Sanatçı ve Aydın Olmak – Nejdet Evren

kültür_ve_emperyalizm“Hiçbir şair, hiçbir sanatçı, kendi anlamını yalnız başına tam olarak taşıyamaz” S.T.Eliot, (1) Her sanatçı doğduğu ve çevresinde kendini hazır bulduğu tarihsel ve toplumsal doku içerisinde varlık kazanır. Onun, içinde bulunduğu toplum-zamanından farklılaşabilmesi, toplumsal olgularla yaşayacağı çatışmalar sonucunda oluşturacağı öznelliği, kimliği ile yakından ilgilidir.

Sanatçı, yaşadığı doğayı, sosyal-ekonomik-politik ilişkileri üretimden paylaşıma kadar tüm yaşanılabilecek olanları, savaşı, barışı, yayılmacılığı, sömürüyü, egemen olmayı, iktidarı, hırsı, arzulamayı, sevinci, kederi, etiği/etiksizliği, iyi-güzel-çirkini, yanlış-doğruyu tanımlayan yargılardan hareketle olan ve olması gerekeni ayırt edebildiği ölçeklerde toplumsal-zamandan farklılaşabilen, bu farklılaşmayı sözlü, yazılı, görsel ve etkileyici bir tarzda ortaya koyup, düşünsel-duygusal alanda varlık kazanır. Sanatçının aydın olma sorumluluğu yoksa da aydın olmadan sanatçı kimliğini kazanması mümkün değildir. Bu dahi –aydın olma- sanatçının içinde bulunduğu toplumsal-zamandan kopuk değildir. Sür-realist sanat eserleri de aynı şekilde toplum-zamanından kopuk değildir. Toplumların kültürel-politik zamanları yek-diğerinden farklı olduğundan her birindeki sanat, sanatçı ve aydın olgularına dair belirlenecek tanımlamalar doğal olarak bir diğerinden farklı olmak durumundadır.

Evrensel-genel bir aydın tanımı yapılabilir mi? Böylesine bir tanımın yapılabilmesi pek de mümkün görülmemektedir. Ancak, tarihsel bilgi birikiminden hareketle ortaklaşılabilinecek unsurlar belirlenip bir çerçeve oluşturmak ve bu çerçeve içerisinde bir değerlendirmede bulunmak hem olanaklı ve hem de rahatsız edici olmayacaktır. Bilge sevgisi olarak kategorize edilen felsefi düşünceler kendi toplum-zamanlarında elit/seçkin ve mistik kimliklerce dile getirilen düşüncelerdir. Gizlerle dolu dünyanın bilinmeyenlerini bilinir kılma, ortaya çıkarma, belirginleştirme ve böylece içinde yaşadığı topluma kanat önderliği yapma isteğinde olan bilgiye aç insanlar hangi toplum-zamanında olurlarsa olsunlar gözlem ve deneyle doğrulanabilen bilgiyi, bunun gerçekleştireni olan tekniği her zamana önemsemiş ve bu verileri kullanarak gizli kalanı açığa çıkarmak için kafa yormuşlardır. Öyle ise ilk olarak, aydın olarak tanımlanacak kimliğin gözlem ve deneyle doğrulanabilir bilgiyi esas alması, ikinci olarak, teknik verilerden yararlanabilmesi gerekir. Bunlara bağlı olarak ve üçüncüsü, toplum-zamanında yaşanan tüm çelişkilere/çatışmalara dair bir diğerince de benimsenebilecek algı ve çözüm önerilerini sistemleştirmek, hipoteze dönüştürmek bir diğer unsur olarak belirlenebilir. Kendi yaşadığı toplum-zamanına sıkışmış, içinde bulunduğu toplumun başat ideolojisi ile beslenen ve bu nedenle de dünya gezegenindeki diğer toplum gerçekleriyle ilgilenmeyen ya da ilgili gibi görünüp de başat ideolojiden kopamayan/onun esiri olan bilgiç kişi olsa olsa kendi toplum-zamanının aydını olarak algılanabilir ve fakat bu olgunun tersinden hareketle toplumlar arası bir zeminde aydın olmanın ortaklaşılabileceği bir diğer unsura işaret etmek mümkündür. Dördüncü olarak, kendi yaşadığı toplum-zamanı ile sınırlı kalmayan, onun başat ideolojisini yargılayabilen, eleştirebilen, dünyadaki tüm toplumlarının karşılıklı ilişkilerini ele alıp ortak sorunları belirleyebilen, toplumların farklı sorunlarına ilgi duyup onları analiz edebilen ve tüm bunlara bağlı olarak toplumlar arası ilişkilerde her toplumun ve toplumlar arası çelişkilere dair çözümleyici ve yapıcı önerilerde bulunmak/bulunabilmek aydın olmanın bir diğer ortak paydası olmalıdır.

İnsan denilen türün kavrayışı kavramlar üzerinde gelişmiştir. Paradigmanın toplumlar üzerindeki etkisi “üretim araçlarını, üretim biçimleri” üzerindeki etkisi neredeyse eş-değer bir etkiye sahiptir. Sosyal-ekonomik-politik kavramların “üretim ilişkileri” ile şekillenirken, aydın olmanın gereği ise bu kavramların gerçeğine uygun tanımlamalarını sağlamak, onun mistifike edilmesini önlemek, ötesine geçerek yeni olguları gerçeğine uygun tanımlayabilmek beşinci ortaklaşma olarak belirlenebilir.

Tüm toplumlar genel olarak tutucudur. Bunu sağlamlaştırabilmek için ideolojik yönlendirme aygıtlarını sonuna dek kullanırlar. Tabular, ön-kabuller, peşin yargılar gibi sosyal yönlendirme kalıpları toplumun tüm dokusuna işlemek eğilimi taşır. Aydın olmanın altıncı ortaklaşması, tüm bu yönlendirme kalıplarının dışına çıkabiliyor olmasıdır. Bunu gerçekleştirebilmesinin koşulu da yedinci ortaklaşma olarak cesaretli olması sayılabilir.

Sekizinci ortaklaşma, aydının haklı ve haksız savaşımında gri tonlar üzerinde çalışıp netlik sağlamasıdır; çünkü aydın olanın gri tonu yoktur.

Her yönden kapatılmış, sıkıştırılmış dünyalarda, disiplinlerin hegemonyası altında yarım-yamalak sığıntılarla biçimlendirilmiş bir yaşayışa sürüklenen ve bunun bilincinde olmayan yığınlarca insanın çağcıl/çağdaş sayılan yaşamı aslında çağ ötesinden bir kopmadır/yarılmadır. Anlatının esamesi okunmazken görsel anlatı yerine geçen, insanlar adına düşünen, onlar adına kararlar veren, gülen, eğlendiren, uyutan medya, bu yönüyle kültürler ve uluslar üstü bir hegemonik güç haline gelmiş bulunmaktadır. Bu durum karşısında “…ulusların kendileri anlatıdır.”.(2) tanımı ne kadar insanın ilgisini çekebilir ki?
İnsan hafızasının, tarihsel ve toplumsal bellek ve bilincinin bastırıldığı, adeta esir alındığı çağda aydın olmak nasıl bir şeydir, kolay mıdır, zor mudur? Bu durumlar karşısında aydın olanın takınması gereken tavır ne olmalıdır? Öyküler, mesller ile büyüyen insanların yerini medya kültürü ile büyüyen bir kitle hem de devasa bir hızla almaktadır. Bu durumda, kitlelerin ruhuna, toplumların bilincine hitap edecek söylem nasıl belirginleşecektir? Öbür yandan oryentalizm bataklığına saplanmış sözde bilgeliğin Mısır Piramitleri arasında filizlenmesi mümkün olacak mıdır? Ya da Babil Kuleleri’nden dünya gezegenine saçılma fırsatı bulabilecek midir? Dokuzuncu olarak, aydın, kendi yaşadığı toplum zamanının çeperinde ve uzlaşmazlıklarında sıkışıp kalmayan ve “biz” den ötesini algılayabilen olmalıdır. O, kendinin değil bir ötekinin sesi, soluğu olandır; bir ötekili dünyalıda kendini var edebilendir. “..,daha da kötüsü, kendi ülkelerindeki tavırları ilerici ve hayran olunası duygularla dolu olan aydın, sanatçı ve gazetecilerin, sıra kendi adlarına ülkeleri dışında yapılanlara gelince tam tersi bir tavır takınarak, bu uygulamalarla, genellikle edilgen de olsa, şaşırtıcı bir biçimde işbirliği yapmasıdır.”(3) Bu tanıma göre, çoğu kez genel olarak kabul gören ve önemsenerek itibar edilen aydınlar/gibi olanlar çok sayıda kapsam içine girmektedir. Mesele, bu tanım içinde olmak ve olmamak; paradigmanın esiri mi ya da özgürlüğün sözcüsü mü olmaktır?

Olay ve olguları gözlemlerken algının ne şekilde oluştuğuna ve içinde bulunulan tüm koşullara bakmak ve onun dışına çıkarak dayatılmış ve bu nedenle de içselleştirilen çarpıklığın farkında olmak aydın olanın onuncu ortaklaşmada ayırt edici özelliğidir. Güçler dengesizliğinde mutlak hakimiyetin yarattığı baskı ve kullandığı olanaklar bu baskıya maruz kalanların bilincinde yerleşik bir doku oluşturur. Toplumsal bilincin genel-geçer yapısı da öznelin/bireyin bu içselleştirme sürecini destekleyici niteliktedir. Aydın olanı aykırı kılan ya da onu bu baskılardan azade kılan öznelliğidir. Demek ki aydın olan bir yönüyle öznel olandır; öznele indirgenme kaygısını bir kenara bırakıp toplumsal/siyasal/genel bakışın ve baskının karşısında durabilmek aydın olanın on-birinci ortaklaşması olarak belirlenebilir.

Rasyonalizm, her şeyin aklın süzgecinden geçirilmesini emreder. Aklın üstünlüğüne olan bu inanç engizisyonların keskin kılıcı kadar keskin olmak zorundadır. Akıl süzgecinin kendi içine çöküşü rasyonalizm karşısında romantizmi doğurmuştur; aklın keskin kılıcı/çizgileri canlıya, insana dair duyguyu silip süpürememiş ve fakat üstün aklın “üretici güçler” üzerindeki etkisi onun yeni bir inanç sistemi olarak kapanmasına neden olmuştur. Üstünlük ve belirleyici olma bu şekilde sınıfsal olarak el değiştirmekten öteye geçmemiştir. Ancak, akıl çağının teknolojide yarattığı devasa ilerlemeler/gelişmeler yayılmacılığın uygarlaşma tarihinde görülmemiş boyutlara ulaşmasını sağlamış, merkez ile çeper arasında devasa bir fark yaratmıştır. Yanı sıra, merkezin tarihsel olarak yakalamış olduğu bu belirleyicilik onu çeperden kendini özenle korumaya ve çeperden üstün saymaya neden olmuştur. Merkezin, aklın üstünlüğüne dayalı kültürel dokusu tüm sanat dallarına sirayet etmiş ve sanat/edebiyat/roman/tiyatro vb. kültürel biçimler bu emperyal karakterden fazlasıyla nasiplenmişlerdir. Adeta simbiyotik bir ilişkiden söz etmek mümkün görünmektedir. “…emperyalizm olmadan bildiğimiz biçimiyle Avrupa romanı da yoktur; gerçekten de bu romanı ortaya çıkaran itilimleri incelediğimizde, romanın yapısındaki anlatısal otorite kalıpları ile emperyalizm eğiliminin altında yatan karmaşık ideolojik gruplaşma arasındaki, rastlantısallıktan çok uzak olan yakınlaşmayı görürüz.” (4)

Aydınlanma, karanlıktan çıkmayı ifade eder. Kendi toplumunda aydın olarak kabul gören kimliklerin öteki toplumlara karşı duyumları, algıları ve karmaşık insan-toplum ilişkileri hakkında vardıkları sonuçlar, yaptıkları analizler ile ne denli öteki olarak tanımladıklarına yakınlaşmaları-uzaklaşmaları onun/onların evrensel olup olmamalarının ölçüsünü oluşturacaktır. Aydın on-ikinci kertede ötekileştirmeyen, evrensel olandır. Ayrıca, ötekileştirmenin kendi içinde mantıksal tutarlılığına karşın ötekileştirilmeyi içselleştirmenin hiçbir mantığı yoktur. Sorun bir yönüyle, emperyalizmin varlığını kültürel olarak benimsetmesine karşı, yayıldığı, kuşattığı, ele-geçirdiği coğrafya insanının/özellikle aydınlarının bu yayılmacılığa karşı gösterecekleri tepki ile yakından ilgilidir. Oryentalizmin varlığını sürdürmesi, bir öteki sayılanın yabancının bakışı ile dünyaya, insana ve topluma bakması sayesinde olmuştur. Güneşin batıdan doğduğunu düşünmek kadar ap-açık bir zıtlıkla güneş yine doğudan doğmaya devam edecektir. Batı ve Kuzey-in, Doğu ve Güney üzerindeki tekelci üstünlüğü imajı, güney ve doğu-nun toplumsal emeğin yaratısı olan teknolojinin emperyal değerlerin taşıyıcısı görünmesinden ve bunun yarattığı gönenç nedeniyle de emperyal değerlere boyun eğilmesinden başka nedir ki? İnsanın kültürel var-olması yazılı tarihten de çok öncelere dayanmasına karşın çok çeşitli kültürlerden bir kısmının –diğerlerinde olmadığı halde- üstünlük yarışına girmeleri rasyonalizm lokomotifinin kağnıya bağlanması sonucunda fersah fersah yol kat etmiş, yarış almış başını gitmiştir. Aydın denilen kimlik bu fersah aralığında nerede durmalıdır? Bu çatlak devasa boyutlara ulaşırken her iki yamacı uç noktalarından yeniden bir araya getirmenin koşulları hala var mıdır? ““Söylemeye çalıştığım şey, romanın – ya da geniş anlamıyla kültürün- emperyalizme “neden olduğu” değil, burjuva toplumunun bir kültür yapımı olarak romanla emperyalizmin, birbiri olmadan düşünülemeyeceğidir. Başlıca edebi biçimler arasında en yenisi romandır, ortaya çıkış tarihi en iyi bilineni odur, en batılı olanı odur, toplumsal otorite açısından kuralsal yapısı en belirginleşmiş olanı da odur; emperyalizm ile roman birbirine öylesine perçinlenmiştir ki, diğerini de bir biçimde ele almadan birini okumanın olanaksız olduğunu öne sürebiliyorum.””(5) Bu söylem biçimi ile değerlendirildiğinde bu uçurumun kapanması neredeyse olanaksız görülmektedir. Öyle olsa bile, aydın olanın bu iki ayrılmaya temas ederek bir üçüncü yol ayrımını işaret etmesi her zaman mümkün olandır. Bu durum, aydın olanın her zaman yeni ve farklı bir çözümün varlığına işaret edebilen kimlik olduğuna dair on-üçüncü kertede bir ortaklaşma olduğudur.

Aydın olma ya da algılanma hem kişinin kendi tercihlerinin hem de vardığı sonuçların/yargı ve değerlendirmelerinin bir ötekince önemsenmesi üzerine kurulur. Aydın olanın güç dengesizliği ve çelişkisinde yapması gereken tercih, haksız ve güçlü olanın yanı değil, haklı ve güçsüz olanın yanında olmasıdır. Uygarlaşma tarihi geçmişe doğru izlendiğinde haklının sınırlı sayıda ve kısa sürelerle güçlü olduğu görülür. Öyle ise aydın olanın haklı ve güçsüz olanın yanında saf tutması onun olmazsa olmazlarından sayılmalıdır. Üstelik onun tam da bu nedenle hiçbir olguyu görmezden gelme, umursamama gibi bir lüksü de olmamalıdır. On-dördüncü olarak denebilir ki, aydın her zaman haklı olanın yanında ve her olguyu önemseyendir. ““Emperyal ve sömürgesi ilişkilerde güçlü tarafa mensup olunduğunda, “oralarda” olup bitenlerin tatsız yönlerini gözden kaçırmanın, unutmanın ya da dikkate almamanın çok olanaklılaştığı da unutulmamalıdır.””(6)

Emperyalizm, yayılmacılığını kültürel tüm dokuyu kendi biçimleriyle yaratabildiği, benimsetip özendirebildiği ölçeklerde varlığını koruyabilir. Burada ikil taraflı bir ilişki, etkileşimden söz etmek olanaklıdır. İlki, emperyal yayılmacılık istenci, diğeri ise bunun egemenlik altına alınan kitleler üzerinde meşruiyetinin kabul edilmesinin sağlanmasıdır. Bu iki olgu birleştiğinde cılız sayıdaki karşı-koymalara rağmen yayılmacılık varlığını sürdürecektir. “”Batı’nın, “uygarlaştırma görevi” yoluyla selameti ve kefareti fikridir. Fikir işçileri (misyonerler, öğretmenler, danışmanlar, bilginler) ile modern sanayi ve iletişim alanındaki uzmanlar tarafından ortaklaşa olarak desteklenen, geri kalmışları batılılaştırma biçimindeki bu emperyal düşünce, tüm dünyada kalıcılık kazanmış…””(7) olmasına rağmen aşılamaz değildir.

Tüm yaşayış biçimlerinde kültür insan denilen canlının bir yönüyle doğaya yabancılaşması diğer yönüyle de sosyalleşmesinin bir ürünü olarak her insan topluluğunun yarattığı değerler bütünüdür. Onsuz/kültürsüz insan, tanım olarak “insan” tanımına yerleştirilemez. Yaşam biçimleri arasındaki tüm farklar, tarihsel/sınıfsal ne olursa olsun onun/kültürün insan üzerindeki etkileri ve bireyin buna karşı tepkileri tüm sınıfları içine alacak kadar geniş bir alanda cereyan eder. Bu açıdan kültür, sınıf öncesine ait bir oluşumu, yargıyı, biçimi ortaya koyar; onun sınıf kültürüne devşirimi “üretim ilişkileri” ile ortaya çıkar. Demek ki, her sınıfın kültürü kendince yaşanır, kültürün sınıflardan önceliği sınıfsız toplumlara değin giderken sınıflı toplumlarla birlikte ortak yaşam biçimleri sınıf kültürünü yaratmış olmaktadır. Teknoloji ve insan ilişkisinde tekniğin/makinenin yoğunlaşmış insan emeğinin yerini aldığı bir zaman diliminde sınıf kavramı da yüz, iki-yüz yıl önceki sınıf kavramından farklılaşmak zorunda kalacaktır. İnsanın makine ile olan ilişkisi makinenin araçsallığı ve amaçsallığını aşan bir ilişkidir. Zenginliğin paylaşılamaması temlinde makine araç olmayı sürdürse de işçi sınıfının yoğunlaşan emeğinin yerini almaya aday görülmektedir. Bu durum, ezen-ezilen, sömürgeci-yayılmacı, kuşatan-kuşatılan ve emperyal-evrensel olanın yeniden ayrıştırılmasını, değerlendirilmesini de zorunlu hale getirmektedir. Karl Marx’ın “…kendini, değişmeyen Asya köyü, tanımı ya da despotizmi ile ilgili düşüncelere…”(8) kaptırmasını bu yönüyle değerlendirmek gerekir. Tarihsel materyalist öğretinin yol göstericiliği salt onun hiçbir zaman amaçsallaştırılmamasını canlı tutmayı başarmış olmasında yatar. Ki, Marx’ın “ ben Marksist değilim” demiş olmasının başka bir açıklaması elbette olamaz.

Hümanizma denildiğinde telemde ayrımsız insan eksenli düşünceler, değerlendirmeler akla gelir ve gerçek özünün bu olması gerektiği onun gerçekten böyle olduğu anlamına gelmemektedir. Fransız asıllı J.P.Sartre’nin “Yeryüzünün Lanetlileri” ne yorum yaparken Fransa’nın kolonisi Martinik doğumlu Cezayir’de psikiyatrist olarak görev yapan Fransız asıllı F. Fanon’un “ırkçı hümanizma” sını yineleyerek “ Irkçı bir hümanizmadan daha tutarlı bir şey yoktur, çünkü Avrupalı ancak köleler ve canavarlar yaratarak adam olabilmiştir.” (9) tanımları üzerinde düşünmek gerekir. Hümanizm köken itibariyle bin yıllar geriye gitse de felsefi temellerini, olgunlaşmasını aydınlanma dönemi Avrupa’sında almıştır. Ancak ve buna rağmen Avrupa’lı bir çok düşünür ve filozofun hümanizmadan anladıklarının Avrupa merkezli bir olgu olması ise tam anlamıyla oryental bir yaklaşımdır ve Sartre’ın dediği gibi “ırkçı bir hümanizmadır” Avrupa merkezli hümanizmanın dünya insanına sunacağı tek şey vardır; biz yönetiriz siz yönetilirsiniz, hümanizm ancak bizim değerlendirmelerimiz ölçeğinde var olabilir…Aydın olanın evrenselleşebilmesi tam bu noktada “biz-öteki” kavramını, olgusunu aşabilmesindedir. Onun/aydın olan için “biz” yoktur; dünya gezegenindeki tüm insanlar ve kültürler ayrımsız olarak vardır, birinin diğerine üstünlüğü asla olamaz. On-beşinci olarak aydın olanın, biz-öteki olgusunu aşmış olmasıdır. “…tüm kültürlerin tarihi, kültürel almaların tarihidir. Kültürler geçirimsiz değildir; Batı bilmi Araplardan aldığı gibi, Araplar da Hindistan ve Yunanistan’dan almıştır. Kültür, asla bir sahiplik sorunu ya da mutlak borçlularla alacaklıların alış veriş sorunu olmayıp, kendine mal etmeler, yaygın deneyimler ve farklı kültürler arasında her türden karşılıklı bağımlılık demektir. Bu, evrensel genel bir kuraldır.”(10)

“…emperyalizmin kendisi yüzyıllar süren kesintisiz bir denizaşırı fetihler, zorbalık ve bilimsel araştırmalar süreciydi.”(11) Aydın olanın önünde duran, çözümlenmesi gereken üç denklem; fetih, zorbalık, bilimsel araştırma…Emperyalizmin ne olduğunu bilmek, onun çözümlenmesi ve çözülmesini sağlamak kadar önemli bir görevdir aydın olan açısından. Zira, “Emperyalizm, önünde sonunda, dünyadaki her alanın keşfedilmesini, haritalandırılmasını ve sonuçta denetim altına alınmasını sağlayan bir coğrafi şiddet edimidir.”(12)Ve fakat bu çözümleme ve belirlemeler yapılırken yerlilik bataklığına düşmemek de aydın olanın aşması gereken bir olgudur. “…yerliciliğin ötesine geçmek, ulusallığın terk edilmesi anlamına gelmeyip, yerel kimliğin her şeyi kapsayıcı olmadığını ve bu nedenle insanın kendini, aidiyet törenleriyle, yerleşik şovenizmiyle ve sınırlayıcı güvenlik duygusuyla kendi alanına kapamak kaygısı gütmemesi gerektiğini düşünmek anlamına gelir.”(13) Bu iki olgu birlikte ele alındığında; bir yandan emperyal yayılmacılık ve onun benimsetmeye çalıştığı kültürün ne olduğunun bilincinde olmak, öte yandan buna karşı direnç noktaları geliştirilirken de yerel olmanın dar koridorlarında sıkışıp kalmamak demek olduğu anlaşılabilir. Bu, aydın olanın sefaleti ve zenginliğini belirleyecek nirengi taşı gibi bir noktadır. “..kendi bedeninin geçmişini incelemek üzere soyunup çıplak kalmak isteyen yerli aydın…”(14) tanımı bu olguya temas etmektedir.

““Deneyim ile kültürü birleştirmek, kuşkusuz, metropole ve çeperlere ait metinleri, “bizim taraf”a nesnellik ayrıcalığı tanıyarak ya da “onlar”a “öznellik” yükleyerek değil, çok sesli olarak okumaktır.””(15) Nesnel ve öznel tartışması bir yönüyle yanlı ve yanlış olanın “nesnel” maskesi ile örtülenip yansız ve doğru olduğu imajının yaratılması sürecinin ters-yüz edilmesidir. Öznellikle suçlanan “haklı”nın –öznel- suçlaması ile haklılığını kanıtlamasının yol ve yöntemleri zorlaştırılmaya çalışılmaktadır. Zira, toplumsal genel kabul aklın üstünlüğüne olan inancın egemen olduğu günden bu yana “nesnel” ağırlık koyma eğilimindedir. Sorun bir yönüyle nesnel ve öznelin ne kadar nesnel, ne kadar öznel olduğu ile yakından ilgilidir. Aydın olanın önemli bir görevi de tam bu noktada öznel ve nesnel olanın hak ettikleri yere oturtulmasını sağlamaktır. On-altıncı olarak denebilir ki, aydın, öznel ve nesnel maskesini düşürendir. “…kültürle uğraşa aydınların önündeki iş, kimlik politikasını verili durumuyla kabul etmeyip, tüm tasavvurların nasıl, hangi amaçla, kim tarafından ve hangi bileşenlerle inşa edildiğini göstermektir.”(16)

Aydın yapa-yalnızdır; kendinden/düşüncelerinden/yapıtlarından/eleştiri ve önerilerinden başkaca dayanağı olmayandır; yeri geldiğinde mevcut/genel duygu düşünce ve değerler içerisinde sıkıştırılmış olmasına karşın sözü/eylemi tek olandır.

Nejdet Evren
Ağustos/Ekim 2015, Akarca

Esin Kitabın Künyesi:

Kültür ve Emperyalizm, EDWARD SAID,
(Culture and imperialism)
Hil Yayınları, 3.baskı mayıs 2010
Türkçeleştiren: Necmiye Alpay
544 sayfa

(1) Age, S:38
(2) Age, S:13
(3) Age, S:28
(4) Age, S:125
(5) Age, S:127
(6) Age, S:207
(7) Age, S:209
(8) Age, S:236
(9) Age, S:300
(10) Age, S:327
(11) Age, S:333
(12) Age, S:338
(13) Age, S:344
(14) Age, S:356
(15) Age, S:383
(16) Age, S:457

Okur Dikkatine: Yukarıda tanıtımı yapılan kitabı İnternetten almıştım. Okuduğum sırada 450-451, 454-455, 458-459,462-463 numaralı sayfaların basılmamış olduğunu gördüm. Hil Yayınları kitabı göndermem halinde değiştireceklerini söylediler. (Kitabı başka bir internet sitesinden almıştım. ) Ancak kitap üzerinde el yazmalı çalışmam ve notlarım olduğundan gönderemedim. Bunun üzerine ilgili sayfaların fotoğrafları gönderildi. Bilgilerinize sunarım

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir