Prof. Dr. Betül Çotuksöken: ‘Şiddet, sonunda insanca düşünmeyi yok eder’

Betül Çotuksöken“Şimdi sessiz duruyoruz kıyısında bir düşüncenin
unutmamak için, çünkü unutuşun kolay ülkesindeyiz.
Ölü balıklar geçiyor kırışık bir deniz sofrasından
ve ellerinde fenerlerle benim arkadaşlarım
Durmadan düşünüyorum,
ne kadar çok öldük yaşamak için.”
Onat Kutlar

Zor zamanlardan geçiyoruz. Her gün yeni bir ölüme açıyoruz gözlerimizi ve unutarak iyileştirmeye çalışıyoruz yaralaramızı. Öyle ya unutmanın kolay ülkesindeyiz. Nisyan en güvenli sığınak. Uzun bir zamana da ihtiyacımız yok unutmak için. Çabucak soğuyor yüreğimiz. Ama bu kadar kolay olmamalı.

Ankara katliamının üzerinden üç ay geçti. Takvimler 10 Ekim 2015’i gösterirken, saat tam 10.04’te, Ankara Garı kana bulandı. 107 insan can verdi, 500 kişi yaralandı. Üstelik barış için toplanmışlardı. Sonra acılarımızı bile yarıştırdık. “Ölen sizden mi, bizden mi?” diye soruşturduk. Ona göre üzüldük yahut oh olsun dedik. İnsanlığımızı yitirdik. Oysa hepimizin tek bir ortak kimliği var, “insan” olmak.

Peki nasıl olacak da birbirimize insan olarak bakmayı başaracağız? Bu topraklarda barış içinde, bir arada var olmak zor mu? Ya da bu nasıl mümkün kılınır? Bugün Türkiye’nin doğusunda yaşananlar karşısında ne kadar duyarlıyız?
Maltepe Üniversitesi Rektör Yardımcısı, Fen-Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Betül Çotuksöken, “sorun, insanı nasıl gördüğümüzde, onu nasıl algıladığımızda” diyor ve ekliyor:

“Şiddet insanca yaşamanın karşısındadır; yaşamayı durdurandır. Her türlü şiddet eylemi ayrıntılı bir biçimde çözümlenmelidir; çözüm, ancak sağlıklı çözümlemelerden sonra gelebilecektir. Bir körleşme olan şiddeti yine şiddetle karşılamak, insanlık için en büyük tuzaktır.”

Betül Çotuksöken’le görüşmemizi araya girmeden aktarıyorum:

‘Öz’cü yaklaşımla insanları etiketliyoruz’
Sorun insanı nasıl gördüğümüzde, onu nasıl algıladığımızda… İnsanı görme biçimlerini başlangıçta ikiye ayırmak olanaklı: İnsanı; tek bir özelliğini ya da niteliğini “öz”, “asıl taşıyıcı temel” olarak belirleyip ona hep o açıdan bakmak, görme biçimlerinden en yaygın olanıdır. Bu bakışta insan ya cinsiyetiyle özdeşleştirilir ya bedensel herhangi bir özelliğiyle, ya inançlarıyla, ya mensup olduğu grupla özdeşleştirilir ya da kişiler kendilerini böyle görürler. Bu türden bir yönelimle insana ya da kendilerine bakanlar insanda, insan oluşlarında ya salt cinsiyeti görür, ya bedensel bir özelliği, ya salt inançlara ilişkin görünümleri ya da bağlı olunan grubun, temelde addan başka bir şey olmayan yapılanışını.

Bu tarzda düşünen biri gördükleriyle kendisinin arasına ya da özne oluşuyla nesnesi arasına geçirimsiz duvarlar örmüş demektir ya da en azından sık ya da gevşek dokulu perdeler indirmiş demektir. Böyle birinin karşısındaki insanı etiketlemesi ya da yaftalaması son derece kolaydır. Etiketler ya da yaftalar değer yargılarıyla da bezenerek, ayırımcılık aşamasına kadar kolayca yükselir; başkasını anlamayı, başkasıyla, farklı olanla bir arada yaşamayı olanaksız hale getirir. Burada artık saflaşma asıl amacı oluşturur; başkası, farklı olan en kısa zamanda ortadan kaldırılmalıdır, yok edilmelidir! İşte özcülüğün insanı getirdiği nokta budur ve günümüzün bütün köktenci yaklaşımlarının ortak mantığı böyle işlemektedir.

‘Bir topluluğa ait olmanın ölçüsü nedir?’
İkinci bakış açısı ise insanı yalnızca bir özelliğiyle ya da niteliğiyle değil, özellikler toplamıyla, nitelikler toplamıyla görür. Bu bakış açısı insanı sadece cinsiyetiyle ya da belli bir bedensel özelliğiyle özdeşleştirmez ya da onu yalnızca inanan varlık oluşuna indirgemez yahut da insanı yalnızca ait olduğu grupla ilgisinde algılamaz. Bu ikinci yaklaşım her bir insanı, kendi bireyliğinde somutlanan özellikler toplamı olarak algılar. Her insan, insansal olan her şeyi, her türlü özelliği ya da niteliği kendince, kendine göre taşır. Nitelikleri, özellikleri arasında “kendisi” olan insan, insansal olan her türlü fenomeni kendi varlığında, varoluşunda az ya da çok temsil eder, yaşar. Bu durumlar/duruşlar toplamının ölçülebilirliği de söz konusu değildir. Örneğin, bir topluluğa ait olmanın ölçüsü nedir? Bu ait olmayı bizzat taşıdığını düşünen biri bile bu ait olma durumunu eksiksizce ölçemez. Aynı saptama cinsiyetlerle bağlantılı olarak da yapılabilir: Kim kendisinin, bir cinsin en yetkin üyesi olduğunu iddia edebilir?

‘Şiddet insanca yaşamanın karşısındadır’
Öyleyse her insan kendinde insan olma durumlarını taşır; insanı kişi olarak da ele veren, eylemleri ve öznesi olduğu ilişkilerdir; eylemlerinin ve ilişkilerinin ardındaki istemenin dayandığı ilkelerdir ve o ilkelerde taşıyıcı temel olan, dış dünyada somut bir karşılığı olmayan değerlerdir. İnsan eylemlerinde ve ilişkilerinde değerleri taşır, görünür kılar. Karşısındaki insanı tek bir öze indirgeyerek karşılayanların, tek bir özle değerlendirenlerin ayırımcılıkla birlikte giden eylemleri, çoğun şiddet içeren, farklı olana dayanamayan, farklı olanı ortadan kaldırma istemini içinde taşıyan eylemlerdir. Bu durumda, ne türden, ne oranda, ne güçte olursa olsun, şiddet içeren eylemler, sonunda insanca düşünmeyi, insanca konuşmayı durduran, iletişimi ortadan kaldıran, yok eden eylemlerdir. Bu da insan dünyası için en tehlikeli olandır; insanın en temel gereksinimi olan güveni ortadan kaldırandır. Şiddet insanca yaşamanın karşısındadır; yaşamayı durdurandır. Her türlü şiddet eylemi ayrıntılı bir biçimde çözümlenmelidir; çözüm, ancak sağlıklı çözümlemelerden sonra gelebilecektir. Bir körleşme olan şiddeti yine şiddetle karşılamak, insanlık için en büyük tuzaktır. Varlıkça değil, bilgice, bilgi bakımından derinlemesine çözümlemeler yapmak bu noktada artık temel görevimizdir: Bilmek üzere varlığa yönelmek, tüm bağlantılarıyla, koşullarıyla, nedenleriyle olan biteni anlamaya çabalamak, insan olmanın öteki adıdır.

Söyleşiyi yapan: Elif Şahin Hamidi
10.01.2016 http://kulturservisi.com/

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Previous Story

Psikiyatr Agâh Aydın: ‘Toplum değil, sistem hasta’

Next Story

Seyircinin katilleşmesi, katilin seyircileşmesi

Latest from Elif Şahin Hamidi

Go toTop