BÖLÜM I
“Hatırlayamayacağınız kadar eskiden, geleneksel davranışlar ileri gelenlerini çekip kendilerine bağlarlarmış; yüksek ahlâklı kişiler de, eski davranışlara, atalarının kuruluşlarına sımsıkı sarılırmış.” CİCERO

a) Ne Biçim İnsanlardı?
Romalılar ne biçim insanlardı? Kişi, ettiğiyle tanınır derler; bu yüzden, bu soruya cevap vermek için, ilkin, yapılan işler için Roma tarihine, sonra, bu işleri yaptıran düşünceyi anlamak için de, Roma edebiyatına başvurmamız iyi olur. Romalılar, tarihleriyle yargılanmaya gönülden râzı olurlardı, çünkü tarih onlar için yapılan işlerdi res gestae terimi Lâtince’de ‘yapılan işler’ anlamına gelir ve tarih kelimesini ifâde eder. Edebiyatları konusunda ne güzel söylenmiştir: ‘Lâtin edebiyatını incelemedeki başlıca amaç, Roma’nın tarihini anlamaktır, oysa Yunan tarihi, Yunan edebiyatını anlamak için incelenir.’ Demek oluyor ki, SORUYA CEVAP ANCAK Roma tarihinin incelenmesiyle verilebilecek, cevabın da, kitabın bu ilk bölümünde değil, son bölümünde olması gerekecek. Ama bu kitap bir Roma tarihi değil, Roma tarihi üzerinde ileri incelemeler yapmaya değer mi, değmez mi, bunu düşünmeye bir çağrıdır; bu çağrı da, Roma’nın eserinin türlü yönlerinin birkaç çizgisiyle belirtilmesiyle olacaktır.
Romalılar tarihleri boyunca, bireyin ya da insan topluluğunun dışında, insanın gözden kaçırmaması gereken bir ‘kudret’in varlığını derinden duymuşlardır. İnsanın bir şeye boyun eğmesi gerekti. Bundan kaçınmak felâketi buyur etmekti; buna istemeyerek boyun eğmek, üstün kuvvetin kurbanı olmaktı; gönülden râzı olundu mu da, o kuvvetle işbirliği yapacak seviyeye yükselebilmek demekti; işbirliğiyle o üstün kudretin eğilimini, hattâ amacını sezebilmek imkânı vardı. Gönülden işbirliği, insana kendini dinsel bir amaca adıyormuş duygusu veriyordu; amaçlar daha bir açık vermeye başlıyordu. Daha yüksek bir seviyedeyse kendine ve devleti teşkil eden kendi gibi kimselere verilen, tanrısal bir görev duygusu belirecektir. Romalı general, zaferle biten bir muharebe dönüşünde ‘zafer’ini, şehrin kapılarından Jüpiter’in (daha sonra İmparatorluk devrinde Mars Ultor’un) tapınağına kadar, şehri bir baştan bir başa geçerek, tapınakta, “Roma halkının sâyesinde Jüpiter’in başarısını” tanrıya sunarak kutlardı.
Roma’nın tâ başından beri, Romalıda, kendini tanrısal bir amaca adama duygusu görülür. Bu, ilkin belli belirsiz, olgunlaşmamış, korkuyla karışık bir duygudur; sonraları iyice belirir ve çoğu zaman onları harekete geçiren baş sâik olur. Son zamanlarda Roma’nın tanrısal görevi artık iyice açığa çıkmıştır; tam Romalı olmayan kimseler bunu daha da belirtirler, üstelik görevin yerine getirildiği belli olan bir zamanda, bunun üstünde daha çok dururlar. Bu kendini adama duygusu, ilkin ev ve aile içinde belirir; Şehir-Devlet’inden daha açığa çıkar, İmparatorluk ülküsündeyse en yüksek noktasına erişir. Zaman zaman türlü düşünce kategorileri ve ifâde biçimleri kullanılır; ama temeli dine dayanır, çünkü deney alanının ötesine atlayıştır bu. Görev yerine getirildiğinde temeli değişir.
Roma karakterinin ve tarihinin anahtarı işte buradadır.
Romalı kafası bir çiftçi, bir asker kafasıdır; ne sadece çiftçi ne de sadece askerdir, çiftçi-askerdir; bu Romalının ne çiftçi ne de asker olduğu sonraki çağlarda da böyledir. “Sürekli çalışma”dır çiftçinin alınyazısı, çünkü mevsimler insanı beklemez. Yine de kendi çalışması hiçbir şey sağlamaz ona; o, tasarılar, hazırlıklar yapar, toprağı sürüp, ekin eker; ama bunları kontrol altında tutabilmek şöyle dursun, aklın almayacağı güçlerin yardımını sabırla beklemesi gerekir. Bu güçleri kendi yararına çevirmek için elinden geleni yapacaktır, ama çoğu zaman, o kuvvetlerle ancak işbirliğinde bulunabilir; amacına erişebilsin diye, onu bir âlet olarak kullansınlar diye o güçlere katılır. Hava değişmeleri ve felâketler onu hayâl kırıklığına uğratabilir; ama boyun eğip, beklemekten başka çâresi yoktur. Ömrü belli bir düzen içre geçer; ekim zamanı, ekinin büyümesi, hasat belli aralarla birbirini izler. Tarlada geçer ömrü. Sonradan bir vatandaş olarak siyasal hayata atılacak olursa, bu, toprağını, malını ya da oğullarının işlerini savunmak içindir. Onca deneye dayanan bilginin karmaşık kuramlarından daha çok değeri vardır. Erdemleri: Namus, iktisat, ileriyi görüş, sabır, çalışkanlık, dayanıklılık, cesâret, kendine güven, basitlik ve kendinden büyüklere saygıdır.
Bunlar aynı zamanda, askerin erdemleridir. Disiplin icabı, düzenli hayatın değerini o da bilir, çünkü içgüdüsel olarak âni bir çağrıya cevap vermesi gerekmektedir. Kendine güveni olmalıdır. Çiftçinin gücü, dayanıklılığı askerin işine yarar; el ustalığı Romalı asker olmasına yardım eder, yapıcı olması, hendek kazmayı, yol ve tahkimât yapmayı bilmesi gerektir. Tarla ekmesini, taş oluklar kazmasını bildiği gibi, bir ordugâh düzenlemesini, tahkimât yapmasını da bilecektir. Açık havada yaşayabilmelidir, zaten ömrü boyunca işi gücü bu olmuştur. Asker de, bir tarımcı gibi, önceden yapılan bütün tasarıları altüst edebilecek beklenmedik olayları, gözden kaçırmamak gerektiğini bilir. Umulmadık güçlerin varlığından haberlidir ve kaderin, ya da talihinin bir aracı gibi yardım ettiği başarı kazanan bir generalin “talihli” bir general olduğunu bilir. Toprağına, çevresindekilere ve dostlarına bağlıdır. Günün birinde bir siyasal tartışmada kanı beynine hücum edecek olursa, savaş sona erdiğinde sürebileceği bir toprağı ve içinde yaşayabileceği bir çiftliği olsun diyedir. Bu bağlılığı, emrinde bulunduğu generale kayıtsız şartsız sunar. Türlü türlü insanlar, çeşitli ülkeler gören Romalı, yurduna faydalı ve iyi gördüğü şeyi getirir; ama onun için “bütün öteki topraklardan daha çekici gelen bir yer” vardır, bu, değişmesini istemediği eviyle, doğduğu yerdir.
Roma tarihini incelemek demek, Yedi Tepe üstüne kurulan Devlet-Şehri zamanından, dünyanın hâkimi durumuna gelinceye dek, görevini bir an için olsun gözden kaçırmayan Roma’nın gelişmesini incelemek demektir; sonra da üstünlüğe sahip olmasına ve bu üstünlüğü koruyabilmesine sebep olan şeyleri görmektir; bu sebeplerin ilki ve en etkini, Roma’nın şu gücünde beliriyordu; düşmanlarını dost ediniyor, onlar da eninde sonunda Romalı olup çıkıyorlardı, Romalı olmaları, onların İspanyolluğuna, Galyalılığına veya Afrikalılığına halel getirmiyordu. “Romanitas” kelimesi, Tertullianus’un Romalı zihniyetini, Romalı görüşünü ve Romalı düşünüşünü ifâde etmek için kullandığı uygun bir kelimedir. Bu kelime, sınırlı ve dar anlamında “Roma uygarlığı” terimine yaklaşır. Bu uygarlık terimi, insanların düşündüklerini, duyduklarını ve başardıklarını içine aldığı gibi, düşündüklerine, duyduklarına ve başardıklarına verdikleri değerleri de ifâde eder. Yaratıcı düşünceleri ve bu düşüncelere verdikleri değerler, maddî nesneleri kullanışlarını derinden değiştirecek olan birtakım eylemlerle belirebilir, ama işin maddî tarafı bir uygarlığın en az önemli yanıdır, çünkü uygarlık, aslında insanların kafasında ve rûhundadır. Tacitus’un dediği gibi, “Bilgisizlerdir (Büyük Britanya’dakilerden söz ediyordu) uygarlığın güzel yapılarla, rahat ve lüksle belirdiğine inananlar.” “Tacitus’un kullandığı Lâtince kelime, humanitas Cicero’nun sevdiği ve Roma dilinde özel bir anlamı olan Roma’nın yarattığı bir kelimeydi. Bu kelime, insanın kendi kişiliğine olan saygısını ifâde ettiği gibi, -insanın kişiliği tektir; onu sevmek alabildiğine geliştirmek gerektir- başkalarına ve onların özgürlüklerine karşı olan saygıyla, onların kendi kişiliklerini sevme haklarını da ifâde ediyordu; böylece bu karşılıklı bir ödün, sevgi ve saygı anlaşması gibi bir şey oluyordu.
Bununla birlikte, uygarlığın çoğu zaman benimsenen anlamı ve daha somut ifâdesi “Roma barışı” terimindedir. Romalının karakteri, tecrübesi ve kudretiyle yavaş yavaş bilincin üst mertebelerine gelen görevin yapılmasını, bu fikirde kolaylıkla görüyordu. Başlangıçta hükümdar, Devlet tarafından alınan kararların, dünyayı yöneten tanrıların irâdesine uygun olup olmadığından emin olmak için, dinsel törenlerle açığa çıkan belirtileri gözlemliyor ve kuşların davranışlarının geleceği tâyin edeceği fala başvuruyordu. Devletin dayanması gereken bütün ilkelerin başında, Cicero “Din ve Kuş falı”nın geldiğini söylemektedir; onun için, bu “Kuş falı”, Romulus’dan beri, tanrıların buyruğunu anlama gibi kutsal bir ödevi olan insanları ifâde eder. Kuş falları, kutsal kolejler, ve Vesta rahibeleri Symmachus’un (İ.S. 340’da doğmuştur) mektuplarında ele alınan konulardır. Symmachus bir putperest olup, o zaman İmparatorluğun resmî dîni olan Hıristiyanlığın amansız düşmanıydı. Cicero, Roma’nın gelişmesini ve gücünü muhafaza etmesini, inançlara ve dine bağlamaktan çekinmiyor; Horatius, Romalıların geniş imparatorluklarını kurmuş olmasını tanrılara boyun eğmelerine yorar. Saint Augustin, dört yüzyıl sonra muhteşem eserinin birinci bölümünü, bu teze saldırmağa ayırmıştır, nicedir geçerli olan bu teze göre, Roma, büyüklüğünü putlara borçluydu, bu putlaşmış tanrılar kurtarabilirdi ancak Roma’yı. Şüpheci filozof Yunanlı Polybius’un (İ.Ö. 205-123) şu sözlerini hatırlayalım: “Roma devletinin karakterini belirten ve ona kesin bir üstünlük veren, her şeyden önce tanrılara karşı davranışıdır. Öyle geliyor ki bana, başka devletleri bozan şey, yani tanrılardan yılmak, tersine, Roma devleti için bir birleşme sebebi olmuştur.” Daha sonra Atina’nın Yargıçlar Kurulu’nda Saint Paul’ün ağzından aynı sözler çıkacaktır. Polybius, barbar sürüler en sonunda Roma’yı istilâ ettiğinde, tanrılara olan inancı sağlam tutan şeyin, Roma’nın büyüklüğü ve sonsuzluğu fikri olacağını fark edemeden ölmüştü.

b) Gelenekler

Roma dîni bir aile dîniydi, sonradan genişleyerek bir devlet dîni olmuştur. Aile gibi, devlet de bir kutsal kuruluştu, ailenin son derece basit dinsel törenleri vardı, bunlar yavaş yavaş yeni ihtiyaçlara kendilerini uydurdular, en sonunda da Roma şehrini teşkil edecek olan, koloniler halinde toplanan türlü ırk ve toplumlarla temasa gelerek değiştiler.
Her nesnede ve her varlıkta bir “kuvvet”, “rûh”, veya “irâde” gören ilkel dîne, antropologlar animizm (rûhçuluk) demişlerdir. İlkel Romalı için numen ya da tanrısal kudret veya irâde, her yerde ve her şeyde vardı, daha doğrusu her yerde ve her şeyde kendini belli ediyordu. Bütün bilinebilen şey bunun bir eylemde bulunmasıydı; ama nasıl oluyordu da eylemde bulunuyordu? Bu ancak meydana çıkardığı sonuçlarla biliniyordu. İnsan aynı zamanda eylem ülkesi olan rûh alanına haksız olarak girmişti; onu kavrayan korkuyu nasıl yatıştıracaktı ve kendine “tanrıların sükûnunu” bağış etmesi için numen’in etkisini istediği yöne nasıl çevirebilecekti?
Bu karanlık irâdenin karşısında, insanın ilk tepkisi bunu sınırlamak ve kendi için hayatî önemi olan filân nesneye falân amaca onu yöneltmektir. Bazı özel olayların yer almasında, bu irâdenin karışmasına bir ad vermenin, onu istenen amaca çevirmeğe yeteceğine inanıyorlardı. Ailede ve çiftlikteki işler de çok olduğundan –toprağı işlemek, dokuma yapmak, yiyecek hazırlamak, çocuklara bakmak- bu kuvvet türlü adlar altında türlü sembollerle belirmekteydi. Doğanın bütün eylemleri, insanın bütün çalışması karanlık ama, etkin ve belli belirsiz tanrılar hâline gelen bu kuvvetlerin huzurunda yer alırdı.
Bu yardıma çağırmalarla birlikte dualar söyleniyor, süt, bal, yiyecek ve hattâ kurbanlık hayvanlar sunuluyordu. Aile başkanı, belli törensel sözler söyleme ve törenleri yönetme ayrıcalığına sahip olup, rahip rolü oynuyordu. Bu sözler ve dinsel törenler, babadan oğla geçiyordu ve hiç değişmiyordu. Tören sırasındaki bir yanlışlık numen’in eylemini, yani tanrısal irâdeyi bozmaya ve aileyi hayâl kırıklığına uğratmaya yetiyordu. Bu aile tanrılarının çoğunun adı bizim Avrupa dillerine geçmiştir: Aile ocağının rûhu olan vesta, evin kilerinin bekçileri penat’lar, aile tanrıları anlamına gelen Lares’ler ve daha birçokları vardı. Her gün dua edilirdi; aile yemeğinde tanrıların hakkı için yere şarap saçılır, günlük yakılır, yemek dînî bir hava içinde yenirdi. Bazı törenler ölülerle ilgiliydi, ölülerden bazıları düşman sayıldıklarından özel törenlerle evden dışarı atılıyorlardı; geri kalanlarınsa –iyi rûhların- törenlerde ve yıldönümlerinde bulunmaları gerekiyordu.
Aileler biraraya gelerek, topluluklar kurmağa başlayınca devletin dîni aile dîninden örnek aldı. Kral, hem hakan, hem de rahipti. Krallık ortadan kalktıktan sonra bile, bu unvan kaldı: “Kutsal şeylerin kralı” deniliyordu. Kralın çevresinde rahipler “Kolejleri” vardı, bunlar hiçbir sınıfa ait olmayan fakat dinsel tören ve bayramlara katılan kimselerdi. En önemli “Kolej” pontifices kolejiydi, görevi gelenekleri korumak, yasalar koymak ve önemli bayramlar ile, önemli dinsel olaylarla ilgili evrakları saklamaktı. Bu kolej kutsal bir yasa koydu (jus divinum). Öteki kolejler pontifices’lerle işbirliği yapıyordu. Vesta bakireleri Devlet ocağının bekçileri oldular, falcılar kuşların uçuşlarına, ya da hayvanların karınlarına bakıyor ve ileriyi görmeğe çalışıyordu. Tarım bayramları ulusal bayramlardı. Hasat, sınırların güveni, kurt avı şehirde genel ilgi çeken konulardı.
Eski bayramlara yenileri eklendi, böylece bir takvim üstüne liste halinde yazıldı. Başlangıçta Mars, tarlalar tanrısıydı; ama savaşı bilen tarımcı-askerler, onu savaş tanrısı yaptılar. Deney alanları genişledikçe, Romalılar yeni tanrılar benimsiyorlardı, böylece Etrüsk şehirlerinin ve İtalya’daki Yunan şehirlerinin tanrıları takvimde yer aldılar. Jupiter, Junon ve Minerva Etrüsklerden alındı; Vulcain, Yunan tanrısı Hephaistos’un yerine geçti. Şimdiye dek sadece Roma tanrılarından söz ettikse de, birçok “Eski İtalya” tanrısı da vardı; nitekim Roma, her birinin kendi dîni olan, ama aralarında bir aile havası olan birçok “Eski İtalya” oymaklarından müteşekkildi.
Tanrıları yardıma çağırma formülleri ve duaları yazmak, muhafaza etmek ve yaymak kolejlere düşüyordu. Daha sonra rahipler dinsel törende söylenen sözleri kendilerinkinden başka bir dilde söyleme yetkisi aldılar; derin anlamlarını saklamakla birlikte, dinsel törenler anlaşılmaz duruma geliyordu. Devlet kültü, vatandaşların zihninde bayramlar, halk eğlenceleri ve kurbanlar sayesinde gelişiyordu. En sonunda, Roma’ya akın halinde gelen birçok Yunan ve doğu dinlerinin, onlara kendilerinde olmayan pitoresk bir hava veren, hikâyelerini ve efsânelerini Roma dînine nasıl getirdiğini göreceğiz. İ.Ö. IV. ve III. yüzyılda özellikle, Devlet dînine yeni alışkanlıklar aşılandı, Devlet dîni bunları kabûl edip Roma törenlerine kattı. Bununla birlikte, yabancı unsurların bu bolluğu, ırk ve edebiyata iyice kök salmış olan eski Roma dîninin temelini, hiçbir zaman büyük çapta değiştirmemiştir, çağın yazıtları bu dîne köylerde olduğu gibi, şehirde de sâdık kalındığını inkâr edilemeyecek şekilde tanıtlamaktadır. Elbette İ.Ö. son yüzyılın Yunan felsefesiyle yoğrulmuş zihin adamları, boş ve değersiz dedikleri bu efsâneleri hor görüyorlardı belki, ama bu zihin adamlarının kendileri kutsal kolejlerdendi ve Devlet ile aileyi, dinlerine devam etmeleri için destekleyen kimselerin başında geliyorlardı. İlk İmparator Augustus, Devletle birlikte batma tehlikesi geçirdiğinde, onu boşuna kurtarmamış ve içindeki ahlâk yapısıyla birlikte, saygı duyulacak bir kuruluş haline yeniden boşuna getirmemişti.
Bu kişiliksiz ve soğuk din, mitosların efsânevî karakterinin hiç değiştirmediği sağlam bir ahlâkla destekleniyordu. Ölümsüz mısraları arasında, bazen insanlardan daha aşağı davranışları olan tanrıların hikâyelerini anlattı diye, sonradan Homeros’a çıkışılmıştır. Romalıların dua formüllerinden başka, Yunanlılarınki gibi dinsel edebiyatları yoktu, bu yüzden hayâlci unsurların, yerleşmiş ilkelere halel getirme tehlikesi yoktu. Herkesin ödevi tanrılarıyla iyi bağlar kurmaktı, oysa onların metafizik nitelikleri üstünde fikir yürütme denen şey söz konusu değildi. Şehrin bütünüyle, vatandaşlarla aynı ödevlere sahipti, zaten vatandaşlar, istedikleri şeylere bağlanmalarını sağlayan tam bir davranış özgürlüğü içindeydiler. Roma’nın davranış özgürlüğü hiç değişmemiştir. Âmme ahlâkına ve Devletin kendisine halel gelmemesi şartıyla tanınan bir hoşgörüydü. Romalı, tanrılarında hep kendi erdemlerini görmüştür; ahlâksal evrimi de tanrıları temsil ediş şeklinde paralel bir evrim getirmiştir.
Güneş ışığıyla gök, Romalının bir tek ve aynı tanrıda kişilendirdiği ilk doğal unsurlardır; bu tanrı, Jupiter’dir, bununla birlikte Jupiter, bütün numina’ların kendinden çıktığı her şeyin biricik ilkesini temsil etmezdi. Hiçbir şeyin yüce kudretten saklı olamayacağı gök kubbenin altında, açık havada andiçmek ilkel çağların bir âdetiydi. Kendini bir türlü and’ın tanığı yapan bu niteliği yüzünden hercule fidius (iyi niyetle ödevli) sıfatını almıştır. Kişileştirme eğilimi burada bir kez daha görülüyor, fides iyiniyet anlamına gelen bir sıfatken, soyut bir kelime oluyor ve benzer bir yolla fides’in işin içine karıştığı türlü durumlarda fides kelimesine türlü sıfatlar ekleniyor.
Bir “Soyut Kendilik” durumuna getirmek için, özü meydana çıkarabilme yeteneği, hukukçunun diyalektik’inin özelliklerinden biridir. Romalılar, bunda ustaydılar, hukukları da bunu gösteriyordu. Zaten. Buna karşılık, hayâl kurma işlerine pek yatkın değildiler. Fakat ahlâk düzeninde, metinden önemli ilkelerini çıkarmalarını sağlayan yöntemleri zihinleri etkiliyordu. Ailede olsun, Devletin kendi içinde olsun, ahlâksal fikirler “tanrısal kuvvetler”in yanında yer alıyordu, bunların nesnel bir değeri vardı. Bu erdemlerin ne dereceye kadar soğuk ve tutkudan yoksun olduğunu belirtmek gerekmez burada, “tanrısal kuvvetler”de yoksundu bunlardan. Uzun bir “Asîl Romalı” sülâlesi, bu erdemleri kendi varlıklarında cisimleştirmişti. Daha sonra gelen ve ilk çağların erdemlerinden sık sık söz eden yazar, hatip ve tarihçileri iyi anlamak için ahlâkın, dînin kutsal bir özelliği olduğunu unutmamalıdır. Bu ahlâk, tanrılar için yapılan kült gibi, aileye ve Devlete kendini zorla kabûl ettiriyordu. Romalının en başarılı yanı olan ve onu hayâl ve çekicilikten yoksun yapmasına rağmen, bir ülkü uğruna kendini fedâ edecek derecede ileri götüren bu ödev duygusu, bundan doğmuştur. Onun için şeref ve adâlet tartışılacak konular değildi, bu kavramlar onda demir atmış, içgüdü ve gelenek halatlarıyla bağlanmıştı, hemen hemen dinsel bir inatla bu bağı koruyordu.
Ne uluyan kalabalık
Ne zorbanın öfkesi, ki bir hareketi yeter
ölüme mahkûm etmeye.
Sarsar cesâretini,
İrâdesi sağlam, doğru insanın.
Romalı sert bir kimseydi.
Roma zihniyetini en iyi belirten tabiî genius kavramıdır. Bu kavram, paterfamilias (ataerkil)’den türemiştir, böylece çocuk olur olmaz, erkek ailenin başı oluyordu. Bu temel göreve soyut bir özellik, mânevî bir varlık verilmektedir, paterfamilias ailenin devamını sağlar, aileyi korumak zorundadır. Oğul-baba-oğul-baba esrarlı zincirinin üyesi olan birey, yeni bir anlam kazanmaktadır; kendisinin de şekillerden birini teşkil ettiği, taştan yapılmış bir fresk’in içine kazılmış olduğunu fark etmektedir. Genius’u onu ailesinden ölenlerle, doğacaklar arasında bir yere koyar. Esrarlı ve güçlü bir zincir, nesilleri birbirine bağlar ve –et ve kandan yapılı bir insan olan o- genius’u sayesinde, bu görülmez zincirde bir bağ teşkil eder.
Asîl ailelerin âdetini, daha doğrusu ayrıcalığı olan şeyi hatırlamalıyız; evin girişine onlara şeref veren ve Devlete iyi hizmeti dokunmuş atalarının ilkin başlarının, sonra da büstlerinin balmumundan heykellerini koyarlardı. Bu evde yer alan önemli dinsel törenlere, büstlerin başkanlık etmesi içindi. Ne atalara tapıştı bu, ne de göçmüş olanların gazaplarını yatıştırmak içindi, onların daimâ yaşadıklarını, o kimselerin kendilerinin ve onların değer verdikleri şeylerin yaşadıklarını ve ailenin mânevî hayatını sürdüren şeyin, onlar olduğunu göstermek içindi.
Kuvvede olan bir paterfamilias, erkeğe bir genius, kadına da bir Junon tanınıyordu demekle; genius hakkında tam bir bilgi verilmiş olmaz; çünkü Roma’nın genius’undan önce bir genius vardı; böylece Roma’da genius’un ilk anlamı genişlemiş ve gelişmiş oluyordu. Bir ailenin genius’u, nasıl birbirini izleyen nesillerin temelini teşkil eden birliği ve devamlılığı ifâde ediyorduysa, genius, sonradan aralarında kan bağı olmayan, birbirini izleyen safhalar boyunca, ortak menfâat ve amaçlarla bağlı bir insan topluluğuna ait olmuştur. Bu topluluk kendi başına bir vücut haline gelmiştir; bir bütün halindedir, ama sadece kısımlardan meydana gelen bir bütün değildir, kısımlardan daha fazla bir şeydir, bu esrarlı şeyse, genius’tur. Böylece İmparatorluğun başlarında, ordunun, alayın genius’undan söz edilirdi; günümüzün bir subayına soracak olursanız, “alayın gelenekleri”nin duygularını pek ifâde etmediğini söyler; genius daha çok, kişiseldir. Böylece, bir şehrin, bir kulübün ve bir ticaret topluluğunun genius’unu görmekteyiz. Darphane ve gümrük gibi Devlet idâre teşkilâtı kollarının genius’undan söz edilir; Roma sosyal topluluklarının genius’unu, “bizim idarî teşkilâtımızın yüksek gelenekleriyle” karşılaştırası geliyor insanın. Romalılarda bir “şirket veya topluluğun” kişiliğinin hayret verici bir hayâl gücü vardı; topluluğun ardındaki rûh’a karşı çok hassastılar diyebiliriz, ve genius’tan çıkardıkları anlam işte buydu. Roma hukukunda, “Şirketler Kanunu”nun üstünde, inceden inceye çalışılarak meydana getirilmesinde şaşılacak taraf yok.
O sırada yol göstermekte olan güç, gelecekte de kılavuzluk edecektir; böylece Roma’nın genius’u, onu koruyan bir “İlâhî Takdir”, yerine getirmekte olduğu kutsal bir görev gibi bir şey oluyor.
Çiftçinin evinde kadın eşin, yetkili ve sorumlu bir mevkîi olduğu açık. Romalılarda, kuramsal olarak, kadın, kocanın himâyesi altındaydı ve kanunî hiçbir hakkı yoktu. Ama Yunan ailelerindeki gibi eve kapatılmış değildi; kocasının hayatını paylaşırdı, daha sonraki çağlarda da gıpta edilecek derecede, karılık ve annelik erdemlerinin örneği olmuştur. Baba şiddetli değilse de, sıkı bir disiplin uygulardı; tarlada, kasabada ya da evin içinde, kendileriyle birlikte türlü işlerde çalışan çocuklarından saygı görürlerdi. Eğitim anne-baba tarafından yapılırdı, “pratik bilgiler verilirdi çocuklara; geçmişin hikâyelerinden alınan örneklerle ahlâk aşılanırdı, Oniki Levha Kanunu’nu ezbere bilirlerdi.
Sonraki çağlar ilk zamanların ilkel basitliğine bakıp, bu basitliği idealleştirmişlerdir tabiî. Ama efsâne değildi bu; İ.Ö. üçüncü ve ikinci yüzyılda buna tanıklık eden edebiyat vardı, çünkü o sıralarda böyle yetişmiş kimselerle temasa gelerek yazmıştı yazanlar. Eski “gelenekler” birer gerçek olarak, hattâ ülkü gibi yaşıyordu. Romalıların, tarihleri boyunca tamamıyla Roma’ya öz gördükleri bazı erdemlerden söz ederken, bunların yaratılıştan gelen bir eğilimden, hayat amaçları ve yaşayış biçimlerinden, sağ kalabilmek için başlangıçtaki mücadelesinden ve Cumhuriyetin ilk yüzyıllarındaki dinden ileri geldiğini de söylememiz gerekir.
İlkin her erdemin başında, insanın kendinin dışındaki, onu “bağlama gücü” olan bir şeye boyun eğmeyi kabul ettiği göze çarpar; bunu ifâde eden religio teriminin de geniş bir uygulama alanı vardır. “Dindar Kişi” için “Yüksek pietas’lı kimse” denir çoğu zaman, pietas ise sözünü ettiğimiz boyun eğişin bir bölümüdür. Üzerinizde hakkı olduğunu kabul ederseniz, tanrılara karşı pius olursunuz; annenize, babanıza, büyüklerinize, çocuklarınıza, dostlarınıza, memleketinize, size iyilik edenlere ve sizin saygınızı, muhtemelen de sevginizi çekmesi gereken her şeye pius’sunuzdur, onların, üzerinizdeki haklarını kabul edip de ödevinizi gerektiği gibi yerine getirirseniz pius’sunuzdur; bu haklar vardır, çünkü aradaki bağlar kutsaldır. Pietas’ın ve officium’un gerektirdiği şeyler, kanunun dışında olan ve ancak son barınak olan, hususî hukukun sert kurallarını pratikte değiştirecek kadar kuvvetli, yazılı olmayan, başlı başına koca bir duygu ve davranış külliyatı meydana getiriyordu.
Gravitas kelimesi “eldeki işlerin önemli duygusu”nu ifâde eder, bu bir sorumluluk ve ciddîlik duygusudur. Her seviyedeki insana uygulanan bir terimdir –sorumluluklarından memnun bir devlet adamına veya generale, önemini bile bile oy veren vatandaşa, tecrübesine dayanarak ve iyiliğiniz için öğüt veren bir dosta uygulanabilir; Propertius sevgilisine “niyetlerinin ciddî” olduğuna teminât verirken kullanır. Romalıların nefret ettikleri bir nitelik olan levitas’ın karşıtıdır; levitas ciddî olacağınız yerde, kaygısız ve kararsız olmayı ifâde eder. Gravitas ile birlikte ekserî constantia (amaçta sebat) veya firmitas (tuttuğunu bırakmamazlık) da vardır; bunun yanında comitas da olabilir, bu da fazla ciddiyeti hafifletecek bir gevşemeyi, keyifi ifâde eder. Disciplina, karakterin değişmezliğini sağlayan eğitimdir; industria çok çalışmayı ifâde eder; virtus metinlik ve kuvvettir; clementia, insanın hakkından gönüllü olarak vazgeçmesi demektir; frugalitas ise basit zevkler anlamına gelir.
Bunlar, Romalıların en çok hoşuna giden özelliklerdendir. Bunlar, ahlâksal özelliklerdir, hattâ tatsız ve nâhoş şeyler de olabilir bunlar. Zihin veya hayâl gücünün, güzellik duygusunun, çok cepheliliğin veya sihrin –ki bugün en üstünde durulan kelimedir- Romalılar için yüksek ülküler olduğunu gösteren hiç bir şey yoktur bu ahlâksal özelliklerde. Tabiatla ve komşularıyla olan ilk mücadelede, Romalılara yardım eden bu nitelikler en önemli erdemler olarak kalmıştır. Şehir -Devleti’nin çevresinde bulunan eski uygarlığa üstün gelmesini, bunlara borçludur- kendisinin zorlukla elde ettiği erdemlerle düzeltilmeden ona aksak ve güçsüz gelen bir uygarlıktı bu. İnsanın kendine karşı ciddî olmasını ifâde eden severitas kelimesi bütün bunları özetleyebilir belki.
Burada anlatılan yaşayış biçimi ve karakter özellikleri, Roma tarihindeki en güçlü kuvvetlerden olan, kişinin atalarının âdetlerini mores maiorum’u teşkil etmektedir. Her ne kadar genel olarak kuruluşlar anlamına gelen instituta ve kanunlar demek olan leges gibi kelimeler eklenirse de buna, bu deyim, geniş anlamında devletin siyasal kuruluşunu ve hukukî çerçevesini de içine alabilir. Dar anlamında bu deyim hayat görüşü, ahlâksal özellikler ile biraraya gelince muazzam bir ilke ve alışkanlık geleneği hâline gelen yazılmamış hukuk, görev ve davranış teamülleri anlamına gelir. İsyancılar politika yönetimine, dinsel alışkanlıklara ve kabul olunmuş ahlâk ve eğlence kurallarına saldırdığı zaman, bu geleneğe başvurulurdu. Hatip, şair, asker ve devlet adamı tarafından buna başvurulması, en karışık zamanlarda dahi, ya da son çağlarda bile gücünden bir şey kaybetmediğini gösterir. Devrimciler, geleneği görmemezlikten gelebilirdi, ama ciddîye almamazlık edemezdi; hiçbir Romalı da, sırf eskiliği yüzünden bir şeyi yıkmayı aklından geçirmezdi. İkinci Kartaca Savaşı’ndan sonra, bu asîl geleneği temsil eden asîl Romalılara karşı olan saygının arkasında, yeni bir hava duyulmağa başlandı –o sıradaki bozuk çağdan yerine konamayacak derecede uzak, değerli bir şeyin geçmiş olmasına duyulan esef havası. Roma şiirinin Chaucer’i diye bilinen Ennius (İ.Ö. 239-169) ile başlar bu, “Roma, eski yaşayış biçimleri ve adamları üstüne kurulmuştur.” Mores Maiorum’a sık sık cân-ı gönülden başvuran Cicero, Brütüs tarafından şöyle övülür: “Erdemleri herhangi bir atamızın erdemiyle karşılaştırılabilir.” Bir kadına, “eski biçim hayat sürüyor” (antiqui moris) demekten daha övücü bir şey olamaz. Babasına karşı sevgi gösterisi gerçek olan Horatius, kendi eğitimi için şöyle der:
“Bilgeler” derdi, “söyleyecektir size nedenini,
Filânı yapıp falânı yapmayacağınızın:
Bense sizleri eğitebilirsem gittiği yolda
Eski günlerin bilge kişilerinin,
Ve yönetilmeniz gerektiği süre
Adınızla, canınıza halel getirmezsem, erdim demektir
amacıma:
Yıllarla olgunlaşan beyinlerinizle uzuvlarınız güçlenince
Öğüt gerekmeyecek artık, kendi başınıza yüzeceksiniz.
Gelenek, hiç olmazsa bir ülkü olarak İmparatorluğun son günlerine kadar yaşamıştır.
Geriye bakınca, eski Roma dîni gibi bir dînin insanın dinsel gelişimini arttırma imkânı olduğunu söyleyemeyiz; zihinlere çekici gelmez, bu yüzden de bir teoloji kuramamıştır. Ama çevresinde toplanan alışkanlıkların ve bunların yarattığı bağların Romalı karakteri üstünde büyük etkisi olmuştur; öyle bir kalıp meydana geldi ki, daha sonraki çağlarda, daha eski Akdeniz kültürlerinden gelen, yeni ve biçim bulmamış fikir karışımları bu kalıpla biçim buldu. Büyük adamlar, karakterleri veya başarıları yüzünden, azizlik seviyesine yükseltiliyordu. Romalıların sonlarına kadar şu veya bu biçimde beliren özelliği o dış kudrete –bu, ister bir tanrı, ister bir ahlâk kuralı, ister bir ülkü olsun- bağlılığın ve boyun eğiş duygusunun bu inançlardan ve yaşayış biçiminden ileri gelmesi gerek. Yeniyi kendi içine almasına rağmen, örneği muhafaza eden ve geçmişle olan bağını koparmak istemeyen o süreklilik duygusunun da aynı kaynaktan gelmesi gerek; çünkü geçmişin değerleri korunduğu takdirde, geleceğe daha bir güvenle bakılabilirdi. Resmî dinsel törenlerin tâ başlangıçta “kutsal yasa” durumuna gelmesi, Roma’nın bize bıraktığı büyük mirası Roma hukukunun gelişmesine yardım etmiştir; devletin hukukuysa, kutsal yasadan etkilenerek dinsel bir havaya bürünmüştür. Hukuk her şeyden önce itâati şart koşuyordu, bunda da hayâl kırıklığına uğramadı. Aile başkanının durumu, anneye saygı, çocukların eğitimi bu hukukla gerçekleştirilmiştir. Ahlâksal düşünceler iyice yerleşmişti, dostlara ve bağlı olduğu kimselere tabiî sevgi ve hizmet bağları, kanunî bir zorunluluğun dışında olan davranış kurallarıyla, sağlam bir hale konmuştur. Dinsel yasalara itâatin resmiyeti, kişisel duyguların samimiyetine büyük yer vermemişse de, Roma dîninin, Doğu vecdinin koyuluğuna bulaşmasını önlemiştir; Cumhuriyet ve İmparatorluk devrindeki dîne karşı hoşgörür davranışın, devlet-dînine büyük önem veren bir halktan gelmesi tuhaftır.
Roma’nın dinsel, ahlâksal ve siyasal geleneği, sonunda Roma dünyasının dengesini sağlayacak bir karakter sabitliği yaratmıştır; geriye bakmak yaradılışında olan bir ulusun, ileri gittiğini ve ilerlemeyi başkalarına mümkün kıldığını da gözden kaçırmamak gerekir.

Kaynak:
Romalılar
Reginald H. Barrow
İz Yayıncılık
2. Baskı; İstanbul, 2006

Previous Story

Tolstoy’un Edebi Kibri – Bayram Sarı

Next Story

Cinsiyet rolü normlarını reddeden 11 kadın

Latest from İnceleme

Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ