriz belki bu sergideki resimlerimi ama bir isim vermekte zorlanıyorum açıkçası. Bu reel dünyanın başka türlü okunması aslında; böyle bir kanal üzerinden, böyle bir vizyonla okunması denebilir. Ama fantastik gerçeklik başka bir şey…

Resimlerde ellerinde silahları olan asker/polis figürlerinin kanatları da var. İyi-kötü, melek-şeytan, savaş-barış gibi birçok tezat barındırıyor. Bu kanatları nasıl yorumlamak gerekiyor?
Hakikat ile ilişki kurma adına böyle bir şey yapıyorum. Bizim meleksi, iyi, güzel, doğru dediğimiz şeyin aslında sahte, saçma, aptalca ve kötülükle yoğrulmuş olma ihtimalini göz önünde bulundurmamız gerektiğine dair bir işaret olarak değerlendirmek lazım bence. Üstelik bunlar uçmak için takılan kanatlarla yerin altına giriyorlar. Bizim tasavvurumuzdaki meleksilik üzerine kanadın çağrıştırdığı şeylerin tam tersi bir işlevi var bu kanatların. Ayrıca kanatları var ama ellerinde silahları da var. Bir sahtekârlıkla yüz yüzeyiz; bu kanatlar, bize gösterilenle/görünenle hakikat arasındaki farklılığa işaret ediyor bence. Kötülük dediğimiz şey bizden azade, bizim dışımızda olan bir şey değil. Bizatihi içinde yaşıyoruz, onun bir parçası da oluyoruz. Bu hayat size başka şans vermiyor zaten. O kötülükle “öteki” dediğiniz kişi aslında bir parça siz olduğu için ona öteki diyorsunuz. Bundan hepimiz payımızı alıyoruz; nefes aldığımız atmosferle ilgili bir şey çünkü. Nefes aldığımız atmosfer onların da nefes aldıkları aynı atmosfer, aynı dünyanın insanlarıyız sonuçta. Ve bizim de arkamızda kanatlarımız var belki ama biz saklıyoruz. Fakat onlar, bu resimlerdeki askerler/polisler kanatlarını gösteriyorlar. Her şeyin birbirinin içine girdiği bir kaos, tam anlamıyla kaotik bir hal var…

Kullandığım malzemenin de bu anlattıklarımla ilgili bir manası var. Bu resimler, kâğıt üzerine asetatla yaptığım işler. Yani altta da bir resim var, üstte de bir resim var ve bunlar üst üste biniyorlar. Bunun getirdiği katmanlar söz konusu. Resimlerin ruhu ve anlattığı hikâyeyle de alakalı bu; üstü altı, içi dışı vs. gibi… Bu katmanlaşma bir şeyin arkasında bir başka şeyin olmasıyla ilgili. Bizim bir değer atfettiğimiz, açıklamaya çalıştığımız şey neyse onun arkasında bir başka şey daha var; onu ya görüyoruz ya görmüyoruz. Birbirleriyle çok çelişen şeyler anlamında da yapmıyorum bunu; silsile halinde, katmanlar halinde giden bir kötülük de olabilir. Asıl olarak, gördüğümüzün arkasında da bir başka şeyin olduğunu ifade ediyor.

Suriye’deki, Mısır’daki savaş ve Gezi direnişinin de bu resimlerin ortaya çıkışında etkili olduğunu söyleyebilir miyiz?
Evet, bunların hepsinin etkisi var. Bugüne ait bir hikâyenin içinde bunların hepsi olacak; bugünün Türkiyesi, Gezi süreci, Mısır, Suriye… Ve irreel bir şey bu, o yüzden fantastik tanımına girebilir. Çünkü olan bitenin makul bir şekilde, vicdanınızla -aklı da bir tarafa bıraktım- açıklanabilir bir yanı yok. Onun dışında mantıkla da açıklanamayacak kadar korkunç. Birbiriyle savaşan insanların, birbirilerinin düşmanı olma nedenlerini kendilerine açıklayamayacakları kadar karmaşık bir hal var. Yen bir romanım çıkacak yakında; onda da böyle bir şeyi anlatıyorum. Romanda “Birdenbire karşısında tartıştığım kişinin tarafını tuttuğumu hissettim” gibi bir cümle geçiyor. Yani öyle karman çorman bir hal ki bu; size saldırıyorlar, siz ona saldırıyorsunuz, sonra kimin kime saldırdığının bile manasının kalmadığı bir durum oluyor. O nedenle Suriye’de, Mısır’da, her yerde olanla ilgili bu resimler; bütün hepsini kapsıyor…

Haydar Egülen sergi içi yazdığı metinde “Tekerrürle de anlaşılmayan bir şey var kâinatta: İnsan” diyor. Şu yeryüzünde insanın insana ettiğini kimse etmiyor. Savaşları başlatan, kendi soyuna kıyan, hayvanlara işkence eden, doğayı tüketen hep bu anlaşılmayan insan… Daha ne kadar alçalabilir insan?
Haydar çok güzel bir yazı yazdı. Burada alçalmaktan kasıt, çukur, yerin altı; insan daha fazla nereye alçalabilir, nereye düşebilir? Benim gördüğümse bu alçalmanın artık toprağın altına da geçmiş olması, toprağın da kirlenmesi ve uğultu oradan geliyor. Eskiden duyduğumuz, sağdan soldan gelen işaretler artık her taraftan, yerin altından da gelmeye başladı. İşte bu bence bir kıyamet alameti…

Yine Ergülen’den ödünç alacak olursam, “Kaçabilecek zamanınız varsa kaçın, hızla üstünüze doğru düşüyor!” diyor metinin en sonunda. Kaçabilecek zamanı var mı ademiyetin? Yoksa asıl yapması gereken yeniden bir zamanlar erişmiş, ulaşmış ya da çıkmış olduğu anlam katına mı çıkmalı? Yitirdiğimiz insanlığımızı tekrar bulma şansımız var mı?
Umarım kaçacak zamanı yoktur. Bu gidişatın bir sona ermesi için çok büyük bir şey olması lazım. Bir sona ulaşmamız gerekiyor. Hala kaçmaya çalışarak gidebileceğimiz bir yer kalmadı gibi geliyor bana. Artık yüzleşme zamanı. “The End” yazısının çıktığı, filmin bittiği bir yer olması lazım. Temizlenmemizi ve geçekten insan olma haline dönmemizi sağlayacak olan şey -mesela Haydar şiirden bahsediyor metinde- kendi hikâyemizi yeniden yazmaya başlamamız; önümüze temiz bir defter alıp en başından başlayıp, bu sefer doğru cümleleri kurarak yazmamız gereken bir yere ulaşmak bir umut bence. Bunun olabilmesi için de tüm yaşananların sona ermesi lazım.

“Kırmızı: Bir çöl rengi, bir çöl denizi, bir çöl gölü”, Sirkhane: Dünyanın kendisi…”, “Kıyamet: Şiirden inmek…”. Çöl, romanlarınızda ve Felluce sergisinde de kullandığınız bir metafor. Sirk, Felluce’de de vardı. Ve şimdi kıyamet… Bu metaforlar üzerine konuşabilir miyiz biraz?
Bütün bu metaforlar benim çok kullandığımız ve çok sevdiğim metaforlar. Mesela çölden hiç kurtulamıyorum. Sirk metaforu da öyle. Bu sergide doğrudan kullandığım bir metafor değil ama yukardan iplerle gelen adamlar sirki de işaret eden figürler belki. Burada daha az göstermeye çalıştım sirki ama Haydar yine o şekilde okumayı becermiş. Kırmızıyı da Haydar eklemiş; bütün resimlerde var aslında kırmızı. Ve kırmızının da işaret ettiği şey çok bariz… Haydar Ergülen hepsini deşifre etmiş metinde…

Dünya tarihine baktığımızda, savaşların en ağır şekilde sürdüğü dönemlerde sanatta da büyük patlamalar yaşandığını görüyoruz. Toplumsal olaylardan bağımsız düşünülemez elbette sanat. Dünyayı yaşanır kılan tek güç belki de bu elimizde; sanat. Ve Gezi direnişinin de daha şimdiden birçok romanda, öyküde, sergide kendine yer bulduğunu görüyoruz. Sizin sanatınıza, eserlerinize nasıl yansıdı ya da yansıyacak Gezi? Ve de sinemada da kendine yer bulacak mı?
Ortada böyle bir travma varsa bu travmanın yaratacağı başka etkiler olacaktır mutlaka, bu kaçınılmaz bir durum. Ama Türkiye’de bu travmaların yarattığı sıkıntıları, o yaraları biraz fazla göstererek anlatma biçimi var. Bu da olayın çok sıcak olduğu zamanlarda oluşuyor. Gezi olayının Türkiye Cumhuriyeti tarihinde tamamen apayrı bir yere konulması gerekiyor. Günlük hayatımızın içinde bile etkileri hala devam ediyor ve edecek. Başka tezahürlerinin ortaya çıkmamasının mümkünü yok. Ama önemli olan direkt Gezi’yi anlatmaktan ziyade bunun yarattığı etkileri, zaman içerinde herkesin kendi üslubunca bir şekilde ortaya koymasıyla alakalı. Sinemada bu olur mu? Direkt olmaz -olabilir de- ama önemli olan onun etkisini satır arasında okumaktır; insanların ruhunda yarattığı tezahürlerin bir şekilde belli edilmesiyle, anlatılmasıyla olur. Değerli olan budur. Yoksa direkt Gezi üzerine bir hikâye kurmak değil. Örneğin 12 Eylül filmleri çok vasat. Çünkü direkt onu anlatmaya çalışıyor, atını çizerek gösteriyor. 12 Eylül de bu ülkenin yarattığı en büyük travmalardan biri. Bunun da sanatsal anlamda ifade edilme biçimi zaman içerisinde oluşacaktır. Bundan kaçmanın mümkünatı yok. Gezi olayları da herkesin aklının bir tarafında, ruhunun bir tarafında, vicdanının bir tarafında bir yara olarak duruyor. Muhakkak bir yerden dışarı çıkar, çıkmamasına imkân yok. Bundan sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını biliyoruz.

Arjantinli yönetmen Fernando E. Solanas’ın “Yolculuk” filminde çizgi roman kareleri de filme dâhil oluyordu. Resim, edebiyat, sinema; üçünün bir arada kullanıldığı bir filmdi. Siz de bu üç alandaki yetkinliğinizi birden kullanabileceğiniz bir film yapmak ister misiniz? Mümkün mü böyle bir şey?
Direkt bunların hepsini birden içeren şey bir çizgi film olabilir. Arada şu aklımdan geçiyor: Benim kendi yazdığım bir romanı, çizgi roman haline getirme düşüncesi. Ama hepsinin birden sinemada var olabileceğini düşünmedim hiç. Benim anlatım biçimime de pek uygun değil. Ben daha minimal sinema yapıyorum. Bu tür trüklerin kullanılabileceği bir şey hiç aklıma gelmedi.

Son kitabınız 2012’de yayımlanan “Harry Lime’in En Yeni Hayatları” ya da “Üçüncü Adam’a Övgü”. Edebiyat alanında nedir son durum, yeni bir kitap var mı yolda?
Yeni bir romanım çok yakında çıkacak. Çok ilginç bir özelliği var bu kitabın. Daha önce çıkan “Kayıp Şahıslar Albümü” adlı bir kitabım var. O kitapta, babasının cenazesine gelen genç tam gece yarısı kasabadan ayrılacakken bir cinayete şahit olur ve ne yapacağını bilemez. Sonra gelen trene atlar, İstanbul’a döner ve hikâye devam eder. Yeni kitabın başıyla sonu bu kitabın aynısı, hiç değiştirmedim. Fakat burada cinayeti görüyor ve İstanbul’a dönmüyor, polise gidiyor. Final de aynı fakat ortası farklı. Yani bu da bir tekerrür… (Not: Pirselimoğlu’nun son romanı ‘Kerr’, İthaki Yayınları’ndan çıktı)

8. Roma Uluslararası Film Festivali’nde yazıp yönettiğiniz “Ben O Değilim” filmiyle “En İyi Senaryo” dalında ödül aldınız. Yeni film-senaryo var mı?
Yeni bir senaryo yazıyorum, bitmek üzere. Ne zaman çekeceğim henüz belli değil.

NOT:
Tayfun Pirselimoğlu söyleşisi, YAPI Dergisi-Ocak 2014 sayısında yayımlanmıştır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir