O dünyadaki en pis şey pisliktir. Zaten pislikten başka bir şey yok. Kaçılamaz pislikten. Örneğin o hava. İletken bir maddedir hava. Pisliği iletir. Ve Üstüngel Arı’nın romanı Hikayesi Olan Ölüler, işte o havayla dolu.

Bu atmosferin etkisinde bulunduğunuz bir sırada, dünyayı ve insanları hiç de hoş biçimde algılamazsınız. Gece okuduğunuz romanı da yanınıza alıp işe gitmek üzere sokağa çıktığınızda, sabah sabah öfkeyle dolarsınız.

Örneğin, karşı taraftan sizin durağınıza yürüyen adamın elindeki sigaraya takılır gözünüz. O kötü koku, sararmış dişler… Birçok insan başkasının bardağından su bile içemez. Aynı insanlar, bir kahvehanede veya otobüs durağında, şu pis herifin ağzından çıkan dumanın ciğerine kadar ulaşmasından rahatsız olmuyor. Oysa o duman, herifin ağzının içinde, çürük diş boşluklarında, belki de mikroplarla dolu ciğerlerinde dolaşıp öyle ulaşıyor, diğer insanlara. Hatta dumanın bir kısmı, burnunun içini yalayarak dışarıya çıkıyor.

Hoş, insanların içine çektiği hava da başka yollardan geçiyor değil. Örneğin bundan sonraki ilk nefeste içinize çekeceğiniz hava, kim bilir nerelerden geçmiştir!

ETKİLİ ATMOSFER

Konudan uzaklaşmak istercesine başınızı çevirirsiniz. İşte her sabahki o genç kadın, karşı büfeden bir tost alıyor. Yüzündeki şu gülümsemeye bakın! Geçen gün, ne kadar da çekici görünmüştü size. Bir de elinizdeki kitaba bakıyor. Oysa bu romanın atmosferini hissedebilse, asıl kendi elindeki tosta bakardı. Bir şey yemenin ne olduğunu, insan bedeninin nasıl da pislik üreten bir fabrika gibi çalıştığını düşünürdü. Yediklerini sindirmek, ne demek? Birçok kimyasal reaksiyon. Açığa çıkan gazlar, atıklar… Üstelik ne için? Enerji elde etmek için. Kirli amaçların, nefretin, alçakça tuzakların hayata geçirilmesinde kullanılacak enerji için.

En iyisi bunları düşünmemek, diye karar verirsiniz. Ama başınızı ne tarafa çevireceksiniz ki! Nereye bakacaksınız? Elinizde bu romanın olmadığı günlerde, nasıl da bütün bu pislikleri aklınıza getirmeden yaşayabiliyordunuz?

Peki, Hikayesi Olan Ölüler’deki insanlar nasıl yaşıyor o atmosferin içinde? Doğrusu, pek yaşayabildikleri söylenemez. Romanın anlatıcısı Bilen Okur, yaşanamayacak koşullardaki insanların hikayesini anlatıyor.

Bilen, her şeye karşı bir arkadaş. Tüm aykırılığına rağmen, bir sevimliliği de var. Belki de “başka türlü bir şey” istemenin sağladığı güzellik, erdem ve meşruluk yansıyor ondan çevresine.

Sevimliliği aslında aykırılığından geliyor. Hayata karşı bu kadar kökten bir tavır almasa, herhalde dili çok rahatsız edici ve basit konularda bile geliştirdiği tepkileri fazla abartılı gelirdi bize.

Ama anlıyoruz Bilen’i. Yakın arkadaşı Cem’in başından geçen olayları neden o şekilde anlattığını anlıyoruz. Daha büyüme çağındayken, babasına en çok gereksinimi varken, babasının Cem’e verdiği zararı görünce, Bilen’in konuya öyle yaklaşmasını anlıyoruz. Ve Cem’in babasıyla on yıllarca süren ilişkisinin sonunda, Bilen’in işin içine neden Kolsuz’u da dahil ettiği besbelli.

Hele Kolsuz’un hikayesi! 82 kilo girdiği Diyarbakır Cezaevi’nden 50 kilo ve tek kollu olarak çıkan bir adam. Bir anda karşısında görünce, en yakınlarının bile tanıyamadığı Kolsuz’u, biz tanıyoruz.

Bir de Ofelya var. Gerçek adını bile bilmediğimiz, hikayesini bilmediğimiz o genç kadının, neden o tarz bir hayat yaşadığını anlıyoruz. Diğerlerini tanımak, romanın atmosferini hissetmek yetiyor, Ofelya’yı anlamak için.

YERALTINDAN BİR MARJİNAL

Bilen Okur, yan karakteri olduğu bu hikayeleri anlatırken, birçok konuya sert eleştiriler getiriyor. Ama bu, radikal bir eleştiriden çok, marjinal bir tavır niteliğinde gerçekleşiyor. Yani, bazı yerlerde, sorunun kökeniyle ilgili analizlerden uzak, aykırı kanaat bildirmekle yetiniyor.

Belki de “başka türlü bir şey” isteğinin somutlaşmaması nedeniyle böyle oluyordur. Bu durum, “her türlü başka şey” talebi gibi algılanabilir.

Ama Bilen’i de anlıyoruz işte! Çevremizde çok sık rastladığımız arkadaşlarımızı, kardeşlerimizi görüyoruz onun tarzında. “Biz”i görüyoruz; karşı çıktıkları konusunda net, neyi savundukları belirsiz olan genişçe bir kesimi.

Ayrıca, bu açıdan bakarken, Kolsuz’un, romanın konusunu özetleyen itirafını gözden uzak tutmamak gerek: “Geriye ancak bu kadar kalmıştı insanlığımız.”

***

Evet, gece okuduğunuz bu kitabın etkili atmosferini soluyarak sabah işe gittiğinizde, çevrenizi her zamankinden farklı algılıyorsunuz. Selamlaşmalardaki sahtelikler gözünüze batıyor. Tokalaşmayı yapmacık ve pis bir davranış olarak da görüyorsunuz. Vücudun her noktasına, her deliğine dokunan en pis organın, o uzatılan el olduğunu düşünüyorsunuz.

İstemiyorsunuz insanların size dokunmasını! “Neredeydiniz!” diye haykırmak geliyor içinizden, “Kolsuz, cezaevi köşelerinde bir insan sıcaklığı ararken neredeydiniz?” Aynı şekilde: “Cem’in hayatı mahvedilirken, hem de babası tarafından…”

Ama biraz zaman geçince, güçlü bir anlatı okumanın tadı kalsa da o atmosferden kurtulmaya başlıyorsunuz. Emeği çalınanlara, okuyamayan çocuklara, doğaya, sağlık hizmetinden yararlanamayanlara ve daha bir sürü şeye uzatılacak eller, biliyorsunuz ki, o şüpheyle yaklaştığınız eller arasından çıkacak. Ellerimizi birleştirmekten başka çaremiz yok ki!

Kimimiz var birbirimizden başka?

Zafer Köse
zaferxkose@gmail.com

Cumhuriyet Kitap, 05/02/2015

***

Hikayesi Olan Ölüler, Üstüngel Arı, Esen Kitap

Previous Story

Anılar Yumağı: “Diyarbakır Hatırası” – Müslüm Üzülmez

Next Story

Yaşam İçin ve Yaşama Karşı Kurbanlar – Bulut Yavuz

Latest from Politika

SLAVOJ ŽIŽEK: Tabiat zaten kaotiktir, en vahşi afetleri, anlamsız ve öngörülemez felaketleri yaratmaya eğilimlidir. Bizlerse onun hain kaprislerine acımasızca tabiyiz, bizleri kollayıp gözeten Tabiat Ana diye bir şey yok. Tabiatın dengesini bozuyor filan değiliz, sadece onu sürdürüyoruz.

Sakınmanın Yolları Peki, ekolojik tehditler gerçekten de o kadar başa çıkılamaz mı? Liberal kapitalizmin bazı müdafileri çevreci harekete “XXI. yüzyılın Komünizmi” diye dudak büküyor;
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ