“Savaş İnsanlığa Yakışmıyor” – Berivan Kaya

Clarissa, Stefan Zweig’in son romanı.
Onu tamamlayamadan 1942 yılında hayatını sonlandırır Zweig. Kitap seksenli yılların başında yayıncısı tarafından tamamlanarak yayınlanır. Ülkemizde ise Gülperi Sert-Serpil Yalçın çevirisiyle 2010 yılında Can yayınları tarafından yayınlandı.
Romanın sonlarına doğru dildeki farklılaşma, hikâyedeki hızlı geçişler, kurgunun sönümlenmesi yayıncının bu olumsuz müdahalesini açığa vurmakta ve anlatıyı zayıflatmaktadır. Fakat romanın geneline sızan derinlik ve anlam, insanlığın yazgısı haline getirilen savaş olgusuna karşı ciddi bir haykırışı bugün de yakıcı bir biçimde duymamıza olanak veriyor.
Clarissa, Avusturyalı bir generalin kızıdır, askeri disiplinle yetiştirilir. Katı, boyun eğdirici, kuralcı bir eğitimin gerekliliğinden şüphe etmeyen baba onu bir manastır okuluna gönderir. Bireyin benliğinde en doğal insani duyguları bile barındırmayan, özgürleşme kılcallarını parça pinçik eden kilise eğitimi, askeri düzende olduğu gibi; otoriteye koşulsuz itaati toplumdaki yüce erdemlerin yaratıcısı sayar.
Savaş bugünün kapitalist dünyasında, sermaye otoritesinin devamını ve genişlemesini sağlayan bir araçsa, bir yanıyla Zweig?in romanın izleğinde aranan cevap şöyle bir soruyla irdelenebilir:
İnsan, kurulu otoritenin devamlılığı ile özgürleşme isteği arasındaki çatışkıya yenik düşebilir mi yoksa buradan umuda doğru bir değişimin direnişini başlatabilir mi?
Bu soruya genç bir kadının saldırıya uğramış kişiliği üzerinden cevap arayan Zweig, ?özgürlüğe yönelmiş otorite ve savaşın? insanlığa karşı işlenen bir suç olduğunu cesaretle haykırıyor.
Clarissa, manastır okulunda altı yılı tamamladıktan sonra, baskıcı eğitim sisteminin zayıflattığı; içe dönük, korkak, kırılgan, varlık gösteremeyen bir kişilik yapısıyla hayata atılır. Onun sönmekte olan yaşam enerjisi, hayatına giren iki insan sayesinde yeniden kıvılcımlanır. Bunlardan biri Dr. Silberstein?dır. Hümanist, insan doğası ve özgürlünden yana Dr. Silberstein, yanında asistan olarak işe aldığı Clarissa?ya çalışmanın, emeğin, bilginin hazzını, insani duyguların güzelliğini ve cesareti yeniden keşfettirir; onda körelen, düğümlenen sevgi damarlarını yeniden canlandırır.
İkinci kişi ise İsviçre?nin bir bölgesinde, Dr. Silberstein?ı temsilen gittiği bir kongrede, karşılaştığı Leonard?dır. Clarissa, hissetmeye, arzulamaya, insanlaşmaya yeniden evrilirken onun insancıllığından, sosyalist dünya görüşünden; doğal, içten ve sıcak tutumundan etkilenir; iç sıkıntısı, çekingenlik, duygularına uyguladığı baskı yavaş yavaş çözülmektedir. Birbirlerine âşık olurlar, ne var ki tam o günlerde Birinci Dünya Savaşı?nın patlak vermesi, yeşeren bu sevdanın özgürce gelişmesine izin vermez, çünkü Avusturya ve Fransa çatışma halindedir. Clarissa karnında Leonard?ın çocuğuyla Avusturya?ya dönmek zorunda kalır.

Sistemin ruhunda yarattığı aşınmadan sıyrılıp varoluşun özgürlük sınırlarını bir nebze aralamaya çabalayan Clarissa, bundan sonra milyonlarca insan gibi çok daha büyük bir karabasan olan savaşın, hayatında açacağı sarsıcı gediklerle mücadele etmek zorunda kalacaktır.
Zweig?in duyarlılığında savaş: daha dün kardeşçe yaşadığın, güldüğün, sohbet ettiğin, aynı masada yemek yediğin insanlarla bir gecede düşman oluvermektir, sevdalandığın insandan uzağa düşmektir, yüz binlerce çocuğu babasız-anasız büyütmektir, dost ve kardeş milyonlarca insanı, birbirini yok etmeye zorlamaktır, milyonlarcasını bir korku tünelinde nevroza sürüklemektir.
Sınırsızlıktan ve özgürlükten doğan insanın; kıyıcı, yok edici, öldürücü bir belirsizliğin öznesi haline dönüştürülmesine; benzerine, yaşama, doğaya kılıç sallamasına nasıl akıl sır erdirilebilir?
Bu anlamsızlığı ve mantıksızlığı, ?Ben bir tek insana yardım edebilmek için kendimi parçalarken öte tarafta ordu, altı tümeni yok ettiği için sevinir? diye ifade ediyor kitabın en önemli savaş karşıtı karakterlerinden biri olan Dr. Silberstein.
Ve yine ?Benim için Rus?u Fransız?ı ya da Avusturyalısı yoktur, düşman kan hücrelerine bakıp tespit edilemez? derken insanın kendinden öz varoluşunun ortaklığını ve ayrılamazlığını, sonradan çizilen sınırların anlamsızlığını dillendiriyor.
Her sınır bir ötekileştirmedir aslında. Dağların, tepelerin, ırmakların, vadilerin, ormanların etrafı çizilip bir harita yaratıldığında, çizginin diğer yanında kalan insan, kuş, sincap, böcek, çiçek, ağaç… Hepsi ötekileşir… Yanındaki uzağa, dibindeki öteye düşer. Şarkılar, türküler, ağıtlar, acılar, sevinçler; aynı olan her şey ayrıştırılır, yabancılaşır. Oysa tüm her yerde toprağa dökülen alın teri ortaktır, sevdalar, sevinçler, ölümler ortaktır.
Bugün kapitalist-emperyalist küresel sitem krizlerini aşmak, zenginleşmenin devamını sağlamak için tüm dünya halklarına saldırıyor; savaşları yaygınlaştırıyor ve derinleştiriyor. Etnik ve dinsel ayrımcılığı kışkırtarak iç savaşlar çıkartıyor, barış içinde bir arada yaşayan halkları daha küçük parçalara bölmeye çalışıyor. Her çizilen sınır; içindekini dışındakine yabancılaşırken, kardeşlikten uzaklaştırıyor ve kan emici küresel sermaye düzenini güçlendiriyor.
Halkların birbiriyle savaşmak için nedeni var mıdır; temel sorun küresel kapitalist-emperyalist sistemin yarattığı emek ve doğa sömürüsüyken. İnsanlık açlığa ve yoksulluğa, doğa yok olmaya mahkûm ediliyorken. Halklar küresel kapitalizme karşı savaşmayı öğrenip bir emek cephesinde birleştiğinde dili, dini, toprağı ayıran sınırlar önemini yitirecektir.

Dr. Silberstein?ın dediği gibi:

?Savaş boyunca insanlık dememek gerek, savaş insanlığa yakışmıyor?

Çünkü bu savaş insanlığın kanı, gözyaşı, sömürüsü pahasına, egemenlerin zenginleşme savaşıdır.

Berivan Kaya

Kitabın Künyesi
Clarissa
Stefan Zweig
Çeviri: Gülperi Sert, Serpil Yalçın
Can Yayınları
Ağustos 2010,
184 sayfa

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir