Selim İleri’nin Sona Ermek’te Olan Revüsü

Selim İleri’nin Sona Ermek’te Olan Revüsü
Yazı hayatının 50. yılında okura sunduğu romanı “Sona Ermek”te, Selim İleri, kodları ve koşulları hayatın içinde belirlenmiş bir denklemin dışına çıkarak, geçmişine ait yaşanmış- bitmiş (mi?) olayları yeniden kurgulayarak, kendi deyimi ile buz revüsüne bir anlam katma çabası içine girmekte, okuyucuyu da bu serüvendeki yalnızlığına ortak etmektedir. “Bir revü olacakmış bu ‘yeni’ romanın, acılarla donansa da buz revüsü gibi, balo, donanma, havai fişek gecesi. Çocukluğundan, gençliğinden başlayarak seni etkileyen, çarpan edebi eserler, şiir, filmler, tiyatro oyunları, sonra resimler, izlenimcilerin eserleri, Japon estampları, işte hayatın bütün güzellikleri…Başı sonu yok. Hepsi buz revüsünde çıkıp duruyor…” (s:146).

Yazar ile kurmaca karakteri arasında bir benzerlik arayan okura, “Yazar öldü!” diyen Roland Barthes’a bakılırsa; edebi bir metni yazarın hayatından ve kişiliğinden yola çıkarak anlamlandırmaya çalışmak genelde abes bir durumdur. İtalo Calvino ise, dönemin yayımlanan kitaplarının anlaşılması hakkında, “Metinleri daha iyi anlamak için yazarın fiziksel varlığını görmek ve duymak gerekseydi bu, yazar-okur ilişkisi anlamında edebiyatın mutlak yenilgisi olurdu. Bir metin, kapağında ismi ve soyadı yazılı kişinin varlığından bağımsız olarak okunup değerlendirilebilmeli,” demektedir. Selim İleri, “Sona Ermek” romanında yazar kimliğini bir yana bırakarak, sözlü anlatıcı kimliğini öne çıkartmaktadır. Yazar kendi değilmiş gibi davranarak, “mutlak sona” bir anlam yükleme çabasına girmektedir. Roland Barthes’ın dediği gibi yazarı öldürür ve İtalo Calvino’nun saptamasına benzer şekilde, Selim İleri’yi, Selim İleri’nin dışında anlatır. “Hep merak ettin, Madam Bovary’nin başlangıcındaki ben anlatıcının, öznel anlatıcısının kim olduğunu, sonra nesnele geçilir, derken anlatıcı büsbütün yok olur,” (s:7). Çünkü yazar, on yedisinde, otuzlarında hep aynı sararmışlık, solgunluk ve ezikliğin izlerini yetmişlerinde silmek ve yadsımak için de başka bir dil kullanamayacağını, okura en baştan söyler. Yaşam gibi, öznelden nesnele, sonra yok olmaya giden bir yolun dilidir bu: “Hem anlatıcı olacaksın –hikayenin ta kendisi- hem yalnızlıktan, ıssızlıkta, umutsuzca yazan kişi. Umutsuzluğunu unutacaksın,” (s:195). Selim İleri, kendi metninin dili hakkında, Sait Faik’in, “Havada Bulut” kitabına da gönderme yapar: “İkiye bölmüştür kendini. Hem köpekli adam hem anlatıcı. Köpekli adam öyküler yazar, anlatıcı öykülerden birini gizlice okur. Yalnızlıktan ikiye bölmüştür, ıssızlıktan. Anlatıcıyla köpekli adam dost olurlar, ıssızlaşmanın ta kendisi.”

Yazar, nesnelliği öznelliğe tercih ettiğini metinde sıkça tekrarlar. Bu tekrarların nedeni yazarın ve anlatıcının, okur ile dost olmak istemesi(mi?)dir. Issızlaşmanın ta kendisi: “Koridordaki ışığın hafif, alacalı aydınlattığı odada anlatıcı uykuyla uyanıklık arasındadır,” (s:75); “Sayıklayan anlatıcı, uyanmaya çalışır, sımsıkı sarıldığı battaniyesinden kurtulmaya,” (s:77), “Anlatıcı her zamanki odada- karşı duvarda Aliye Berger’in gravürleri- yalnızdır. Sol elini şakağına dayamış kucağında büyüklü küçüklü kağıtlar –bir ikisi yere düşmüş- koltukta bezgin oturuyor.” (s:116). Selim İleri bu nokta da, yazar Selim İleri’nin yazdıklarını, yazmayı düşündüklerini değersiz mi bulmaktadır ki, münzevilik içine bürünür?

Volkan Çağan, “Kaçışın izlerini süren bilge” denemesinde, “bilinç- geçmiş-tarih” kavramlarını “kişisel hafıza” üzerinden ele alır. “Hafıza, birey üzerinden değerlendirildiğinde bilinç, toplum üzerinden değerlendirildiğinde tarih olarak ele alınabilir. Diğer taraftan yaklaşıldığında toplumsal hafıza, tek tek bireylerin hafızalarıyla yani bilinçleriyle oluşan ve şekillenen bir geçmişe işaret eder. Buradan hareketle bilinç geçmişle, geçmiş bilinçle oluşur denilebilir.” Selim İleri, hafızasının labirentlerinde dolaşırken geçmişi kurgulamasının amacı “Sona Ermek”te olan “şey”in bilincine varmaktır. Selim İleri, bireysel hafızayı ve toplumsal tarih örgüsünü metinde birbirlerinden ayırmamaktadır. “…edebi eserler, şiir, filmler, tiyatro oyunları, sonra resimler, izlenimcilerin eserleri, Japon estampları, işte hayatın bütün güzellikleri…” hem bilinçtir, hem tarihtir, hem de ömrünün anlamıdır, “Sona Ermek”te!

Yaşlanmak ölüm korkusunu da beraberinde getirmektedir. Tanpınar’ın uzun güncesinin sonu bu dünyadan ayrılmak istemeyiştir. Huzurevinde gördüğü – yapayalnız- Şükufe Nihal, “Günlerim artık ölümü bekleyiştir,” der. Ölümü bekleyenlerin korkmadıkları, sadece bekledikleri ne kadar doğrudur? “Yazar ölümü beklemeyi istememektedir,”der anlatıcı, çılgın bir yazma arzusu duymaktadır, sanki yaşama tutunabileceği tek dal yazmaktır. Son bir metin, son bir revü, geçmişte yazdıkları, geçmişte okudukları, kişiler, sahneler, giysiler; Anna Karenina ile Vronski neden hala dans etmesin ki?

Hayat, yazarın zannettiği gibi edebi bir metin midir? Her şey roman, şiir! Edebi metinler hayatı nasıl değiştirebilirdi? Hayallerinin avuntusunda bir Fehim Bey ya da Hakkı Celis. Sonra Prens Mişkin, gönül eğitiminde hayalleri kırılan Frederic, tren yolundaki Anna Karenina, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nun adsız anlatıcısı. Başkalarının, olmayan kişilerin hayatlarıyla, kendine, anlatıcıya-okura-yazara yeni bir hayat! Yeni hayat değil, okurla beraber arafta kalınan salt göçebe bir yanılsama mıydı tüm bunlar? Tanpınar, Sabri’nin yaz yağmurundaki aşktan tuhaf bir iktidarsızlığa uğradığını duyduğunu söylemiş miydi? Yıllar sonra, aşağılanacağını, alay edileceğini zannederek aktrise aşkını itiraf etmemiş miydi yazar? Ne alay, ne aşağılanma yoktu ve en kendine güvenmeyen hali ile aktrisin elini tutmuştu. Aşk, söylenmemiş aşk olarak kalacaktı. Aktrise uzak, hep uzak.

Bir zamanlar, hayalinde kurguladığı büyük yazar olabilmiş midir? Büyük yazar olabilseydi, yaşadığı son evinin müzeye dönüşmesi gerekmez miydi? Peki, o büyük yazarların, tümü de mahvolmuş büyük yazarların müzeye dönen evlerini nasıl görmezden gelebilirdi ki, Sait Faik’in sırıtık yeni eşyalarla döşenmiş Burgaz’daki evi; Hüseyin Rahmi’nin yitip giden, kendi elleriyle işlediği yastıklar; Yahya Kemal’in takma dişleri, pırtık bavulu hangi müzedeler şimdi? Geriye müzelik ne kalacak ki, yaşadığı son ev müze olsun! Sadece beklemektedir, neyi beklediğini bilmeden. Yazmayı mı? Yazar yaşlanmış ve yazdıkları da yaşlanmıştır artık. Yazılanlar yaşlılığın tükenmişliğidir. Bu tükenmişliğin anlamı nedir, bir anlam var mıdır? Anlatıcı-yazar için gençlik üslubunun kaybolması merhametsiz bir olgudur, melankoliye düşürecek umutsuzluktur: “Şimşekli karanlıklar görüyorsun, senin günlerinin karanlığı. Ağır bir melankoli; usul usul, sinsi sinsi, dağılıp gitmeye başlıyorsun kendi melankolinde. Öğrendiğin günden beri sevmiştin melankoli, melankolya sözcüğünü. Senin için söylenmişti. Şimşekler çakıyor; bu kez yaz yağmuru değil, epeydir yaz yağmuru değil.” (s:21)

Selim İleri, metninde Kraliçe Yazar, Aktris ve Şarkıcı’dan isimlerini vermeden bahsederek okurunu araştırmaya zorlar. Ya da her okurun kendine ait, Kraliçe Yazar’ını, Aktris’ini ve Şarkıcı’sını bu imgelerin yerine koymasını ister. Kraliçe yazarın yaşadığı dönem ve Sait Faik’le dostlukları Leyla Erbil’i düşündürmektedir okura; Aktrisin ise, Selim İleri’nin takıntılı aşkı diyebileceğimiz Cahide Sonku, ya da halen yaşadığını söylemesine göre Türkan Şoray olabileceği olasılığı mümkün görünmektedir. Şarkıcı ise tartışmasız Ayten Alpman’dır. İsmini vermediği bu sanatçılar üzerinden yazar-anlatıcı, okur üzerinde ıssızlığın kardeşliğini vurgular. “Herkesinki kadar bir yalnızlık, tasalanacak bir şey yok.” (s:67)

Yazarın kendinden başka gidebileceği bir yer olmadığını anlatıcı, okura duyurur. İç dünyası ve iç sesi vardır salt. Sevdiği insanları kaybetmiştir; kimileri ölmüş, çoğu ölmüş; ötekileri, geriye kalanlarıysa bencilliği ile kırmış, küstürmüştür. “Geriye dönemez, ama geçmişi her zaman kurcalayabilir. Çöküş, çökkünlük, içe kapanış nerede ne zaman, birden bire mi, belki de usul usul, ağır akan zamanda, sezdirmeden, varlığını sezinletmeden, sinsice pusuya yatmış.” (s: 241)

“Sona Ermek”te, hafızanın, bilinci ve bilincin ölüm gerçeğini nasıl ortaya çıkardığı görülmektedir. “Böyle sessiz ve kimsesiz, çocuk Abdülhak Şinasi’yle Çamlıca’ya gidiş, Büyükada’ya gidiş, film sahneleri, Sarita Montiel şelaleye doğru koşuyor, Rita Hayworth uzun siyah eldivenlerini tek tek fırlatıp atıyor, siyah-beyaz filmde saçları kıpkızıl, tıpatıp aynısı bir daha göremeyeceğin bir jest, bir mimik her oynatışta değişiyor, unutulmaz oyun sahneleri, ölü Şaziye Moral büyük hanıma çıkmış, ölü Abdülhak Şinasi milyonlarca yıldızıyla baş başa, kem küm olmuş hepsi, ölü bunlar, hepsi ölü, etrafın ölülerle çevrili,” (s:83). “Meğer film sahneleri de ölürmüş, tiyatro sahneleri, kitapların ezbere bildiğin sayfaları.” (s:83)

Camdaki silik yansıda duran yaşlı bir adam. Yazarın yüzü, anlatıcı tanımamaktadır onu. Gerzekçe gülümseyen bir yüz. Gözleri ferini kaybetmiş. Sonra, yazar-anlatıcı ve okur farkına varır ki, yansıdaki yüz hepsine aittir. Sonuç, cılız, kaçık bir kahkahadır. Bir yanda ölüm yaklaşmakta, bir yanda yaşam geç de olsa çağırmaktadır. Tıpkı, Abdülhak Hamid’in ölen karısına yazdığı “Makber”in ardından, gerdek-gelin odasını anlatan “Hacle”yi yazması gibidir hayat. Hep böyledir, sevişerek kurtulmak ister insan ölüm ayrılığından! Ama sevişmekte çoktan mazi olmuştur, elde kalan sadece “Makber”in acı dizeleridir.

Selim İleri’nin metinde yaptığı göndermeler yazar tarafından özümsenmiş, kendi geçmişine katılmış anılar olmuştur. Yazarın hafızası ve anlatıcının okuyucuya anlattığı bu göndermeler bireysel bilinçlenmedir; yazar-anlatıcı-okuyucu bu bilinçlenmenin sonucunda bireysel/toplumsal tarihlerini oluşturacaktır. “Haşim ayışığında, dolunayda annesiyle nehir kıyısında dolaşıyor. Öyle hatırlıyorsun, giderek silinen hayal, Haşim’le annesi. Pasta kalıplarına bakarken herhalde annesi belirmişti. Küçük çocuğun annesini hatırlayışı yıllar yılı etkiliyor. Dicle kenarındalar. Gümüş çerçevede annen, annenin gençliği, vesikalık fotoğraf oval kesilmiş. Şimdiyse her şey, tümü tortu, sızı,” Haşim’in çocukluğu, yazarın- anlatıcının- okuyucunun çocukluğudur ve birbirinden ayrı düşünülemez. Haşim’in çocukluğuna, çocuk yazar, çocuk okuyucu arkadaşlık eder. Vesikalık fotoğraftaki anne imgesi tek olarak Haşim’in ve çoğul olarak her bir okuyucunun da kendi annesidir.

Çehov’un, İvanov’u herkesten önce hissetmemiş miydi, hayatın ağır ağır indiğini, perdenin değil. “Üç Kızkardeş”te de hayat ağır ağır iner, ayrılışlar, birbirini bir daha göremeyecek oluşlar, “Vanya Dayı”da da. İvanov ve Virginia Woolf canlarına kıydılar. Septimus pencereden aşağıya attı kendini. “Bir zamanlar yazıları çizileri, kitapları az buçuk sevilmiş, okunmuş eski bir yazar için bu kadarı yeter.” (s.107).

Beklemeyi intiharla sonlandırma cesareti yoktur yazarda! Genç ölümler karşısında, hiç yüzünden harcanan hayatlar karşısında ölümünü, sonunu irdelemekten rahatsız olduğu vakitlerde intiharı değil, tarihin o şanlı hükümdarlarını düşünür yazar. Bitirmeyi beceremediği, yazamadığı 4. Murad sığınaktır: “Ölürken leyleklerin gidişini; tekrar öldürüyorsun, son sözü neydi, bu kanlı dünyayı bırakıyorum, başucunda ölümünü bekliyorlar, Kösem Mahpeyker Sultan zümrüt küpelerinin ışıltılarıyla.” (s:109). “Sevdikleri yanındalar sanıyor, başucundalar, kimse yok! Tek tek yüzlerini görüyor, tek tek yüzlerine bakıyor. Öbür dünyada beni yalnız bırakmayın! Bilincin yerini artık hezeyan almıştır. Mangallar ısıtmıyor, üşüyorum, titriyorum! Fena halde kimsesiz.” Konuşan 4. Murad değil de yazardır aslında. Fena halde kimsesiz olan okurdur aynı zamanda.

Selim İleri, “Çehov’un oyunlarında yalnızca aktörler değil, Vanya Dayı değil, Sonya değil, Firs, Olga; iskemleler, giysiler, askeri bando, İvanov’un okuduğu kitap, cırcır böceği, orman yolu, ağaçlar da oynamak zorundaymış,” saptamasına katıldığını, geçmişte yazdıklarını, geçmişte okuduklarını, hayatına giren kişileri, sahneleri, giysileri anarak gösterir. Ve: “Sanki bu an için yaşadın bütün hayatını…”(s:262), derken, revüsünün başarıya ulaşıp ulaşmadığından kesin emin değildir. Başarıya ulaşmasa da, siren sesleri, cırcır böceği, İvanov’un okuduğu meçhul kitap, Prozorov’ların eski bahçesi, Çebutıkin’in oturduğu hasır koltuk, masadaki şampanya kadehleri konuşmaya devam edecektir.

“Günlerdir buradasın, evinde. Artık evin gibi gelmeyen bu yerde, yabancı yerde yazmayı arıyorsun. Artık yabancı. Sonuna kadar yabancı.” (s:92). Okur, ıssız akşamlarında bu yalnızlığı hep okumak isteyecektir. Sonuçta Selim İleri’nin kitapları da hep konuşmaya devam etmiyor mu?

Bayram SARI

Sona Ermek: Selim İleri; Everest Yayınları, 1. Basım, Mayıs 2017

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir