Sanatta Öz ve Biçim – Antonio Gramsci

Bu iki sözcüğün karşılaştırılması, sanat eleştirisinde, birçok anlamlar alabilir. Özle biçimin aynı şey olduğunu kabul etsek bile, bu, özle biçim arasında bir ayrım yapamayacağız demek değildir. «Öz» üzerinde duran insanın, gerçekte, belli bir kültür, belli bir dünya görüşü uğruna öteki kültür ve dünya görüşlerine savaş açtığım söyleyebiliriz; ayrıca, tarihsel açıdan bakıldığında, «özcü» diye adlandırabileceğimiz kişilerin, örneğin, rakipleri pamasse’cılardan daha «demokrat» olduklarını, yani, yalnız «aydınlar»a seslenen bir edebiyata karşı olduklarını söyleyebiliriz.

Öz’ün biçimden önce geldiği ileri sürülebilir mi? Şu anlamda evet Sanat eseri, bir oluşumdur öz ve değişiklikleri, aynı zamanda birer değişikliğidir; yalnız, öz’den söz açmak, biçimden konuşmaktan daha «kolay»dır, çünkü öz, mantık yoluyla «özetlenebilir». Öz’ün biçimden önce geldiğini söylediğimiz zaman, bir sanat eserinin işlenişinde, ard arda gelen girişimlere başka bir ad değil, öz adı verilir demek isteriz. İnşam doyurmayan ilk öz de bir biçimdir ve aslında, doyurucu «biçim»i elde ettiğimiz zaman, öz de değişmiştir. Şurası bir gerçek ki, öz’e karşı biçim miçim üzerinde gevezelik edenler, çoğu kez, boş kafalı insanlardır; bunlar (örneğin Ungaretti), aralarında dilbilgisinin gerektirdiği temel bağlılığın bile bulunmadığı sözcükleri birbirine tokuşturmakta ve teknik, biçim, vb. sözcüklerle, boş kafalı bir avuç insanın kullandığı bozuk dilin boşluğunu anlatmak istemektedirler.

İtalyan tarihiyle ilgili sorunlar arasında şu sorun da yer almakta ve türlü biçimlere girmektedir 1. Halk için kaleme alınmış yazılarla ötekiler arasında, örneğin mektuplarla edebî eserler arasında bir üslûp ayrımı vardır. Hattâ bu ayrım o kadar büyüktür ki, insan iki ayrı yazarla karşılaştığım sanır. Mektuplarda (D’Annunzio gibi, aynasının önünde, kendi kendine karşı bile oyun oynayanların mektupları bunun dışındadır), anılarda ve genellikle, dar bir okuyucu topluluğuna ya da yazanın kendine seslenen yazılı eserlerde, sadelik, özentisizlik ve içten geldiği gibi- lik ağır basar; oysa ötekilerde ağır basan şey, gösteriş, söylev üslûbu, üslûp ikiyüzlülüğüdür. Bu «hastalık» o denli yaygındır ki, halka da bulaşmıştır: Gerçekten de, halkın gözünde «yazmak, cambaz ayaklıkları üstüne çıkmak, takıp takıştırmak, tumturaklı bir üslûpla «yazıyormuş gibi yapmak», kısacası, herkesten başka biçimde konuşmak demektir; halk edebiyatçı olmadığı ve edebiyat diye yalnızca XIX. yüzyıl operalarının güftelerini bildiği için, yazarlar da işi «melodrama döker»ler. Ama «öz» ve «biçim» sözcüklerinin, «estetik» anlamı dışında, bir de «tarihsel» anlamları vardır. «Tarihsel» bir biçim, nasıl belli bir dil demekse; «öz» de, yalnız «tarihsel» değil, aynı zamanda, «özentisiz», insanın suratına yumruk atmadan derdini anlatan, Othello’daki ya da operadaki gibi, tutkularını kızıla boyamadan tutkulu olan, sözün kısası, tiyatro maskesi takmayan belli bir düşünce biçimi demektir. Bu olgu, yani bu yaygın gösteriş merakı, yalnız bizim ülkede ortaya çıkıyor galiba, çünkü başka her yerde bir takım özel durumlar görülüyor. Ama dikkatli olmak gerekir: Çünkü bizim ülke, Barok geleneklerinin ardından Arkadya geleneklerinin (‘) ağır bastığı, bir yerdir; ama, şu ya da bu, hep gelenekler hep tiyatro ola gelmiştir. Şunu da söylemek gerekir ki, son yıllarda işler bir hayli düzelmiştir: D’Annunzio, Italyan halkındaki bu hastalığın en son nöbeti olmuştur ve basın, düzyazıyı «akıl düzeyine çıkarma» gibi şerefli bir işe girişmiştir. Ne var ki, basın, düzyazıyı fakirleştirmiş, ona bir korse giydirmiştir, bu da kendisine zarar vermiştir. Ama halk içinde, «anti akademik fütürist»lerin 2 yanında, XVII. yüzyılın barok üslûbunu benimseyen bir sürü yazar vardır. Öte yandan, burada karşımıza çıkan şey, bugünkü hastalıkları gidermek için girişilmiş güncül bir savaş değil, geçmişi açıklama ereğini güden tarihsel bir sorundur; oysa bu güncül hastalıklar tümüyle ortadan kalkmamıştır ve özellikle bazı şeylerde onları karşımızda buluruz (tören söylevleri, özellikle cenaze törenlerinde çekilen söylevler, vatan millet nutukları, bir yere üye olunduğu zaman yapılan konuşmalar, vb.). Bunun bir beğeni işi olduğu ileri sürülebilir, ama yanlıştır bu görüş. Beğeni ya «kişisel»dir, ya da küçük takımların malıdır; burada karşımıza çıkan, büyük halk yığınları- dıf, onlar arasında da ancak kültürden, tarihsel olgudan, iki kültürün varlığından söz edilebilir: Kişisel kültür, «özentisiz» bir beğenidir, öteki değildir; melodram ulusal beğenidir, yani ulusal kültürdür.

Şimdi kalkıp, bu sorunla uğraşmak hiç de gerekli değil, demeyin; hem carıh ve anlatım gücü olan, hem de özentisiz ve ölçülü bir düzyazının yaratılması hepimizin başlıca kültürel amaçlarından biri olmalıdır. Bu durumda, biçimle anlam özdeşlenmektedir ve «biçim» üzerinde durmak, öz üzerinde çalışmanın, geleneksel belagat balonunu «söndürebilmenin» pratik yolundan başka bir şey değildir; ki bu geleneksel belagat, her türlü kültür biçimini, hattâ, ne yazıktır, «belagata karşı» olmak isteyen kültürü bile bozmaktadır.

Bir Italyan romantizmi var mıydı? sorusu, «romantizm» sözcüğüne verilen anlamlara göre, birkaç türlü cevaplandırılabilir. Nitekim, «romatizm» sözcüğü çok çeşitli yollardan tanımlanmıştır. Ama bizim için bu tanımlamalardan yalnız biridir, önemli olan ve yine bizim için ön plânda gelen, sorunun «edebî» yönüdür. Romantizm, öbür anlamlan dışında, bir de aydınlarla halk, ulus arasında özel bir ilişki, bir bağ anlamını almıştır; romatizm, (geniş anlamıyla «demokrasinin edebiyatta özel bir yansımasıdır (edebiyat sözcüğünü de geniş anlamında almak gerekir; burada, katoliklik bile «demokratik» diye nitelenebilir, ama «liberalizm» hayır). Bu anlamda, sorun bizi İtalya açısından ilgilendirmektedir ve ard arda sıraladığımız sorunlara sıkıca bağlıdır: Bir İtalyan tiyatrosu var mıydı?; dil sorunu; edebiyat neden bir halk edebiyatı olmadı? vb. Demek ki, romantizm üzerine yazılan sayısız eserde, bu niteliği çekip ayırmak ve onu tıpkı tarihsel bir olgu, yani tıpkı güncül bir hareketi, çözülecek güncül bir sorunu ortaya çıkaran genel bir eğilimi inceler gibi, teori ve pratik açısından ele almak gerekir. Bu anlamda, romantizm, adını Fransız Devrim’inden alan Avrupa çerçevesindeki şu harekete öncülük ve yoldaşlık etmekte, onu onaylamakta, geliştirmektedir; o bu hareketin duygusal-edebî yanıdır (edebî olmaktan çok, duygusal yanıdır; çünkü edebî yan, bütün yaşamı kaplayan duygusal akımın ancak bir parçasıdır, ya da yaşamın çok önemli bir parçasıdır ve bu yaşamın ancak çok küçük bir bölümü edebiyatta dile gelebilme olanağı bulmuştur).

Demek ki bu araştırma, kültür tarihinin, daha doğrusu edebiyat tarihinin kapsamına girmektedir, çünkü çok daha geniş bir kültür tarihinin bir parçası ve görünüşüdür. İşte, bu kesin anlamıyla, İtalya’da romantizm olmamıştır; en iyi durumlarda, pek küçük, pek seyrek belirtiler halinde ortaya çıkmış, genellikle de, salt edebî bir görünüş içinde kalmıştır.

Bu tartışmaların, İtalya’da, nasıl akılsal ve soyut bir görünüş kazandıklarına bakmak gerekir: Gioberti- nin «Pelasge»leri *, «Roma öncesi halklar», vb. şeylerin, gerçekte, bugün yaşayan halkla hiçbir ilgisi yoktur; bunlar, olsa olsa, Thierry’yi ve ona yakın bir takım siyasal vakanüvisleri ilgilendirir.

«Demokrasi» sözcüğünün böyle yalnız lâik anlamıyla değil, aynı zamanda «Katolik», hattâ ^gerici anlamıyla düşünülmesi gerektiği ileri sürüldü; önemli olan, halkla, ulusla bir bağ kurmaya çalışılmak, bir birlik yaratmak zorunluğuna inanmaktır. Bu birlik, körükörüne boyun eğen bir köleler birliği değil, etkin ve canlı bir birlik olacaktır. Her çeşit özü bir yana bıraksak bile, işte bu canlı birlik eksik kalmıştır İtalya’da; ya da, ancak tarihsel bir olgu olmasına yetecek kadar bir birlik sağlanabilmiştir ve işte bunun için: «Bir İtalyan romantizmi var mıydı?» sorusu yerinde bir sorudur.

Antonio Gramsci
Aydınlar ve Toplum
Çeviren: Bertan Onaran
Çan Yayınları

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir