Sinema yönetmeni, oyuncusu, senarist ve öykü yazarı Yılmaz Güney’in Selimiye Mektupları, cezaevine girdiği 1972’den 1974?e kadar ki yazışmaları kapsamaktadır.

Kitaptan Bölümler
Ulaş Bardakçı 19 Şubat 1972’de öldürüldü.
17 Mart’ta ben yakalandım.
Ulaş’ın ölümüyle yoğunlaşan baskılar,baskınlar,tutuklamalar, sonunda bana da ulaşacaktı; biliyordum. Yurtdışına çıkmayı hiç düşünmedim. “Kaçtı” desinler istemiyordum; yakalanmalıydım; gazeteler en açık biçimiyle, neler yaptığımı yazmalıydılar; halkın gözünde yıpratmaya çalışmalıydılar beni. “Anarşist”, “Komünist”, “Vatan haini”, “Muhtemel ajan” demeliydiler.
Suçlamaları geri tepecekti, halkımızla yıllardır aramızda inşa edilen doğal bağları koparamayacaklardı; biliyordum.

Silahımı “yanlış bir arkadaş”a emanet ettim. Güvenlik kuvvetleriyle silahlı bir çatışma düşünmedim. Gereksiz bir “yiğitlik” olurdu öyle yapsaydım. O günün koşullarında, benim durumumda, yanlış olurdu. Zaten, silahımı “o” arkadaşa emanet etmekle burjuvaziye güvenmiş ve teslim olmuş değil miydim?

Götürüleceğimi biliyordum;çevremdeki halkanın gittikçe daraldığını biliyordum.Dergilerden kesilmiş iki resim aldım yanıma. Biri,oğlumu öperken çekilmiş, çok canlı,baktıkça yumuşak duygular aşılayan renkli bir resimdi.Diğeri,yiğit karım Fatoşla ”Umut” sırasında, Oymaklı Köyünde, babamın yoksul avlusunda çekilmiş,siyah-beyaz bir resimdi.Ben “Umut”taki Cabbar’dım… Fatoş da, şalvar giymiş,başını kıyıları işlenmiş bir yağlıkla bağlamış,boynunu bükmüş yanımda duruyordu.
Cezaevi günlerimde bu iki resmi hiç ayırmadım yanımdan.Aklımdan da hiç çıkarmadım onları…
Bu mektuplar,sansürden geçmiş Yılmaz Güney’i, onun ((görülmüş)) duygularını,düşüncelerini anlatır. O coşkular, hüzünler, o az-gelişmiş sevinçler hep ((görülmüştür)) sansürden geçmiştir.Ve bu yüzden,onların bildiği şeylerin halkımızca da bilinmesinde bir sakınca görmediğim gibi,üstelik yarar da görüyorum. Daha derinden tanınmalıyım, eleştiriye açık olmalıyım her yönümle.
Burjuva-küçük burjuva-feodal artık yanlarımla,bu yanlarımdan kaynaklanan özlemlerim-coşkularımla,ve bu özelliklerimle çelişen diğer ((görülmüştür)) yanlarımla ortadayım. Olumlu-olumsuz, doğru-yanlış, direnen-çözülen, gelişen-yıkılan yanlarımla ve bütün sansürden geçmiş içtenliğimle ortadayım.

Cezaevi günlerinde, gizli-açık bütün olanaklarımızla,okumaya,araştırmaya, dünyayı,Türkiye’yi izlemeye,incelemeye, kendimizi inançlarımız doğrultusunda değiştirmeye çalıştık.Bu çalışmalar sırasında sezdiğim ve ilk anladığım,sarsıntısından uzun bir zaman kendimi kurtaramadığım gerçek şuydu:Ben,Marksist-Leninist değildim.Komünist değildim,hatta tutarlı bir sosyal-demokrat bile değildim. Oysa,ne acıdır ki,ben kendimi//Marksist-Leninist))sanırdım,yanılgılar içindeydim.
Günlerce yalpaladım…

Sınıflar arası mücadeleyi kabul etmek ölçüsü değildi Marksist olmanın.Marksizm-Leninizmi teorik planda bilmek de ölçü olamazdı.Dünya devrimci pratiğini,devrim ustalarının sözlerini ezbere bilmek de yeterli değildi.Çok sonraları, Marksist-Leninist olabilme yolunun,ancak ve ancak proletarya diktatörlüğü için, hayatın her alanında durdurulmaksızın sürdürülmesi gereken mücadele sürecinden geçeceğini kavrayacaktım. Çok sonraları,değiştirmek istediğimiz toplumun,değiştirilmesi gereken bir parçası olduğumu kavrayacaktım. Çok sonraları,Bilimsel Sosyalizm’in teorik ve ideolojik içeriğini,İşçi Sınıfı’nın yerini ve önemini kavrayacaktım… Evrensele özgülden varılacağını,en birinci evrensel görevimizin de kendi ülkemizde devrim yapmak olduğunu çok sonraları kavrayacaktım.

O günleri, ((Cezaevi Günleri))ni ilerde anlatacağım.Bütün boyutlarıyla,bilinmesi gereken bütün yönleriyle.Halkımızdan gizlenecek hiçbir şeyimiz olamaz çünkü…ve onlardan gelecek her eleştirinin bize can katacağına,bizi çelikleştireceğine inancımız tamdır.

Şimdi yine cezaevindeyim.
Şimdi yine bir savaş alanıyım ben.
Kim kazanacak bu amansız sınıf savaşını içimde;burjuvazi mi,proletarya mı?
Bilemiyorum, savaş henüz bitmiş değil,ben bitmiş değilim.
Savaşı,benim yoksul çocuklarım,onların yoksul,onurlu ve yiğit babaları,yiğit anaları,yiğit bacıları kazanmalı.

Bizim,toplumsal mücadeleye verdiğimiz emeğin karşılığını,kısa bir dönem sonunda alabilmemiz söz konusu değildir.Devrim,uzun beslenme-gelişme-büyüme yıllarına ihtiyaç duyan canlı,duyarlı bir organizmadır;kendi varlığını olgunlaştırmak için gerekli,olumlu,en küçük kıpırtıyı bile içine alır,özümler;yaramazını atar dışına.Bu uğurda atılmış her doğru adım,yazılmış her satır,yüreklendirici her mısra, mücadelenin damarlarında kan olur.Kahpece kurşunlanmış her yürek,bombalarla-toplarla-helikopterlerle parçalanmış her bedeni yiğitçe ipe uzatılmış her boyun mücadelenin çelikten dokusunu oluştururlar.Köklendikçe,daha derinlere indikçe, binlerce,on binlerce yeni canla,milyonlarca yeni damarla beslenerek,gelişecektir.
Kan,ateş ve gözyaşı var önümüzde.
Ağlayacak analar-babalar,dul kalacak kadınlar,babasız kalacak çocuklar var.Önümüzde zindanlar,darağaçları,akıl-almaz zorluklar var.Topları tüfekler,bilimin,tekniğin geliştirdiği en son silahlar var.
Bizim de var,emekçi kitlelere ezenlere-ezilenlere söylenecek sözümüz var…Var!Delinilecek bir yüreğimiz,ipe uzatılacak ince bir boynumuz var.

Öyleyse sanıyorum ki,bu mektuplar,toplumsal sağırlıklara,toplumsal duyarsızlıklara karşı oluşan birikimlerin bir damlası olacaktır.ilk başta yadırganacaktır belki (sevgili)), ((ciğerim)), ((benim dünya güzelim))diye başlayan mektuplar… Altını çizerek tekrarlıyorum:Evet,yiğit karım, dört yıldır hapishane kapılarında inatla,sabırla,onurla direnen karım benim için yiğittir sevgilidir,dünya güzelidir,acılarımın vazgeçilmez ortağıdır.
Yeni mektuplar yazılacaktır cezaevlerinden. İspanya’dan, Arjantin’den, Brezilya’dan yeni mektuplar yazılacaktır. Asya’dan Afrika’ya, Niğde’den Adana’dan her yere, Diyarbakır’dan, Sinop’tan yeni mektuplar yazılacaktır.İstanbul cezaevlerinden mektuplar yazılacaktır. Mektuplar yazılacaktır Bolivya’da, Peru’da. Her yerden her yere;binlerce,on binlerce,milyonlarca;aşkı, sevgiyi anlatan, inadı,direnci,devrimi anlatan,zafer türkülerimizi anlatan yeni mektuplar yazılacaktır,yeni damlalar katılacaktır eski damlalara,birikimlere…

Evet,yeni mektuplar yazılmalıdır,bu mektuplardan daha ileri mektuplar yazılmalıdır;yeni hayatı,yeni Türkiye’yi oluşturmada payı olacak yeni mektuplar yazılmalıdır.
Ama unutmamalıdır!((Görülmüştür))leri…Görülecektir’l eri.
Unutmamalıdır((sanık))sandalyesinde oturtacak mektupları.

İlk mektubu ben yazıyorum.
Arkadaşlar!
Dışarda bir şeyler oluyor,farkında mısınız?
Uykuda olanları sarsın,uyandırın.Herkese söyleyin,yakında ışıklar kesilebilir.
Karanlıkta ne yapacaksınız?

BU YAZI, ACILARIMIZIN ÖNSÖZÜ OLSUN. YAŞADIĞIMIZ, YAŞIYOR OLDUĞUMUZ ACILARIMIZ DA ACILIKLARINDAN BIKIP SEVİNÇ OLSUNLAR. YARIN HALKIMIZIN OLSUN, BAYRAM OLSUN

((12 Mart))ın koyu karanlığını,içerdeki kocaları,babaları,anaları,çocuklarıyla,en az onlar kadar,hatta onlardan da çok acı çekerek yaşayan analar,babalar,çocuklar ve kadınlar; onların arkadaşları,yakınları;cezaevi kapılarında tanıdığım fedakar analar,babalar, kardeşilerim! Hangimiz unutmuştur o günleri? Hatır tanımaz bir buldozer katılımıyla eski bilincimizi yıkan acılı olayları,yeni bilincimizi geliştiren korkuları,yalnızlıkları hangimiz unutmuştur?
Hangimiz unutmuştur sabaha karşı evlerimize yapılan silahlı baskınları,aramaları? Onların,yüreklerimizden sökülürcesine bizlerden kopartılıp götürülüşlerini.Günlerce,haftalarca,çoğu kez aylarca onlardan hiçbir haber alamayışın getirdiği kabuğuna sığmaz endişeleri,kabus dolu uyanmaz geceleri…Sıkı Yönetim Mahkemelerini,cezaevlerini,cezaevlerinin demir parmaklıklı-tel örgülü pencerelerini,hüzün dolu ziyaret günlerini hangimiz unutmuştur? Ve aklımızda beyaz bir zambak gibi solmadan duran o güzelim Hatice’yi hangimiz unutmuştur?
O günleri, özellikle de 15 Mart’ı,16 Mart’ı ve17 Mart’ı hiç unutmuyorum.
15 Mart’ın akşamı.Yılmaz,oğlumuz Yılmaz’ın beşiğini sallıyor usul usul,türkü söylüyor ona.Her zaman türkü söylerdi Yılmaz; fakat o gün,sesini her zamankinden dokunaklı,her zamankinden acı çaldığını seziyorum.Yemek yapıyordum;çok etkileniyorum,ağlamam geliyor.İçimi yakan,bilinmez korkuları çağıran sızılar duyuyorum.
Bir tel mi kopuyor yüreğimden?
Babası türkü söylüyor sevgili küçük zazasına.Türkünün adı:
İnce Memed.
((…ben öpmeye kıyamazdım,belemişler kızıl kana,))diyor.
Hatırlıyorum,Ulaş Bardakçı’nın öldürüldüğü gün de aynı türküyü söylemişti oğluma;ilk görüyordum ağladığını,saklamıştı gözyaşlarını benden.
Yine aynı türküyü söylüyor.
Yeni bir acı mı var gündemde?
İki gün sonra((O))nu alıp götüreceklerini,artık evimize gelemeyeceğini,yıllar sürecek ayrılığı bilmiyordum.Ama o sezmiş,ya da bekliyor olmalıydı.Yüzüne sinen,ancak götürülüşünden sonra kavrayabileceğim o derin,içli anlamı aklımdan çıkartamayacaktım.
O gece gözümün önünde.Hep oğlumla oynuyor,gülüyor,güldürüyor onu.Bilmiyor babasının gideceğini,bir daha böyle oynanmayacağını küçük zazamız.Şakalaşıyor hepimizle,rakı içiyor,türkü söylüyor;kendine özgü türkülerinden biridir yine.
Göz göze geldiğimizde yüzünde tomurcuğa duran acıyı,ayrılıktan sonra anlayacağım.
Altı buçuk aylıktı o zaman oğlumuz;biz de,on dokuz ay on dokuz günlük evliydik.
O’nu tanımadan önce,bazı insanların sırlarını duvara vererek oturmak zorunda olduklarını,eli belinde ya da cebinde duran adamlara kuşkuyla bakılacağını bilmezdim.Karanlık sokakların gebe,köşe başlarının tehlikelerle dolu olduğunu bilmezdim.Bazı polis şeflerinin siyasi nedenlerden ötürü bazı insanları ((…karanlık sokaklarda bir köpek gibi öldürmek))le tehdit edebileceklerini düşünemezdim bile.Ancak O’nu tanıdıktan sonra,bazı insanların neden silahlarına mecbur olduklarını anlayacaktım.

* * *

Babam,Yılmaz’la evlenmemi istemiyordu.Nedeni açıktı;kızının genç yaşta dul kalmasından korkuyordu.Babama göre,adı bir yığın olaya karışmış bir kabadayıydı Yılmaz.Üstelik((komünist))olduğu söyleniyordu.Sonra en önemlisi,her an namlunun ucunda,ne zaman ve nerede öleceği belli olmayan,bilinmezliklerle dolu bir adamdı.
Evet,öyleydi;evlendikten sonra bu gerçeği,babamın düşündüklerinin doğruluğunu daha iyi anladım;doğruydu,namlunun ucundaydı ve bunu bilerek yaşıyordu.Oğlumuza kendi adını vermesi kaynağını buradan alır.
Hayatı yoksulluklar,sıkıntılar içinde geçmişti.Çok iyi biliyordu yokluğun acısını.Emekçiler için güzel bir dünya düşünüyordu.Oğlumuz ve bütün yoksul çocuklar onun düşündüğü dünyada yaşayacaklardı.Bu konuda inancı hiç sarsılmadı.
Sabahları evden çıkarken bir daha dönmeyebilirdi.Akşamları pencerede beklerken,nedenlerini anlatamayacağım acılar yayıldı içime,ve ben o acılar denizinde,yeni yüzme öğrenen bir insan telaşıyla çırpınırdım.Düşünürdüm,kimi zaman kumru saflığıyla dolu,ilkel sevinçler,ilkel kırıklıklar taşıyan,kimi zaman da korku tanımaz yüreğini nerede bırakacaktı,nerede ve nasıl;hangi kırda,hangi şehirde?
16 Mart: işe gitmedi.Kırlara çıkmak istiyordu; kırlardan,güneşten,çayırlara sırtüstü uzanmaktan sözediyordu.
((Turunç çiçekleri çok güzel kokar,)) diyor,durup dururken…
Hayra yormuyordum.Aklıma kötü şeyler geliyordu.
((Ne kadar güzel kokar,))diyordu,şu günlerde turunçların,portakalların çiçek açtığı Adana’yı anlatıyordu sonra.
Gülümseyen yüzü,yorganına yetmeyen yorgan yüzlerini hatırlatıyor bana.Açık,bütün yüzüne sığan bir gülümseme değil.
Meraklanıyorum…
((Neyin var?Bir şey mi gizliyorsun benden?))diyorum.
((Bak Kitoş)) diyor, ((bak ciğerim…Bu senin aptal kocana yol görünüyor.Sanıyorum uzun bir süre ayrı kalacağız..))
((Ayrı kalacağız,)) sözü,açıklanması zor binlerce çağrışımı yapıyor,bir yığın olay birbiriyle bağlantı kuruyor.O an ben,dalından kopan bir vişne tanesiyim;düştüğümü,çürüdüğümü görüyorum,duyuyorum,yaşıyorum.
Ayrılacaktık demek.Ayrı kalacaktık…
Anlatmadı nedenlerini.Sevgili silahını,((arkadaş))bildiği ve sonunda yanılgısını anladığı birine,beni,anasını ve oğlumuzu da bana emanet etti.Yazıhanedeki arkadaşlarına da,nedenlerini açıklamadığı((uzun bir ayrılık))tan,işleri nasıl yürütmeli gerektiğinden sözetti kısaca.
Nasıl davranmam gerekliliği konusunda hiçbir şey konuşmadık.Çünkü ben her zaman ((yalnız))kalabilirdim ;o,her zaman((ansızın))gidebilirdi bir yerlere.Trafik kazası olurdu,vurulurdu,gözaltına alınırdı,her şey olabilirdi.Bunları bildiğinden,tanıştığımız günden,alıştıra alıştıra,adım adım,((yalnızlıklar,ayrılıklar ve ölüm halleri’nde gerekli olacak bilgilerle donatmaya çalışırdı.Her an hazır olmalıydım beklenmedik acılara ve öylesine rahat,öylesine rahat, öylesine doğal anlatırdı ki,adres soran birine gideceği yolu ayrıntılarıyla anlatan bol vakitli bir adam sanırdınız.
Oysa onun hiçbir şeye vakit olmadı.Kırlara çıkmaya,çayırlara sırtüstü uzanmaya da fırsat bulamadı.
17 Mart 1972… O gece gelmedi eve.
Aklımda kırlar,yeşil çayırlar,güneş ve beyaz turunç çiçekleriyle onu düşündüm.Artık gelmeyecek miydi evimize?
Sabaha karşı,ısrarla çalan kapımızın ziliyle,umutla fırladım.O muydu acaba? Geç kalmış olabilir miydi?
Kapıyı açtım; sayamayacağım kadar çoktular; silahlıydılar. Bir anda evin her köşesine su gibi yayıldılar. Dolapları, çekmeceleri açıyor, kitapları indiriyor, arıyorlardı.
((Evi arayabilirler,sakın korkma))demişti;ama ben korkuyordum.Gürültülerden oğlumuz uyanmış,ağlıyordu……

* * *

Pencereden baktım, çok kalabalıktı sokak. Sabahın alacakaranlığında polisler, askerler, görevliler, otobüsler, cipler… Apartmanın çevresini sarmışlardı.Silahlıydılar.Ne kadar da çok silahları vardı,biz ne kadar yalnızdık.
Bir albay gülerek,kibarca.,
((O’nu asker kaçağı olarak da ben yakalamıştım İstinye’de))dedi.
Cevap vermedim.Yılmaz’ı yakın tanıyanlar için o kadar doğaldı ki!Çünkü çok yakalanmış bir adamdı Yılmaz;sıtmadan gribe,fare kapanından yağmura kadar,o kadar çok ve değişik şeyler ve nedenler için yakalanmıştı ki sayamazdın.İşte o sayısız yakalanışlarından birinde yakalayanlardan biriydi Albay ve bununla övünüyordu.
Oysa ben biliyordum ki daha çok yakalanacaktı Yılmaz.Önüne dikilen yasakları,egemenlerin mutlaka aşılması gereken yasaklarını tanımayacaktı,çiğneyecekti.Onların çizdiği sınırlar içinde oynamayı kabul etmeyecek,kurallarını bozacaktı;doğru bildiği şeyleri yapmaktan geri kalmayacak,yakalanacaktı.Ölünceye kadar hep yakalanacak-kurtulacak-yakalanacak-kurtulacaktı.Sonunda halkının bereketli yüreğine düşecek, halkının kurtuluşu görevlerine yakalanacak ve oradan hiç kurtulamayacaktı.
Sonra işleri bitti.Toparlanması güç bir dağınıklık bırakıp gittiler.Pencereden otobüslerine,ciplerine binişlerini izledim.
Oğlumuz hala ağlıyordu.
Bir gün oğlumuza,henüz altı buçuk aylıkken evimizin basıldığını anlatacaktım.Oğlumuza,komşularımızın perde arkalarına saklamaya çalıştıkları korku dolu,onursuz,silik yüzlerini anlatacaktım.
Oysa onların korkmalarını gerektirecek bir şey yoktu. Çünkü evimizi basanlar,işçilere-köylülere-haklarını almak için uyanan emekçilere karşıydılar,onlara kendi sınıflarının bilincini götürmek için çalışan devrimci aydınlara,sanatçılara,bilim adamlarına karşıydılar,insan onurundan yana olan bütün yurtseverlere karşıydılar.Perde arkasında gereksiz korkulara kapılanlar korkmamalıydılar;konken oynamalı,içkilerini içmeli,rahat rahat uyumalıydılar artık.Çünkü ((anarşistler)), ((komünistler)), ((vatan hainleri)) bir bir evlerinden alınıyor, bilinmeyen yerlere götürülüyorlar, cezaevlerine tıkılıyorlardı.
…ve aradan günler geçti.Haber alamıyorduk,nereye ve niçin götürüldüğünü bilemiyorduk.
Bir sabah erkenden uyandım;onu bulmaya kararlıydım,yağmur yağıyordu.Oğlumuzu,gerekli olabilecek şeyleri yanıma alarak yola çıktım. Sağmalcılar Cezaevinden başlayıp,İstanbul’un bütün cezaevlerini bir bir arayacaktım.
Sağmalcılar’a nereden, nasıl gidilir, bilmiyordum. Sora sora buldum.Yoktu. ((Selimiye’ye götürülmüş olabilir))dedi gardiyanlardan biri.
Selimiye’ye,oradan Maltepe Askeri Cezaevine.Yoktu…
((Davutpaşa’da olabilir,))dediler.
Gittim.Davutpaşa’da da yoktu.
Toptaşı, Paşakapısı, Balmumcu,derken bitmiştim. İstanbul’da bildiğim cezaevi kalmamıştı. Yedi cezaevi gezmiştim, oğlumuz ağlıyordu, perişan olmuştuk.Beni asıl perişan eden, O’nu bulamamış olmamdı, aklıma takılan olumsuz şeylerdi.
Son bir kere daha, gücümü topla***** Davutpaşa’ya gittim.
((Belki))diyordum.Yoktu…
İşte o arayış günlerinin birinde kuzenim geldi eve.Bana,özellikle de Yılmaz’ın duvarda asılı resmine baktıkça gözleri doluyordu.
Kuşkulanmıştım.Ağlamaya başladı.
N’oluyordu, kötü bir haberi mi vardı?
Babası büyük bir gazetenin yazı işleri müdürü olan bir arkadaşı,((Yılmaz’ın Selimiye’de öldüğü))haberini vermişti.
Sarsıldım,şaşırdım.Damarlarımdaki kan buharlaşıyordu sanki,olduğum yerde kuruyordum.Gerçek olabilir miydi?

* * *

Artık yok muydu Yılmaz,bir daha türküler söylemeyecek miydi küçük zazasına,bir daha”ciğerim, Kitoş, sevgili” diyemeyecek miydi bana? Kırları,çayırları görmeyecek,turunç çiçeklerinin kokusunu duymayacak mıydı?
Sokaktaydım, Selimiye’ye gidecektim.
Bir arabaya bindim.Karşımda duruyordu,güneş siperliğine yapıştırılmış,kendine özgü duruşuyla bana bakıyordu. Kendimi tutamıyordum,ağlıyordum,”Selimiye’ye”diyebildim ancak.
Aynadan beni izliyordu şoför, tanıdım onu;semtimizin şoförlerinden biriydi.Onun da gözlerinin buğulandığını,gözlerinin dolduğunu gördüm.Belli etmeden siliyordu gözyaşlarını.Büsbütün perişan oldum;demek gerçekti ve ben en son duyanlardandım.
Selimiye çevrelerinde,özellikle de tutukluların bulunduğu taraflarda kuş uçurtmuyorlardı.Nöbetçiler silahlarını doğrultmuş ”DUR”diye bağırıyorlardı,”DUR!”
Onları dinlemedim.Bağırmalarına aldırmadan yaklaştım.Gözleri dolu,kendini tutmaya çalışan,perişan bir kadındım.Kim olduğumu,duyduğum haberi,haberin doğruluk derecesini öğrenmek istediğimi söyledim bir çırpıda.
”Yılmaz Güney”adı,”ölmüş” sözü onları yumuşatmıştı. Az önce taşıdıkları,kendilerine ait olmayan katılıkları silinmiş, yüzleri benim kaygılarımla dolmuştu. İçlerinden biri,candan bir yakınlıkla, komutanla görüşmemi, istersem bu dileği bildireceğini söyledi. Kendileri olmuşlardı.
Geçmek bilmeyen bir bekleyişten sonra,koşarak geldi nöbetçi.
Olumlu bir haber getirmenin sevincini gördüm yüzünde.
”Öyle bir şey yokmuş be bacım”dedi,”bizi de korkuttun.”
Beni komutana götürdü;kabul edilmiştim.
Haberin kesinlikle doğru olmadığını söyledi Komutan.İnanamıyordum,uzaktan bile olsa görmek istiyordum yüzünü.Fakat”imkansız”dı.Hücredeydi;değil kimseyle görüşmek,kapısındaki nöbetçiyle bile konuşması yasaktı.
”Hiç olmazsa imzasını atıp yollasın,”dedim.
Kabul etmedi.Çaresiz,fakat hafiflemiş korkularımla,olumlu yanları ağır basan kuşkularımla döndüm.Ölmesin de nerede olursa olsundu.Sağlığını bilmek yetecekti bana.O,tanıdığım kadarıyla,sert kabuğunu parçalayan bir şeftali gibi,bütün zorlukları yenecek,taş ve demir yığınını delip çıkacaktı.
Gelgelelim,Selimiye’ye gidişimi izleyen günlerde,ölmüş olduğu söylentileri daha da yaygınlaştı.Yurdun çeşitli yerlerinden telefonlar, telgraflar, mektuplar geliyordu.Ve ben, elim kolum bağlı,kimsesiz,yardımsız, öylece bekliyordum.
Günler sonra bir mektup geldi.Zarfın üzerindeki yazıyı tanımıştım.İyiydi;sabun,kalem,düz ve çizgili kağıt vb.istiyordu.İyiydi;görüştürme izni verilip verilmeyeceğini bilmiyordu.Mektup,yazıldığı tarihten birkaç gün sonra atılmıştı.Pula basılan tarih ile mektubun yazıldığı tarih tutmuyordu birbirini.
Sonra tutuklandığını yazdı.Sağmalcılar’a götürülüyordu.
Büyük bir heyecanla Sağmalcılar’a gittim.İdareye çıktım.Görüşmenin mümkün olamayacağını söyledi Müdür.Görüşme yasağı vardı ve yasak üç ay sürecekti.İnsan adamdı Müdür,fakat görüştürme yetkisi yoktu.Beni teselli etmeye çalışıyordu. Sonra beklemediğim bir karar verdi;oğlumu gösterebilirdi babasına.
Zile bastı; bir gardiyan geldi.Yılmaz?ın avukatlar odasına getirilmesini söyledi.Çok duygulanmıştım.Oğlum ise sıkılmıştı her şeyden,gitmek için huzursuzlanıyordu.Babasını göreceğini de bilmiyordu.Kulağına türküler söyleyen o adamı hatırlayabilir miydi acaba?
Onu eğlemek,avutmak için dolaşmaya başladım.Kapının üzerinde küçük bir cam bölme vardı.Oradan, ansızın Yılmaz’ın geçtiğini görür gibi oldum.Ok gibi fırlayıp kapıyı açtım.Gerçekten oydu.Uzun bir koridorda,iki gardiyanın arasında,sırtı bize dönük,o kendine güvenen,ağırbaşlı yürüyüşüyle;seslenmek istedim,sesim çıkmadı. Müdür de yanıma gelmiş, ardından koşacağım sanısıyla kolumdan tutmuştu.
Az önce gönderilen gardiyan geldi. Oğlumu verdim ona.Babasının yanına götürdü.Oğlumuzun babasını ilk ziyareti böyle oldu.

Mektuplardan Örnekler

Canım ciğerim sevgili,
Bugün senin doğum günün… ayrı değiliz bilesin… her zamankinden çok, her zamankinden içten yüreğimdesin… sürekli yaşatarak, besleyerek, büyüterek seni… içimi yalayıp geçen hüzün geride mutlu düşler bırakıyor… çünkü tutacağız bir gün hayatın ucundan, yükleneceğiz ne varsa, ne kadar solmuş gül varsa canlandıracağız onu….
Sevgili, yavrum…. hiçbir darbe yıkamadı içimizdeki hayat ağacını… ezemedi… ezemez de… Bugün… yirmiikinci yaşına bastığın gün bilesin ki, önümüzde hiçbir engel duramayacaktır… akıp geçeceğiz, yıkıp gideceğiz çünkü…
Kar var dışarıda, güneş var, insanlar var… İçimizde canlılığını koruyan hayat böceği kıpırdıyor… buzlar çözülüyor, toprak uyanıyor…
Evet… Hayat ve onun bütün unsurları başkaldırıyor… Yeni bir güne, yeni bir güneşe… Sevgiyi yeni baştan kurarak.
Canım sevgili… yirmiiki yaşlım… güzelim… sevgiyle kucaklarım hepinizi… bin defa, yüzbin defa, onmilyon defa merhaba…
Merhaba sevgili!
Evet… hayat durdurulamaz yerine akıyor ve biz bu akıntının içinde bizi bekleyen yarınlara, sardunyalara, hanımeli çiçeklerine, kiraz ağaçlarına varacağız…
Mutlu ol sevgili… Sevin… hayat senindir… bir ırmaktır çünkü o… sonsuza akan bir ırmak…
Öperim… Heyecanımı, hüznümü, acımı anla sevgili… Oğlumu sar ve ona anasının yirmiiki yaşına bastığını anlat. Oğlumuz da yirmiiki yaşında olacak birgün… sen de kırkiki yaşında olacaksın… Ya ben… ben n?olacağım acaba!

Yılmaz Güney
17 Ocak 1974

* * *
Sevgili,
Yazın soluğu kesildi. Hapishanemiz eskisi gibi sıcak olmuyor. Eylülle birlikte, güz aylarının o insanın içine işleyen solgunluğu başlayacak. Sonra kış, ilkbahar, yaz ve güz.
Dünyayı değiştiren, yenileyen her gün, bizim payımıza düşenleri de usul usul biriktiriyor. geleceğin eylülleri, ekimleri nasıl olacak? Sıradan bir çarşambası, cuması?
Daha iyi olacak sevgili, çok daha iyi olacak. Oğlumuz güzel bir dünyada yaşayacak. Bizim sıkıntılarımızı ve acılarımızı çekmeyecek.
Neyi özlüyorum biliyor musun sevgili?
Oğlumla uçurtma uçurmayı; geniş, sonsuz bir kırda.Gelinciklerin, papatyaların bol olduğu bir akşamüstü kırında oğlumla.
Sen neredesin o zaman? Evde akşam sofrasını mı hazırlıyorsun, sık sık pencereden bakıp geciktiğimiz için söyleniyor musun yoksa? Oğlumla ne zaman çıksak hep gecikiyor muyuz böyle? Şikayetçi misin bu konuda?
Artık geç kalmayacağız. Sevgili, hiç geç kalmayacağız. Bir daha uçurtma uçurmaya gidersek seni de götüreceğiz.
Hepinizi öperim.

* * *

Sevgili Yavrum, Çocuğum,
İşte yeni bir bahar daha geliyor.
Dünya çiçeklenecek yine.
Dünyanın kaçıncı çiçeklenişidir bu, bilebilir misin?
Ben yine dünyayı, dünyanın güzelliklerini, kötülüklerini düşünüyorum. Aklına geliyor mu beş bin yıl önce yaşayan bir insan, bir kuş, bir koyun?
Aklına geliyor mu yedi bin yıl öncenin kışları, baharları? Askerleri, hapishaneleri, mahkemeleri; o zaman da bizim gibi mahpuslar vardı. Onların da karıları, çocukları.
Dünya çok kış, çok yaz, çok mahpus gördü sevgili. Daha da görecek. Savaşlar olacak; yağmur, kar, fırtına, her şey. İnsanlar en kötü günlerinde bile yarına umutla bakacaklar. Ama hangi insanlar?
Bazı insanlar vardır, onların yarını yoktur sevgili. Onların umutları da yoktur.
Bu kaç gündür oğlum gözümün önünden gitmiyor. Eli yanmış, incinmiş sanki, elini gösteriyor bana.
?Baba ufff!? diyor.
Nasıl yanıyor içim.Gerçek sanki. Benim güzel çiçeğim. Sen içimi bilirsin. Endişelerimi, coşkunluğumu, her şeyimi.
Yüreğime prangalar vurulmuş. Kanım sessiz bir ırmaktır şimdi.
Oğlumu yanaklarından öperim. Anamın ellerinden?
25 Ocak 1973

Kitabın Künyesi
Selimiye Mektupları
Yazar: Yılmaz Güney
Kapak Düzeni : Sadık Karamustafa
Yayınevi: Güney Yayınları
Sayfa Sayısı: 206

Previous Story

Salpa – Yılmaz Güney ‘Arayışını inatla sürdüren bir delikanlı’

Next Story

Boynu Bükük Öldüler – Yılmaz Güney

Latest from Biyografi Kitapları

Sait Faik’in Dünyası – Afşar Timuçin

Edebiyatımızın yapı taşlarını düşündüğümüzde ilk akla gelen kişilerden biri de Sait Faik’dir. Öykü sanatının bu büyük ustası gerçek bir insancı ve kılı kırk yaran

Deniz Gezmiş’i Anlatan 5 Kitap

Bizim Deniz – Mare Nostrum En uzun koşuysa elbet Türkiye’de de Devrim O, onun en güzel yüz metresini koştu En sekmez luverin namlusundan fırlayarak
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ