Metis Edebiyat?ta At Çalmaya Gidiyoruz ve Lanet Olsun Zaman Nehrine adlı iki romanına yer verilen Norveçli yazar Per Petterson?dan insanlık durumu üzerine, dostluk, şiddet ve yıkım üzerine, hayatın yakıcı sorunları üzerine büyülü sadelikle yazılmış harika bir roman…
Çocukluk arkadaşı olan Tommy ve Jim, 35 yıl sonra tesadüfen karşılaşırlar. Birbirlerini son gördüklerinde Tommy’nin annesi onları terk etmiş, baba dayağından kurtulmak isteyen Tommy ailenin tamamen dağılmasına yol açmıştır. Dindar annesiyle yaşayan Jim ise eğitimine devam etmiş, sosyalist olmuştur. İki genç sarsılmaz görünen bir dostlukla bağlıdırlar birbirlerine. Ancak bir gün yaşadıkları görünüşte önemsiz bir olay Jim’in bu arkadaşlığı hak etmediği endişesi duymasına yol açacak, açılan küçücük çatlak onları yıllar sonra çok farklı kişilere dönüştüren büyük bir yarığa dönüşecektir.

OKUMA PARÇASI
Açılış bölümü, s. 13-21.

JIM. EYLÜL. 2006

Karanlık. Saat sabaha karşı dört buçuk. Hauketo yönünden gelerek Herregårdsveien Caddesi’ne girdim, Ljan istasyonuna varmadan tren yolu köprüsünden sola doğru saptım; kırmızı ışık yanıyordu ancak etrafta kimseler olmadığından sapmakta bir sakınca görmemiştim. Tam rayların üzerinden karşıya geçip yol kenarındaki ismi galiba Karusell olan marketin oradan yokuş aşağı inmeye başlamıştım ki, karanlıklardan bir adam fırladı ve kendini farların önüne attı. Onu fark ettiğim anda yere düşmek üzereydi. Fren pedalını kökledim, tekerlekler kilitlendi ve otomobil feci bir ses çıkararak yanlamasına kaydı, birkaç metre ilerleyip adamın tam dibinde durdu. Motor stop etmişti. Tamponumla adama çarpmış olduğumdan emindim.
Buna rağmen adam yere yuvarlanmadı. Kaportaya yaslandı ilkin, sonra geriye doğru üç adım attı ve durduğu yerde sallanmaya başladı, farların gözünü aldığı belliydi. Ön cama doğru bakıyordu ancak ne beni ne de başka bir şeyi görmesi mümkün değildi. Uzun saçlı ve sakallıydı, kolunun altına gri bir torba sıkıştırmıştı. Bir an için onu babam sandım. Ama babam değildi. Babamı hiç görmemiştim.
Adam yolun karşı tarafına geçip karanlığa daldı ve Ljan’a doğru inen yamaçta gözden kayboldu. Kollarım direksiyona kilitlenmiş bir halde kalakalmıştım, arabam Herregårdsveien Caddesi’nde karşı şeride geçmiş ve yanlamasına durmuştu. Hava hâlâ karanlıktı, hatta daha da karanlıktı denebilir. Yokuşun alt yanından gelen bir arabanın ışıklarını gördüm, kontak anahtarını çevirdim, marş basmıyordu, tekrar denedim, bu kez çalıştı. Tıpkı soluyan bir köpek gibi hızlı hızlı nefes aldığımı hissediyordum. Geri manevra yaptım ve karşıdan gelen arabayla burun buruna gelmeden kendi şeridime geçtim, sonra direksiyonu düzeltip yavaş yavaş yokuş aşağı yol aldım, Mosseveien Caddesi’ne varınca sağa saptım ve Oslo yönüne doğru devam ettim.
Başbakan Jens Stoltenberg’in birinci Sosyalist Sol ve Yeşiller koalisyon hükümeti işbaşındaydı ve ben Oslo’nun güneydoğusuna düşen Romerike’de yaşıyordum, ancak Oslo’ya doğrudan giden E6 otoyolunu kullanmak yerine başkentin çevresinde doğudan başlayan bir daire çizen yolu izleyerek Lillestrøm üzerinden Enebakk yoluyla Hauketo’ya geliyordum, böylece güzel anılarımı da tazelemiş oluyordum.
Her ne kadar kullandığım yol daha uzun ve vakit kaybettirici olsa da bunu önemsemiyordum çünkü son bir yıldır hastalık nedeniyle işten raporluydum. Durumumun ne olacağını da bilmiyordum. Sosyal Güvenlik Kurumu Şubesi’nden bir mektup gönderip beni görüşmeye çağırmışlardı. Ancak ilk etapta iş hayatına yeniden dönmem söz konusu olamazdı. İlaçlarımı almayı ihmal etmediğim sürece günler sorunsuzca geçip gidiyordu.
Mosseveien Caddesi boyunca arabayı 60 kilometrenin altında kullandım, Ulvøya adasını karaya bağlayan köprüye gelinceye kadar hiç trafikle karşılaşmamıştım. Köprünün otomobilin tekerleklerinin altında titremesi bende hoş duygular uyandırmıştı, tıpkı bir teknede gibiydim, sevmiştim bu duyguyu…
Adaya geçer geçmez arabamı kavşağın yakınında yolun sağında uygun bir yere park ettim, geriye yaslanıp gözlerimi kapattım ve beklemeye başladım. Diyaframdan soluk alıp verdim biraz. Sonra kapıyı açtım, dışarı çıktım ve arabanın çevresini dolandım, bagaj kapağını kaldırdım, içinde balık takımlarımın bulunduğu eprimiş siyah çantayı elime aldım. Olta takımım oldukça basitti, mantara bağlı bir misina, yirmi tane iğne, bir de iskandil…
Müdavimlerin çoğu köprünün üzerinde yerlerini almışlardı, on küsur yıldır buraya geliyorlardı. Aralarına son yıllarda katılmış olan bir tek ben vardım, buna rağmen hiçbiri neden geldin diye beni sorgulamamıştı. Ben de son üç aydır haftada en az iki kez buradaydım.
Elimde çantayla köprüye geldiğimde en yakında duran adam bana doğru hafifçe döndü. Üç parmağını beresine götürerek izci selamına benzer bir selam verdi. İki eski kazağı üst üste giymişti, üstteki lacivert, onun altındaki beyazdı, eh beyaz gibiydi yani… Konteyner-Jon diyorlardı ona. Ellerinde parmaksız eldivenler vardı, belki normal eldivendi bunlar da o parmaklarını kesivermişti. Gazete dağıtımcısında da görmüştüm bunu. Köprüdeki adamın eldivenleri sürpriz renkte, kırmızıya bakan bir pembeydi.
“Bir şeyler tuttun mu?” diye sordum.
Cevap vermeden gülümsedi ve yere, ayaklarının dibine yaydığı gazeteyi işaret etti. Orada orta büyüklükte bir morina ve bir tanesi hâlâ kıpırdayan iki uskumru vardı. Sol gözünü hafifçe kırparken sağ elini havaya kaldırıp, üç kez beş işareti yaptı.
“Demek on beş dakikada bu kadar tuttun ha!” dedim ve hafifçe ıslık çaldım.
Bir naylon torba, ICA, COOP ya da benzeri bir süpermarketin poşeti köprünün parmaklıklarına doğru fırlatılmıştı, bu torbanın balıkçıya ait olmadığı belliydi, az ötede kullanıldıktan sonra buruşturulup atılmış iki kahve bardağı, hardal ve ketçaba bulanmış bir kâğıt peçete görülüyordu, biraz daha ileride ise yere okkalı bir balgam yapışmıştı. Konteyner-Jon eldivenli elini ağzına götürdü ve ciğerlerinden hırıltılar gelecek şekilde birkaç kez şiddetle öksürdü. Sonra döndü ve karanlığa doğru bakarak şunları söyledi:
“Allahın belası yabancılar. Gündüzleri balık tutuyorlar.”
Balıkçının yanından yürüyüp geçtim, karaya yakın bir yerde asma köprüyü taşıyan çelik halatlardan ikisinin arasında durdum, mantara sarılı oltadan son olta iğnesini kurtardıktan sonra yarım metre kadar misina açtım ve köprünün korkuluğuna yaslandım. Bileğimi biraz acemice hareket ettirerek mantardaki misinayı çözdüm ve iskandili yavaş yavaş suya saldım. Her bir olta iğnesinin kösteğe bağlandığı yere parlak kırmızı renkli naylon bant sarmıştım. Amcam en hızlı balıkçılık devrinde, üç kuruşa kiraladığı kayığıyla buradan biraz daha güneyde Bunnefjord’da Roald Amundsen’in evinin hemen karşısında balık avına çıktığı zamanlarda daima yem olarak midye kullanırdı. Bin dokuz yüz altmışlı yılların başlarıydı, amcam tuzlu suda avlanmayı tercih ettiğinden gri renkli otomobiliyle uzak mesafelere gider, ayaklarında lastik çizmelerle Bekkensten iskelesinin yanından neredeyse dizlerine kadar gelen suya girer, ıslatmamak için beyhude gayret göstererek gömleğini dirseklerine kadar sıyırmış bir halde öne doğru eğilip midye toplar ve topladığı midyeleri hemen yanı başında suyun üzerinde yüzmeye bıraktığı bir plastik çanağın içinde biriktirirdi. Ancak bu benim için fazla zor bir işti, yem bulmak için o kadar da uzağa gitmiyordum doğrusu. Yine de oltama takılan balıklar o zamanlar amcamın oltasına takılandan ne daha az ne daha fazla oluyordu. Yeme gerek yoktur, balık zokaya gelir, diyordu köprüdekiler.
Bir bisiklet tekerleğine ait göbeği köprünün korkuluğuna çamurluk telleri yardımıyla tutturdum. Genellikle balıkçı teknelerinde küpeşteye monte etmek suretiyle kullanılan vadbein isimli bu gereç bir tür makaraydı, istenirse dükkândan da satın alınabilirdi. Oysa benimkisi patenti bana ait basit bir düzenekti. Olta ipini göbekteki yivi takip edecek şekilde saldım, böylelikle salıp çekme hareketini oltayı hiç sarsmadan ahenkli bir şekilde yapabiliyordum; ayrıca köprü demirinin misinayla temasını keserek misinayı aşınmaktan, hatta kopmaktan korumuş oluyordum. Daha önce bu kopma olayı başıma gelmiş ve herkese eğlence olmuştum.
Yavaş yavaş hava aydınlanmaya başladı. İki saattir köprüde duruyordum ve oltama hiçbir şey takılmamıştı. Her ne kadar bu durum biraz sinirime dokunuyorduysa da, balığa o kadar meraklı değildim açıkçası. Eskisi gibi değildi yani… Tuttuğum balıkları da veriyordum zaten.
Genellikle ilk araçlar yokuş aşağı inerek köprüye doğru gelmeye başlamadan önce evin yolunu tutardım, ancak bugün oyalanmıştım biraz. Daha el çantamı toplamamıştım ki karşıdan şık ve pahalı arabalar görünmeye başladı. Sırtımı yola döndüm, üzerimde düğmeleri sıkıca iliklenmiş, eprimiş lacivert gemici tarzı bir kaban vardı. Bu kabanı Mørk’te geçirdiğim gençlik günlerimden beri giyiyordum, orijinal sarı madeni düğmelerinden sadece bir tanesi sağlam kalmıştı, başımda kulaklarıma kadar indirmiş olduğum yün örgü bir bere vardı. Yani arkadan bakıldığında diğer insanlardan hiçbir farkım yoktu.
Oltayı korkuluğa sabitleyip arkamı döndüm ve el çantamdaki sigara paketinden bir sigara çıkarmak üzere çömeldim. Aslında sigarayı bırakmam gerekiyordu, sabahları öksürmeye başlamıştım, bu kötüye alametti… Tam o sırada yanımda bir araba durdu, sürücü penceresiyle burun burunaydık adeta. Yavaşça doğruldum, bir kibrit çakıp dudaklarımın arasına sıkıştırmış olduğum sigaraya götürdüm, kibrit kullanmak âdetimdir, plastik çakmaklardan hiç hoşlanmam.
Araba gri bir Mercedes’ti, gıcır yeni, kaportası insan teninin bazen parladığı gibi pırıl pırıl parlıyordu. Pencerenin camı sessizce indi.
“Jim değil mi bu?”
Onu hemen tanımıştım. Tommy. Saçları seyrekleşmiş ve kırlaşmıştı. Sol gözünün üzerinde yatay bir çizgi gibi duran gümüşümsü parlak yara izi hâlâ çok belirgindi. Üzerinde düğmeleri boynuna kadar iliklenmiş mor bir palto vardı. Pek de ucuza benzemiyordu palto. Tommy değişmemişti, ama aynı zamanda da Devlet Düşmanı filmindeki Jon Voight’a benzemişti. Deri eldivenler. Masmavi bakışlar. Bakışı biraz flu sanki…
“A, bu sensin,” dedim.
“Hay iblis yahu, kaç yıl geçti aradan… Yirmi beş yıl. Otuz yıl.”
“Eh aşağı yukarı, hatta biraz daha fazlası var,” dedim.
Gülümsedi.
“O gün sen yoluna ben yoluma gitmiştik değil mi?” Bunu belli bir anlama çekilmeyecek şekilde söylemişti.
“Doğru,” dedim.
Tommy gülümsedi, beni gördüğüne sevinmişti, öyle görünüyordu.
“Şimdi sen bu köprüde durmuş, başında bere balık avlıyorsun ve ben de bu otomobille buraya geliyorum. Pek ucuza da mal olmadı ha, araba… Ama durumum müsait. Lanet olsun, istesem iki araba birden alırdım, hatta parasını da peşin sayabilirdim. Ne garip değil mi?” Gülümsedi.
“Nedir garip olan?”
“Her şeyin böyle olması. Yani tam tersine dönmesi.”
Tersine dönmesi, diye düşündüm. Bu muydu yani… Gerçi Tom-
my bunu beni aşağılamak için söylememişti. Böyle bir şeyi asla yapmazdı, yani hâlâ gençlik günlerimizdeki Tommy ise yapmazdı bunu. Yalnızca tuhafına gitmiş olmalıydı bu durum.
“Eh, haklısın yani. Tuhaf bir durum.”
“Balık geliyor mu bari?”
“Bi bok yok,” dedim. “Günümde değilim anlaşılan…”
“Ama balığa ihtiyacın yok değil mi, yani, demek istiyorum ki yemek için, yani anladın değil mi?”
“Yok tabii,” dedim.
“Öyle bir şey varsa sana yardım edebilirim,” dedi.
Ben sesimi çıkarmayınca da “Aptalca konuştum, özür dilerim,” dedi. Yüzü kıpkırmızı olmuştu, belki de biraz fazla içkiciydi.
“Hiç sorun değil,” dedim.
Doğru değildi bu, ama Tommy çok önemliydi bir zamanlar. Birbirimize çok sadıktık.
Yokuştan inen arabalar köprüye doğru kuyruk oluşturmaya başlamışlardı, arkadan biri korna çaldı.
“Seni gördüğüme çok sevindim. Başka bir gün yine görüşürüz belki Jim,” dedi Tommy, adımı telaffuz etmesi biraz tedirgin etmişti beni, sanki yüzüme bir cep feneri tutulmuş gibi… Başka bir gün demekle neyi kastetmişti, ne olacaktı görüşürsek, bilemedim o an. Camı karartılmış pencere yavaş yavaş kapandı. Tommy elini havaya kaldırdı ve otomobil harekete geçti, köprünün üzerinde hızlandı sonra sola, kente doğru dönüş işareti verdi. Etraf aydınlanmıştı. Bugün hava bulutsuz ve açık olacağa benziyordu.
Aynı beceriksiz hareketlerle misinayı mantara geri sardım, son iğneyi de sabitledim, iskandil oltamdan sarka sarka parmaklıklar boyunca yürüyüp ağzımdaki sigarayı tellerden aşırarak fırlattım, ateşten bir yay çizerek denize düştü; olta takımını el çantama, el çantamı da bagaja koydum, bagaj kapağını kapattım ve yolcu tarafına geçtim, çalıların orada dizüstü yere kapanıp iki elimi karnıma bastırdım, nefes alıp verişimi yavaşlatmaya çalıştımsa da başaramadım. Ağlamaya başladım. Ağzımı tamamen açmıştım, böylelikle hem daha az ses çıkıyordu hem de hava alışım kolaylaşıyordu, öyle feci bir haykırış koparmadım yani… Biraz tuhaf bir durumdu.
Krampların geçmesi biraz vakit aldı, önce yorulup bitap düşmem gerekiyordu, sonra krizi her zamanki haline bıraktım. İnsanoğlu neler öğreniyor. Sonunda tek kolumla arabanın kapısından destek alarak yavaş yavaş doğruldum, diğer elimle yüzümü sıvazladım ve arabanın etrafını dolaştım. Köprüdeki balıkçılar kendi işleriyle meşguldüler. Aralarından üçü gitmeye hazırlanıyordu. Arabama girdim. Bir tek benim arabam vardı. Diğerlerinin nerede oturduğunu bilmiyordum, yürüyerek geldiklerine göre uzakta oturuyor olamazlardı. Bir keresinde onları gidecekleri yere bırakmayı önermiştim ama kabul etmemişlerdi.
Köprüyü geçtikten sonra doğrudan Oslo merkeze giden yolu seçtim, trafik Mosseveien Caddesi üzerinde Oslo yönünde tıkalıydı, üstelik burası paralı yol olduğundan yirmi krona patlayacaktı bana; ancak gelirken kestirmeden, yani Lørenskog Furuset üzerinden gelmiş olsaydım, kente girerken o taraftaki gişede para ödemiş olacaktım, bu hesaba göre oradan tasarruf ettiğimi buraya verecektim, yani ikisi de bir kapıya çıkıyordu.
Otomobili geldiğimin tersi yönde sürdüm, doğuya giden şeritte çok az taşıt vardı. Karşı şeritte kente gitmek üzere yolda çıkmış arabalar upuzun bir zincir gibi kenetlenmişken ben Vålerenga ve Etterstad tünellerine girdim, E6 karayolunda yeniden gün ışığına çıkıp, Karihaugen’den sağa Lillestrøm istikametine doğru ilerledim, Lørenskog yerle bir edilmiş, her taraf dipsiz kuyular şeklinde kazılmış, alışveriş merkezleri ve katlı otoparklar dikilmek üzere şantiye alanına dönüştürülmüştü. Solheim kavşağından sonra ekmek gibi dilimlenmiş tepeler gördüm. Mevsim sonbahar, aylardan eylüldü, otoyol boyunca kümelenmiş ağaç kümelerinin sarı kırmızı renkli yaprakları belli belirsiz seçiliyordu, Rælings Tüneli’ne doğru giderken açık pencereden içeriye soğuk ve nemli bir rüzgâr esti.
Garajdan benim kata çıkan iki merdiveni zorla tırmandım, tek başına yaşadığım üç odalı dairemin kapısını anahtarımla açtım. Bitkindim. Boynumu dikleştirip başımı üç dört kez çevirerek esneme hareketi yaptım, ayakkabılarımı ayağımdan çıkarıp ceketlerimin asılı olduğu portmantonun altına, topukları süpürgelik tarafına gelecek şekilde yerleştirdim, askılıklardan birine kabanımı astım, balık avı takımlarımı üzerinde bir horoz resmi bulunan, Sætre bisküvi fabrikasının bir zamanlar ürettiği bisküvilerin ambalajı olan teneke kutuya koydum, kutuyu ardiyede bir rafa kaldırdım, sonra banyoya gidip avuçlarıma su doldurdum ve yüzümü güzelce yıkadım. Aynada dikkatlice baktım yüzüme. Göz altlarımda koyu renk halkalar vardı ve gözlerim kıpkırmızıydı, galiba arabayı alkollüyken kullanmıştım. Bunun daha yeni farkına varıyordum.
Yüzümü havluya kurulayıp çıplak ayakla usulca salondan geçtim ve yatak odasına doğru ilerledim, kapıyı açıp içeri baktım. Kadın hâlâ uyuyordu. Yastıkta bir tutam kumral saç. Dolgun dudaklar… Eşikte durup bekledim. Bir dakika, iki dakika, sonra geri döndüm ve kanepeye oturdum, bir sigara yaktım. Sigaranın yalnızca yarısını içebildim. Sigarayı bırakmalıydım. Bu hafta deneyeyim, diye düşündüm.
Sigarayı tablada söndürdükten sonra kalktım, hole çıktım, ardiyeden bir battaniye çıkardım, dönüp kanepeye doğru gittim, uzanıp yattım. Gözlerim çok yanıyordu. Gözkapaklarım açılıp kapanmamak üzere direniyorlardı, cildim elmacık kemiklerim üzerine kupkuru gerilen sert bir maske gibiydi adeta… Uyuyamayacağımdan emindim. Oysa uyumuşum, uyandığımda kadın gitmişti.
Adını hatırlamaya çalıştım, olmadı…

Kitabın Künyesi
Reddediyorum
Per Petterson
Metis Yayıncılık / Roman Dizisi
Özgün adı: Jeg Nekter
Çeviri: Banu Gürsaler Syvertsen
Yayına Hazırlayan: Müge Gürsoy Sökmen
Kapak Tasarımı: Emine Bora
Kitabın Baskıları:
1. Basım: Aralık 2013
248 s.

Per Petterson Hakkında
1952’de Oslo’da dünyaya geldi. Kütüphanecilik eğitimi alan Petterson, tüm zamanını yazarlığa vakfetmeden önce bir süre kitapçılık, çevirmenlik ve edebiyat eleştirmenliği yaptı. 1987’de öykülerden oluşan ilk eseri Aske i munnen, sand i skoa yayımlandı. Daha sonra yazdığı Ekkoland (1989), Det er greit for meg (1992), Til Sibir (1996), I kjølvannet (2000) adlı eserleriyle Norveç’in en iyi romancıları arasına girdi. At Çalmaya Gidiyoruz ile büyük bir çıkış yapan yazar hem Norveç Kitapçılar Ödülü’nü hem de Norveç Edebiyat Eleştirmenleri Ödülü’nü aldı. Eser İngilizceye çevrildikten sonra dünya çapında ün kazandı. 2004’te Månen over Porten adlı bir deneme kitabı yayımlayan Petterson’un Lanet Olsun Zaman Nehrine adlı romanı Kuzey Ülkeleri Konseyi’nin edebiyat ödülüne layık görüldü.
Metis Yayınları’ndaki kitapları
At Çalmaya Gidiyoruz, 2008
Lanet Olsun Zaman Nehrine, 2012
Reddediyorum, 2013

Previous Story

Konstantinopolis Hipodromu (Oyunlar, Halk ve Politika) – Gilbert Dagron

Next Story

Hayvanlar Üzerine – Elias Canetti

Latest from Romanlar

Sarsılmak – Zafer Köse

Sarsılmak, derin ve katmanlı bir roman. Gündelik dilin nüanslarını yansıtan akıcı bir dille yazılmış olması da önemli.Zafer Köse sadece bir depremi değil, toplumsal ve
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ