( * ) ?Bir arkadaşım yeni evlenen çiftlerin evine ziyarete gittiğinde kendini “İstikbal Showroom”da zannettiğini söylüyordu. En mahrem alanımız, evimizin içinde bile bir gösteri merkezinde, vitrinde, sette ya da sahnede gibi yaşamak… Ne kadar yorucu. Her evlenen, her yeni eve çıkan, belirli bir yaşa gelen, önceden anlaşmış gibi, çarkların içine girmiş gibi oluyor, birbirinin aynı renk ve desende kutuların içine hapsoluyoruz. Sahip olmak zorunda hissettiğimiz ya da buna zorlandığımız eşyalarla dolduruyoruz çevremizi. Yatak, oturma, misafir, yemek odası takımları, mutfak malzemesi, büfeleri dolduran, otuz sene boyunca hemen hiç kullanılmayan, misafirlik iyi tabak takımları, gündelik tabak ve çatal takımları, beyaz eşyalar… sonra çocuk odası şu bu, derken ev bizi değil, biz evi taşımaya başlıyoruz bir yük gibi. Bunu sürdürebilmek için aile yardımları, borçlar, ek işler, kredi kartı borçları… Ekonomik durum biraz yolunda gidince alınması gereken şeyler listesi daha da uzuyor. Bir hareket başlıyor, hafta sonları alışveriş merkezlerine doğru, çoluk çocuk, almasak da bir şey yemeye, vitrin bakmaya, açık hava yerine bu yorucu mekanlarda gezinmeye… Sonra bir gentrification, ” kentsel dönüşüm” hareketi var, yenilenmiş ve pahalılaşmış eski semtlere, eski semtlerden yenilerine, oradan daha esaslı havuzlu ve daha korunaklı uzak sitelere, evden eve taşınan hayatlar, yükler, şeyler… Kent merkezinden uzaklaşıp başka kentlerin tabelası görünen yollardan saptıkça, kentten dışarı çıktıkça isimleri “kent konakları” haline gelen, aslında otobana baktığı halde “park manzaralı” diye fiyatı artan rezidanslara, kent merkezinden ve kültüründen uzaklaştıkça adı daha çok “kültür sitesi” olan, çevresindeki duvarlar yükseldikçe yoksullardan uzakta daha güvenlikli, havuzlu ve tenis kortlu geniş evlere uzanan bir yaşam.
Bütün bunlar modalarla şekillenen, eskimeden değiştirilmesi gereken mallarla dolu hayatımızla, tüketim kültürüyle, tüketim toplumuyla ilgili. Hızla değiştirdikçe, daha fazla tükettikçe, giderek bir geçmiş ve tarih icat edilerek “eski” süsü verilmiş ya da dönemlere sabitlenmiş, dönem ve tarzları karıştırmış, çok para verilip alınmış vintage mobilyalarla, dekorasyon öğeleriyle süslü, içinde yaşanmayan, yüzeysel bir hayatla… Üretimin ihtiyaca göre değil, kâr amaçlı olarak ve soyut bir pazar için yapıldığı kapitalist toplumda, tüketim toplumunda yaşıyor olmamızla ilgili. Ama daha da önemlisi içinde yaşıyor olduğumuz maddi ilişkilerin bizi ve düşüncelerimizi ne kadar kıskaca almış olduğuyla ilgili. Liberal ütopya öyle diyor ama biz yaşam tarzımızı olası birçok ürün, birçok tarz arasından seçtiğimizi düşünürken fena halde yanılıyoruz.
Etrafımızı, çevremizi, evimizi, hayatımızı dolduran şeyler hakkında konuşulacak öyle çok şey var ki. Perec’in Şeyler isimli kitabı da tam bunlar hakkında. ” Şeylere dair bir hikâye… ” Anlatının biri erkek, diğeri kadın iki kahramanı “Jérôme ile Sylvie, özgürlüklerinden hiç ödün vermeden her şeye sahip olmayı düşlerler. Oysa öğrencilikten çıkıp daracık odalarından, “bir pantolon, bir kazak”tan, kötü yemekhane yemeklerinden kurtulmanın ve düşledikleri yaşama ulaşmanın bir bedeli vardır. Nesnelerle örülü yaşam giderek daha da ulaşılmaz bir imgeye dönüşür. ” Bu bir yaşam öyküsüdür aynı zamanda, gençlikten ileri yaşlara doğru ilerleyen, giderek sahip olunan şeylerle dolan, geri dönüşsüz, ama daha da önemlisi amacını kaybeden, mutsuzluk veren bir gidişin öyküsü.
“Belki de birden, fazlasıyla doymazlaşmışlardı; fazla hızlı gitmek istiyorlardı. Dünya, nesneler hep onlara ait olmalıydı, onlar da mal mülklerinin belirtilerini arttırmalıydılar. Oysa fethetmeye mahkumdular: giderek daha zengin olabilirlerdi: her zaman olduklarından başka türlü davranamazlardı. Konforlu, güzellikler içinde yaşamak hoşlarına giderdi. Ama yalnızca çığlıklar atıyorlar, hayran kalıyorlardı, zenginlik içinde olmadıklarının en kesin kanıtıydı bu. Gelenekten ?sözcüğün en hor görülecek anlamıyla belki de- yoksundular; gerçeklik, içkin ve örtük gerçek tat dururken, zihinsel bir zevk alıyorlardı. Lüks adını verdikleri olguda asıl sevdikleri, bu lüksün ardında yatan paradan başkası değildi çok kez. Zenginlik belirtilerine kaptırmışlardı kendilerini; yaşamdan önce zenginliği seviyorlardı.” (s.20)
Daha yirmili yaşlarındaydılar, “Oysa yanılıyorlardı; kendilerini yitirmek üzereydiler. Ne dönemecini, ne de sonunu bildikleri bir yol boyunca sürükleniyormuş duygusunu duymaya başlamışlardı şimdiden. Zaman zaman korktukları da oluyordu. Ama çoğu kez yalnızca sabırsızdılar; kendilerini hazır hissediyorlardı; olaylara açıktılar, yaşamayı bekliyorlardı, para bekliyorlardı. ” (s.21)
Günümüzde her şeyi yapmaya, her türlü yeniliği satın almaya yatkın, ne geçmişi ve ne de geleneği olan küçük burjuva “yeni insanlar”dı onlar. “Varlıkları garanti altına alınmış dolu dolu şeyler içinde günler geçerken bir yaşama sanatı olacaktı yaşamları. ” Büyük kentlerde ve pıtrak gibi -eskiden hiç olmayan- alışveriş merkezleriyle dolan küçük kent merkezlerinde oluşturulan modern tüketim arenasının vazgeçilmez öğeleri bu insanlar. Kapitalizm koşullarında modern ve kentli yaşam, her bir öğesi satın alınacak bir pazar yerine indirgenmiş durumda. Kültür piyasasından, hatta kültür endüstrisinden söz ediliyor televizyonlarda. Gücü olanların sanat eserlerini satın alıp pazarın genişlemesine katkıda bulunması, böylece onları bir yatırım unsuru olarak değerlendirmeleri öneriliyor. ” Ama günümüzde ve ortamımızda, giderek daha çok sayıda insan ne çok zengin, ne çok yoksul durumda: zenginlik düşleri görüyorlar ve zenginleşebilirler: işte mutsuzlukları da bu noktada başlıyor.”
Büyük kentin yarattığı yorgunluk ve koşuşturmacadan, kirlenmeden kaçmak istediğini söyleyen kaç kişi duydunuz bu günlerde; hani, kıyılara, köylere, dağlara, daha çok da tatile gittiği ya da bir yazlık ev sahibi olduğu sahil kasabalarına? Oralarda şunu bunu yetiştirip (organik tarımla falan uğraşıp) mutlu olacağını ileri sürenlere hiç mi rastlamadınız? Çok mu? Perec’in kahramanları da kaçmayı düşünmeye başlıyor ortalarda bir yerde. ” İşlerini bırakmayı, her şeyi bir yana atmayı, serüvene gitmeyi düşlüyorlardı. Her şeye yeniden, sıfırdan başlamayı düşlüyorlardı. Kopmayı ve vedalaşmayı düşlüyorlardı. ” (s.80) Onların gidecekleri, macera yüklü bir yer var: 1962 yılında öğretmenlik yapmak üzere Tunus’a doğru yola çıkıyorlar. Ama orada da yaşam akıp gidiyor tam bir yalnızlık içinde… ” Yaşamları çok uzun bir alışkanlık, huzur dolu denebilecek bir can sıkıntısı gibiydi; hiçbir şeyi olmayan bir yaşamdı.” Sonra bu anısız ve belleksiz bir dünyanın da sonuna geldiler. Daha otuzunda yaşam tatsız bir yemek gibi önlerinde soğuyup gidiyordu.
Bu kitap yaşam kültürüyle ve aynı zamanda zenginleşmekle, zenginlikten ne anlaşıldığıyla ilgili. Geçen yıllar içinde hayatımızı dolduran, kullanım değerinden farklı başka değerlere sahip ” şeyler”in, sonra inişli çıkışlı zenginliğin sağladığı olanakların giderek iç sıkıntısına yol açtığını anlatıyor. Biz, buradakiler, bugünlerde dünyanın her yerinde olduğu gibi zengin olma zevkinin ve inceliklerinin sadece zenginlerin değil, yoksulların da hayallerini süslediği bir dünyada yaşıyoruz. Mutlu olmak için çok seçeneğimiz var; sadece Endonezya, Hindistan ya da Tayland’da değil, Bulgaristan’da dokunmuş havlu ve Rusya’da üretilmiş bardak satın alabilecek durumdayız. Yanlış bilinç ve ideoloji böyle bir şey. Çünkü bunlardan söz ettiğimizde tüketim toplumunun afyonunu yutmuş olanlar bizi biraz tersler gibi yapıyor, olaya ve bize hani ” nazar etme ne olur, çalış senin de olur” dedikleri şekilde yaklaşıyorlar. Aslında onlar da biliyor ne kadar çalışsan da çalışmayla elde edilemeyen zenginlikler dünyasında yaşadığımızı. Ama bir başka açıdan bakılırsa tüketim çılgını olarak, tüketerek ya da maddi imkansızlıktan ötürü tüketemeyerek mutsuz olmaktansa “herkesten emeğine göre, herkese emeğine göre” ilkesinden “herkesten emeğine göre, herkese ihtiyacına göre” düşüncesine ilerlenebilir. O zaman işte hayatın bir anlamı olabilir; sabah erken saatte bisiklete binip temiz denizlerde yüzmeye gidilir, öğleden sonra fiziksel emek harcayacağımız, işe yaradığımızı somut olarak hissedeceğimiz bir işte çalışıp, akşam da edebiyatla ilgilenip denemeler yazmaya girişebiliriz… arkadaşlarımızla birlikte, kendi zevkimiz için, onlar için…?
( * ) Yazan: Yrd. Doç. Dr. E. Zeynep GÜLER
İstanbul Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, Siyaset Bilimi Anabilim dalı Öğretim Üyesi

Georges Perec
Ölmeden önce mutlaka yapmam gereken şeylerden bazıları…
Herşeyden önce yapması çok kolay olan şeyler var, hemen bugünden yapabileceğim şeyler, mesela
1- Bateau-mouche ile geziye çıkmak

Sonra birazcık daha anlamlı, karar vermeyi gerektiren, kendime, eğer yaparsam, belki de hayatımı kolaylaştıracaklarını söylediğim şeyler var, mesela
2- Neden atmadığımı bilmeden tuttuğum bir takım şeyleri atmak için karar vermek

ya da
3- Kitap raflarımı adamakıllı ve kalıcı bir şekilde düzenlemek
4- Muhtelif ev aletleri edinmek

ya da yine
5- Sigarayı bırakmak (zorla bıraktırılmadan önce)

Sonra daha derin bir değişim isteğiyle bağlantılı şeyler geliyor, mesela,
6- Tümden başka bir tarzda giyinmeye başlamak
7-Bir otelde yaşamak (Paris’te)
8- Köyde yaşamaya başlamak
9- Gidip yurtdışında bir şehirde (Londra’da) uzun süre yaşamak

Sonra, zaman ve mekanla ilgili düşlere bağlı şeyler geliyor. Bir sürü de var hani bunlardan:
10-Ekvatorun, uluslararası gün değişimi çizgisini kestiği noktadan geçmek
11-Kuzey kutup çizgisinin ötesine geçmek
12- ‘Zaman-dışı’ bir deneyimden geçmek (Siffre gibi) (*) (**)
13- Denizaltıya binmek
14- Uzun bir gemi yolculuğuna çıkmak
15-Bir balonla ya da Zeplinle yolculuğa çıkmak ya da bir çıkış yapmak
16-Kerguelen adalarına (ya da Tristan da Cunha’ya) gitmek
17-Fas’tan Timbuktu’ya deveyle 52 günde gitmek

Sonra, henüz bilmediğim bütün şeyler arasında, öyleleri var ki, iyiden iyiye keşfetmek için yeterli zamanım olmasını isterdim:
18-Ardennes’e gitmek isterdim
19-Beyrut’a gitmek isterdim, ama Prag’a ve Viyana’ya da
20-Prado’yu gezmek isterdim
21-Denizin dibinde bulunmuş bir romu içmek isterdim (Kızıl Korsanın Hazinesi’ndeki Kaptan Hadok gibi)
22-(Başka bir takım yazarlar da dahil olmak üzere) Henry James okumak için biraz zamanım olsun isterdim
23-Kanalları kullanarak nehirler arasında seyahat etmek isterdim

Bunların ardından, öğrenmeyi sistediğim, ama ya çok zamanımı alacaklarını, ya da olsa olsa mükemmeliyetten oldukça uzak bir şekilde öğrenebileceğimi bildiğim için hiç bir zaman öğrenemeyeceğimi bildiğim bir sürü şey var, mesela
24-Rubik küpünün çözümünü bulmak
25-Davul çalmayı öğrenmek
26-İtalyanca öğrenmek
27-Matbaacılık sanatını öğrenmek
28-Resim yapmak

Sonra da bir yazar olarak mesleğimle ilgili şeyler var. Bunlar da bir sürü. Büyük çoğunluğu muğlak projeler; bazıları pekala mümkün ve yalnızca benim yapmama bakıyorlar, örneğin
29-Çok ufak çocuklar için yazmak
30-Bir bilim-kurgu romanı yazmak

Diğerleri birilerinin benden yapmamı istemelerine bakıyor:
31-İçinde diyelim ki 5,000 Kırgız göçebenin steplerde at koşturacağı bir macera filminin senaryosunu yazmak
32-Gerçek bir tefrika roman yazmak
33-Bir çizgi romancıyla işbirliği yapmak
34-Şarkılar yazmak (mesela Anna Prucnal için)

Yapmak istediğim bir şey daha var, ama hangi kategoriye gireceğini bilmiyorum, o da
35-Bir ağaç dikip büyümesini izlemek

Ve nihayet, artık hayal etmenin olanaksız olduğu, ama çok da uzun olmayan bir zaman önce mümkün olan şeyler var, mesela
36-Malcolm Lowry ile birlikte kafayı çekmek
37-Vladimir Nabokov ile tanışmak

vs., vs.
Eminim daha bunlardan bir sürü vardır.
37’de seve seve duruyorum.

[Perec, Georges (1936-1982), ‘Some of the Things I Really Must Do Before I Die’, 1981’deki bir radyo programından. Species of Spaces and Other Pieces (Londra: Penguin Books, 1997) İngilizceden çeviri: Armağan Ekici]

“1936 yılında doğan ve 1982?de kansere yenik düşene değin Fransız edebiyatının en yetkin kalemleri arasında yer alan Perec?in otobiyografi kavramına yeni bir anlam kazandıran kitabı nihayet Türkçede. Hemen tüm kitapları otobiyografik nitelik taşıyan ve hayat hikâyesini hep bu kitapların ardında saklı tutmayı başaran Perec, OULIPO (Ouvroir de Littérature Potentielle-Potansiyel Edebiyat İşliği) grubunun da önemli bir temsilcisi. Matematiğe ilgi duyan edebiyatçılar ve edebiyatla alakadar matematikçilerin kurduğu bu grubun diğer mensupları gibi Perec?in yazınsal yapıtlarında da harfler/sayılar büyük önem taşıyor. ?E için? yazılan W, iki anlatıyı birbirine teğelliyor. Matematik ilgisi, bilgisi yetkin okurlar W?yi kuşatan rakamları (20. bölge, 23 numaralı oda…) kitabın satır/paragraf/kısım vb. sayılarıyla işleme sokarak metinden farklı anlamlar çıkartabilir; sayılarla arası iyi olmayanlar ise keyifli bir anlatı okumakla yetinebilirler.
Perec?in Türkçe?de daha önce Şeyler, Uyuyan Adam, Kış Yolculuğu, Yaşam Kullanma Kılavuzu adlı kitapları yayımlanmıştı. Perec?in matematiğine giriş yapacakların Enis Batur?un Perec Kullanma Kılavuzu başlıklı zeyilnamesini okumalarında sonsuz fayda bulunduğunu da yeri gelmişken belirtelim.?
Güneş Çelikkol, ?W ya da Bir Çocukluk Hatırası?, Virgül, Sayı 49, Mart 2002

“Georges Perec ve onun yüzü… Fotoğrafına baktığınızda görecekleriniz; kesinlikle kazanan utangaç bir gülüş olur, birinin çok fazla okuyabileceği bir yüz, absürd bir yüz, tüm kelimelerin arkasındaki bir yüz… Ortadaki gerçekleri görmek mümkün değildir hiçbir zaman, yüzündeki en belirgin siğilleri bile göremezsiniz. Tüm romanlarında ve hikâyelerinde olduğu gibi, onun göstermek istediğinden başka bir şey yoktur ortada, ne bir eksik ne bir fazla, gözlerinize inanamazsınız, inanmamalısınız da. Bir oyunun içine girdiğinizi ise neden sonra anlarsınız; bir sözcük oyunu, bir hayat oyunu. Etkin olmanız mümkün değildir ama sizsiz de olmayacaktır tabii. Büyülü bir yapboz gibi, tıpkı bu yapbozun herhangi bir parçasıymışsınız gibi.
Georges Perec; Fransız romancı, şair, araştırmacı, oyun yazarı ve edebi mucit. 1936’ta Paris’te doğan yazar 1982 yılında kanserden ölene dek Paris’te yaşar. Hem öksüz hem yetimdir o. Neredeyse ailesinin bütün fertlerini İkinci Dünya Savaşı sırasında toplama kamplarında kaybetmiş bir yahudidir. Dokuz yaşındayken halası tarafından evlat edinilen Perec, Sorbonne’da tarih ve sosyoloji okumuş, askere gitmiş, öğretmenlik yapmış ve evlenmiştir. 1965 yılında ilk kitabı Şeyler ile ‘Prix Renaudot Ödülü’nü alarak edebiyat dünyasına güçlü bir giriş yapmıştır. Şeyler Perec için bir ilk kitap olmasının yanı sıra arkasından gelecek yirmi romanın, farklı bir edebiyat anlayışının, şaşırtmacaların, edebi icatların da müjdecisi olacaktır.
Perec’in, asıl adı OULIPO olan Potansiyel Edebiyat Atölyesi üyesi olması, onun edebi üslubunu büyük ölçüde açığa çıkaran unsurlardan biridir. OULIPO 1960’larda ortaya çıkan yeni bir edebiyat akımıydı; bu akımın amacı edebiyatı, matematik, satranç, mantık gibi başka formal biçimlerden form ödünç alarak genişletmeye çalışmaktı. Italio Calvino, Harry Matthews gibi yazarların üyesi olduğu OULIPO’nun da etkisiyle Perec’in tüm eserleri zamanla romanlardan çapraz bulmaca koleksiyonlarına, makalelerden parodilere, şiirlerden sözcük oyunlarına kadar uzanacaktı.
Onun en büyük tutkularından biri ‘Palindrom’lardır. Tersinden de aynı şekilde okunabilen kelimeler ve cümleler olan palindromların bu güne kadar yazılmış en uzununu Perec yaratmıştır; bu 5 bin kelimeden fazla bir palindromdur. Aslında sadece palindromların değil, anagramların, lipogramların ve sayısız kelime oyununun şu ana kadar yaratılmış en üst seviyedeki örneklerinin hepsi Georges Perec’e aittir.
Perec’in tutkun olduğu kelime oyunlarından en önemlilerinden biri de lipogramlardır. Lipogramlar öyle metinlerdir ki bir ya da birkaç harf o metinde olmaya izinli değildir.
Yani söz konusu bir ‘K lipogramı’ ise o metinde k harfi kesinlikle kullanılmaz. Perec onu lipogramın ustası haline getiren sesli harflere hayrandır. Bu hayranlık onu lipogramatik bir roman yazmaya kadar götürmüştür. Bu roman bir E lipogramıdır.
İngilizceye ‘E Void’ yani ‘Yokluk’ olarak çevrilmiştir. Yazar romanda bir adamın yok oluşunu anlatır, bu öyle bir kaybolma halidir ki kahramanla birlikte e harfi de yok olur. Okuyucu dışında hiç kimse bu boşluğu doldurmak için evrenin yarattığı benzerlikleri, tahribatları, çeşitlemeleri ve sonu gelmez hileleri fark etmez.
Ama sadece bir laf cambazı değildir o. Bugüne kadar gelmiş geçmiş en farklı edebiyatçılardan biridir. Georges Perec’in tüm metinlerinden bize geçen ilk izlenim tuhaf, eksantrik insanların hareketlerinin gözlenişine şahit olmaya başladığımız hissidir. Yazar ayrıntılarla ince ince örülmüş bir ağla sarar okuyucusunun düş dünyasını ve tüm acıları göze alarak son derece derin analizlerle tanıtır tüm kahramanlarını. Onun her eseri sonuna kadar tamamlanmıştır, hiçbir yazısına tek bir kelime dahi eklenemez.
Perec özel hayatının daima gizli tutmuş ve Yahudi özünü hiçbir zaman ifşa etmemiştir. Ancak onun romanları ile özel hayatını birbirinden ayırt etmek pek de mümkün olmaz.
Elbette söz konusu olan katı bir otobiyografi de değildir. Yazarın eserlerinin çoğu gayri şahsi olmakla beraber, yazılarının içeriğinde karakterinin ve özel hayatının etkileri bariz bir şekilde görülür.
Zengin ve deneysel bir edebiyatın peşinden koşan Perec, elinde en temelden en genele organize edilmiş malzemeleriyle, çeşitli formlar, kurallar önerir ve önerilerini gerçekleştirir. Bunun en güzel örneklerinden birini de, dünya edebiyat çevreleri tarafından yazarın başyapıtı olarak kabul edilen Yaşam Kullanma Kılavuzu adlı kitabında verir. Paris’te bir apartmanda yaşayanların anlatıldığı bu roman son derece karışık bir yapıya sahiptir. Yazar bu karışık yapı içerisinde çok çeşitli teknikler kullanarak insanları, mekânları ve olayları inanılmaz bir detay zenginliği içinde vererek öykü içerisinde onlarca öykü yaratmıştır.
Georges Perec, dilimize çevrilen son romanı W Ya Da Bir Çocukluk Hatırası’nda, W adasını ve çeşitli çocukluk hatıralarını bir çeşit paralel kurguyla anlatır. W, ilginç bir spor sistemiyle yönetilen bir adadır, burada yaşayan herkes sporcudur ancak ada, sportmenlik ve hoşgörüden yoksundur. Adaletin olmadığı, sistemin iğneden ipliğe her şeye nüfuz ettiği, toplumsal statülerin, başarı ya da başarısızlığın net bir tanımının olmadığı W gerçekte bir cehennemdir.’En iyi olanın bile kazanmaktan emin olmaması gerekir; en zayıf olanın bile kaybetmekten emin olmaması gerekir. Her ikisinin de aynı derecede riski göze alması, aynı akıl dışı umutla zaferi, aynı sözle anlatılmaz dehşetle hezimeti beklemesi gerekir.’
Sporcuların yani W halkının hemen her günü yarışarak geçer. Bu aslında bir hayatta kalma mücadelesi, bir boyun eğiştir. Kaybedenler beslenemezler, en ağır cezalara çarptırılırlar, bir daha kazanma şanslarını yitirirler hatta linç edilirler. Hiç kimse sisteme karşı gelemez ve onu sorgulayamaz çünkü buna asla vakitleri olmaz.
Perec çocukluk anılarını anlatmaya ‘hiç çocukluk anım yok’ diyerek başlar. Anılarının kimi gerçek kimiyse hayal ürünüdür. Okuyucunun, romanın sonuna dek W adasının hikâyesiyle anıları arasında herhangi bir bağlantı kurmasına izin vermez ta ki anılarının ve öyküsünün sonunda bir kitabı referans olarak gösterene dek. Bu kitap, David Rousset’nin Toplama Kampı Evreni’dir. Perec hemen hemen bütün ailesini yitirdiği toplama kamplarında aynı zamanda çocukluk anılarını da yitirmiştir. Ancak onun yarattığı W adası yalnızca Alman toplama kamplarına değil toplumsal sisteme de bir gönderme niteliğini taşır.
Yazarın edebi üslubunu oluşturan en önemli özelliklerinden biri, bu romanında son derece belirgin olarak karşımıza çıkar; onun çocukluk anılarını okur ancak çocukluğuna dair belirgin herhangi bir fikir edinemeyiz. Tüm yaşamını belirleyen en büyük drama tek damla gözyaşı bile döktürmez Perec.
Özel hayatının üzerine farklı bir edebi yapı kurmuştur. W Ya Da Bir Çocukluk Hatırası’nda Georges Perec’in hayatına son derece şahsi ve hassas bir noktadan giren okuyucu da hiçbir yere dokunmadan usulca çıkacaktır.
Oylum Yılmaz, ?Kelimelerin ardındaki yüz?, Radikal Kitap Eki, 29 Mart 2002

Kitabın Açılış bölümü, s. 9-16
Gözler önce yüksek, dar ve uzun koridordaki halı döşemenin üzerinde kayacaktı. Duvarlar, akağaçtan yapılma gömme dolaplardan oluşacak, dolap kapaklarının üstündeki bakırlar ışıldayacaktı. Birincisi Epsom’da galip gelen Thunderbird’ü, ikincisi Ville-de-Montereau çarklı gemisini, üçüncüsü Stephenson’un bir lokomotifini canlandıran üç gravürü geçtikten sonra, itmek için minicik bir hareketin yeteceği, damarlı karaağaçtan iri halkalarla tutturulmuş deri bir perdeye ulaşılacaktı. O zaman halı döşemenin yerini, soluk renkli üç halının yer yer örttüğü sarımsı parke alacaktı.
Burası, yedi metre uzunluğunda, üç metre genişliğinde bir oturma odası olacaktı. Sol tarafta yüklüğü andıran bir girintide kitapların karmakarışık yığıldığı, parlaklığını yitirmiş kuşkirazı ağacından yapılma iki kitaplık arasında, yıpranmış siyah deriden kocaman bir divan duracaktı. Eski çağlarda hazırlanmış bir harita, divanın üstündeki panoyu boydan boya kaplayacaktı. Sehpanın gerisinde, iri başlı üç bakır çiviyle, deri perdeye simetrik olarak duvara tutturulmuş ipek seccadenin altında açık kahverengi kadife kaplı bir başka divan birinci divana dikey duracaktı. İkinci divanı geçtikten sonra üzerinde bibloların, akiklerin, yumurta şeklinde taşların, enfiye kutularının, şekerliklerin, yeşim küllüklerin, sedef deniz kabuğunun, gümüş bir cep saatinin, bir kesme camın, kristal bir piramidin, oval çerçeve içinde bir minyatürün dizildiği üç raflı, yüksek ayaklı, koyu kırmızı vernikli, ince bir mobilyaya ulaşılacaktı. Daha ötede, kapitone kaplı bir kapıdan sonra, Carrousel Bayramı Büyük Geçit Töreni’ni canlandıran gravürün altında, menevişli dört çelik düğmesinden başka yeri fark edilmeyen, kapalı bir pikapla, plakların ve küçük kutuların bulunduğu üst üste konmuş raflar bir köşe oluşturacaktı. Jouy tülü taklidi, kahverengili beyazlı perdeleri olan pencereden birkaç ağaç, küçücük bir park, bir yol ağzı görülecekti. Kâğıt kalem dolu kapaklı çalışma masasının yanı sıra küçük, bambu bir koltuk da bulunacaktı. Atina tipi bir sehpanın üstünde telefon, deri kaplı ajanda, not defteri duracaktı. Başka bir kapının ötesinde de, maun çerçeveli boy aynasının altında yer alan ve üzerinde sarı güllerle dolu, mavi bezemeli silindir bir vazo bulunan, kendi çevresinde döner alçak, kare kitaplıktan sonra ekose kumaş kaplı iki bankın arasındaki dar bir masanın yanından deri perdeye ulaşılacaktı.
Her yan kahverengi, toprak rengi, pas rengi, sarı olacaktı; renkleri biraz atmış, tonlarının dozu özenle, neredeyse tartılarak ayarlanmış, ortada daha açık renkli birkaç lekenin, bir yastığın adeta cırlak kavuniçisinin, ciltlerin arasında yitip gitmiş alacalı birkaç kitabın dikkati çekeceği bir dünya olacaktı burası. Gündüz dalga dalga giren ışık, güllere karşın yine de biraz hüzünlü kılacaktı bu odayı. Akşam odası olacaktı burası. Kışın, perdeler örtüldüğü zaman, birkaç ışık noktasıyla ?kitaplıkların durduğu köşe, müzik dolabı, yazı masası, iki kanepe arasındaki sehpa, aynadaki belli belirsiz yansımalar? tüm nesnelerin, cilalı tahtanın, zengin ve ağır ipeğin, kesme kristalin, yumuşacık derinin parlayacağı gölgeli büyük mekânlarla huzur dolu bir liman, bir mutluluk ülkesi olacaktı.

Birinci kapı açık renk halı döşeli bir odaya açılacaktı. Tüm zemini kocaman bir İngiliz yatağı kaplayacaktı. Sağda, pencerenin iki yanında dar ve uzun iki etajerin üstünde bıkmadan usanmadan kezlerce ele alınmış birkaç kitap, albümler, oyun kartları, çömlekler, kolyeler, ıvır zıvır bulunacaktı. Sol tarafta, meşe ağacından yapılma eski dolapla tahta, bakır karışımı ayaklı iki giysi askısı, ince çizgili gri ipek döşemeli alçak ve yayvan bir koltukla tuvalet masasının karşısında duracaktı. Banyoya açılan yarı aralık kapıdan kalın bornozlar, kuğu boyunlu bakır musluklar, istenilen yöne çevrilebilir büyük bir ayna, bir çift İngiliz tıraş bıçağıyla yeşil deriden kılıfları, şişeler, kemik saplı fırçalar, süngerler göze çarpacaktı. Odanın duvarları alaca renkli dokuma kaplı olacaktı; yatak İskoç battaniyesiyle örtülü olacaktı. Üç yüzeyi çepeçevre bakır işlemeli bir komodinin üzerinde çok uçuk gri renkte ipek abajurlu gümüş bir şamdan, sarkaçlı, küçük, dikdörtgen bir saat, ayaklı kadeh içinde bir gül ve komodinin alt katında katlanmış gazetelerle birkaç dergi bulunacaktı. Daha ilerde, yatağın ayakucunda, gerçek deriden yapılma iri bir puf duracaktı. Pencerelerdeki tül perdeler bakır raylar üzerinde kayacaktı; kalın yünlü gri güneşlikler yarı yarıya örtülü duracaktı. Oda alacakaranlıkta da aydınlık görünecekti. Gece için hazırlanmış yatağın üzerindeki duvarda, Alsace tipi iki küçük apliğin ortasında asılı duran ve uçan bir kuşu gösteren dar, uzun, olağanüstü siyah beyaz fotoğraf, biraz yapmacıklı yetkinliğiyle göze çarpacaktı.

İkinci kapıdan çalışma odası görünecekti. Duvarlar baştan aşağı kitaplarla, dergilerle kaplı olacak, ciltlerin, dergilerin sıra sıra görüntüsünü bölmek için sağda solda, gravürler, desenler, fotoğraflar ?Antonello de Messine’den Saint Jérôme, Saint Georges’un Zaferi’nden bir detay, Piranese’de bir zindan, Ingres’in bir portresi, Klee’nin fırçasından küçük bir manzara resmi, Renan’ı Collège de France’daki çalışma odasında gösteren sararmış bir fotoğraf, Steinberg’de büyük bir mağaza, Cranach’ın Melanchthon’u*? raflara gömülmüş tahta panolara tutturulmuş olacaktı. Pencerenin biraz solunda, azıcık yanda, Lorraine stili uzun bir masa, büyük kırmızı kurutma kâğıdıyla kaplı olacaktı. Tahta çanakların, uzun kalemliklerin, her türden çömleğin içinde kalemler, ataçlar, büyük boy kâğıtlar, kâğıt maşaları bulunacaktı. Bir cam kalıbı küllük görevini görecekti. Saf altın Arabesk bezemeli siyah deriden yuvarlak bir kutu, sigara dolu olacaktı. Siperlik biçiminde yeşil opalin abajurlu, sağa sola zorlukla döndürülen eski bir masa lambasından ışık gelecekti. Masanın her iki yanında, hemen hemen karşılıklı duran, uzun arkalıklı, deri ve tahta karışımı iki koltuk bulunacaktı. Daha soldaysa, duvar boyunca, dar bir masanın üstü kitapla dolup taşacaktı. Cam yeşili deri kaplı geniş ve derin bir koltuktan sonra, madeni gri klasörlere, akağaçtan fiş kutularına ulaşılacaktı. Daha küçük boyutlu üçüncü bir masanın üstünde bir İsveç lambası ve muşamba kılıflı bir yazı makinesi duracaktı. En dipte lacivert kadife örtülü daracık bir yatak, üstünde de rengârenk yastıklar olacaktı. Odanın hemen hemen ortasında duran, boyalı tahtadan üç ayaklı sehpanın üzerinde eski taklidi, naif tarzda boyanmış karton ve Alman gümüşünden yapılma bir dünya haritası duracaktı. Pencerenin kırmızı perdesiyle yarı yarıya gizlenmiş çalışma masasının ardında, cilalı tahtadan yapılma bir kütüphane merdiveni, odayı çepeçevre dolaşan bakır ray boyunca kayabilecekti.

Yaşam kolay, yalın olacaktı burada. Maddi yaşamın tüm sorunlarına, tüm yükümlülüklerine doğal bir çözüm bulunacaktı. Temizlikçi kadın her sabah gelecekti. Şeker, yağ, şarap on beş günde bir eve getirilecekti. Geniş, aydınlık, karoları mavi armalı bir mutfak olacaktı, mutfakta sarı renkli Arabesk bezemeli, madeni ışıltılar saçan üç seramik tabak bulunacaktı; her yanda gömme dolaplar, ortada beyaz ahşap bir masa, tabureler, banklar bulunacaktı. Her sabah duştan sonra yarı giyinik olarak buraya gelip oturmak hoş olacaktı. Masanın üstünde greli seramikten kocaman bir yağ kabı, marmelat, bal kavanozları, tostlar, ortadan ikiye bölünmüş greyfurtlar duracaktı. Günün erken bir saati olacaktı. Uzun bir mayıs gününün başlangıcı olacaktı bu.

Postadan gelen zarflarını açacaklar, gazetelerine göz gezdireceklerdi. İlk sigaralarını yakacaklardı. Dışarı çıkacaklardı. İşleri, sabah yalnızca birkaç saatlerini alacaktı. Öğle yemeğini yemek üzere buluşacaklardı; havalarına göre ızgara ya da sandviç yiyecekler, bir sokak kahvesinde kahve içecekler, sonra da yürüyerek, ağır ağır evlerine döneceklerdi.
Daireleri pek seyrek düzenli olacaktı. Ama düzensizliğinin bile çok büyük çekiciliği bulunacaktı. Bunu dert etmeyeceklerdi; yaşayacaklardı orada. Çevrenin konforu onlara kazanılmış bir olgu, temel veri, doğalarının bir hali gibi gelecekti. Dikkatleri, ilgileri başka yerde, açtıkları kitapta, yazacakları metinde, dinleyecekleri plakta, her gün yeniden başlayan karşılıklı konuşmalarında olacaktı. Sinirlenmeden, acele etmeden, suratlarını buruşturmadan uzun zaman çalışacaklardı. Ardından da akşam yemeğini yiyecekler ya da akşam yemeği için dışarı çıkacaklardı; arkadaşlarıyla bir araya gelecekler, birlikte gezeceklerdi.

Zaman zaman, kitaplarla dolu bu duvarların, tümüyle eve uydurulmuş, öyle ki sonunda kendi kullanımları için yaratıldıklarına inandıkları bu eşyaların, bu güzel, yalın, tatlı, ışık saçan nesnelerin arasında tüm bir yaşam uyum içinde geçebilirmiş gibi gelecekti onlara. Yine de buraya zincirle bağlı gibi hissetmeyeceklerdi kendilerini; bazı günler serüvene gideceklerdi. Hiçbir tasarı olanaksız gelmeyecekti onlara. Ne hınç, ne acı, ne de çekememezlik duyacaklardı. Çünkü olanakları ve arzuları her zaman, her noktada uyuşacaktı. Bu dengeye mutluluk adını verecekler ve özgürlükleriyle, sağduyularıyla, kültürleriyle, ortak yaşamlarının her anında onu keşfetmesini, korumasını bileceklerdi.

Zengin olmayı isterlerdi. Zengin olmayı bileceklerini sanıyorlardı. Zengin insanlar gibi giyinmeyi, gülümsemeyi, bakmayı bileceklerdi. Gerekli inceliklere, ölçülülüğe sahip olacaklardı. Zenginliklerini unutacaklardı, bileceklerdi zenginlikleriyle gösteriş yapmamayı. Övünmeyeceklerdi bununla. Soluyacaklardı zenginliği. Zevkleri yoğun olacaktı. Zevk alacaklardı yürümekten, gezmekten, seçmekten, değerlendirmekten. Yaşamaktan zevk alacaklardı. Bir yaşama sanatı olacaktı yaşamları.
Bu işler hiç de kolay değildir oysa, tam tersine. Zengin olmayan ama olmak isteyen ?bu istekleri çok basit bir nedene dayanıyordu; “çünkü yoksul değildiler”? bu genç çift için bulundukları konumdan daha rahatsızı olamazdı. Sahip olmaya layık olduklarından başka şeyleri yoktu. Daha şimdiden geniş yer, ışık, sessizlik düşleri görürlerken, küçücük konutlarının, günlük yemeklerinin, sözünü etmeye değmeyecek kadar önemsiz tatillerinin korkunç bile sayılmayacak, yalnızca sınırlı ?belki de böylesi en kötüsüydü? gerçekliğine gönderilmişlerdi. Ekonomik durumlarına, toplumsal konumlarına uygunluk gösteren buydu. Bu onların gerçeğiydi, yoktu başka gerçekleri. Gel gelelim yanlarında, yörelerinde, yürümeden edemedikleri yollar boyunca, antikacıların, bakkalların, kırtasiyecilerin sergiledikleri şeyler, yapay parıltılar saçmalarına karşın insanı baştan çıkarıyorlardı. Palais-Royal’den, Saint-Germain’e, Champs-de-Mars’dan Étoile’e, Luxembourg’dan Montparnasse’a, Ile Saint-Louis’den Marais’ye, Ternes’den Opéra’ya, Madeleine’den Monceau Parkı’na dek tüm Paris onları sürekli kışkırtıyordu. Sarhoşluk içinde, hiç zaman yitirmeksizin, sonsuza dek ona teslim olmak için yanıp tutuşuyorlardı. Oysa arzu ufukları acımasızca karartılmıştı; gerçekleşemeyecek dev düşleri, yalnızca ütopyaydı.

Georges Perec?in Yaşam Öyküsü
Georges Perec Polonya asıllı ailenin üyesi olarak 1932?de Paris?te doğdu; Icek Judko Peretz ve Cyrla (Schulewicz) Peretz çiftinin tek çocuğuydu. Çift ve aileleri Fransa?ya 1920?lerde gelmiş ve Paris?in işçilerin yaşadığı mahallelerinden Belleville?e yerleşmişlerdi. İkinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde baba Perec Fransız ordusuna katıldı ve ?makineli tüfek ateşi ya da bir şarapnel parçasıyla karnından yaralandıktan sonra? tedavi edilmediği için öldü. Anne, bir gün ansızın Paris?te kayboldu. Sonra, ailesinin çok sayıda üyesi gibi onun da bir toplama kampına götürüldüğü öğrenildi. Cyrila Peretz, Auschwitz?de yok edildi.
1942?den itibaren Georges Perec?i yetiştirmeyi halası Esther ve onun eşi, başarılı bir inci taciri olan David Bienenfeld üstlendiler; 1945?te onu resmi olarak evlat edindiler. Yatılı bir Katolik okulunu bitirdikten sonra, Perec Sorbonne?da tarih ve sosyoloji okudu ve Nouvelle Revue Française ve Les Lettres Nouvelles için denemeler yazmaya başladı. 1959?da askerlik görevinin bitişinin ardından Paulette Petras?la evlendi; birkaç yıl Tunus?ta öğretmenlik yaptı. 1962?den 1979?a kadar düşük bir ücretle Saint-Antoine Hastanesi?ne bağlı Nöropsikolojik Araştırmalar Laboratuvarı?nın arşiv bölümünde çalıştı.
Perec 1960?ların sonlarında Eugen Helmle ve müzisyen Philippe Drogoz ile birlikte bir dizi radyo oyunu yazdı. 1970?lerde sinemayla ilgilendi. Bernard Queysanne?le birlikte yönettiği ilk filmi, kendi romanı Uyuyan Adam?dan uyarlanmıştı. Film 1974?te Jean Vigo ödülünü aldı. 1976?dan başlayarak Le Point dergisinin bulmacalarını hazırladı. Ancak Yaşam Kullanma Kılavuzu?nun başarısından sonra, kısa hayatı için çok geç denebilecek bir dönemde, sadece yazarak hayatını kazanabilme rahatlığına erişebildi. 1981?de Brisbane Üniversitesi?nde ders vermek üzere Avustralya?ya gitti. Aynı zamanda detektif romanı Cinquante-Trois Jours (53 Gün) üzerinde çalışıyordu; ancak hastalığı onu Fransa?ya dönmeye zorladı. Georges Perec 3 Mart 1982?de kanser nedeniyle hayatını kaybetti.
Perec, romancı olarak çıkışını 1965?te yayımladığı Şeyler?le yaptı ve bu kitapla Renaudot ödülünü kazandı. 1967?de Raymond Queneau ve François Le Lionnais?in kurduğu, matematikçiler ve yazarlardan oluşan OuLiPo (Gizil Edebiyat Atölyesi) grubuna katıldı. Bu çalışma grubu, Perec?in ?zihinsel evi? oldu. Grup kendisini biçimsel kuralların taşıdığı yaratıcı gizilgücü ortaya çıkarmaya adamış ve özellikle anagramlar, matematiksel sözcük oyunları ve benzeri bulmacamsı, karmaşık yapılarla uğraşmaya adamıştı. Italo Calvino da bu grubun önemli üyelerinden biriydi. Bu etki altında Perec, 1969?da Kayboluş adlı romanını yayımladı. Kitapta bir detektif alfabedeki ?e? harfinin gizemli bir biçimde kayboluşundaki gizemi araştırır. Bu kurgusal edebi dünya artık yalın haldeki ?ben?den, ?sen?den ya da ?cinsellik?ten habersizdir; ama gerçeklik hakkında alternatif bir görüye aracılık etmeyi başarır. ?Bu kitabı fazla anlamak adamı öldürür: ?Bütün, tamamlanmış bir aydınlanma tarzı parıldayıp donar, göz kırpar sana bana; görüşümüzün, kavrayışımızın sınırları dışında…? ?E? pek özlenmediği sürece, eğlenceli eserdir Perec?inki.? (James A. Kincaid)
Kayboluş?un ardından 1972?de sesli harf olarak yalnızca ?e?yi içeren başka bir meydan okumayla okurunun karşısına çıkar Perec: Les Reventes. Onu 1974?te Espèces d’espaces (Mekan Türleri) izler. Yazar burada, yataktan evrene dek, çevremizdeki ve dışımızdaki mekanlarla ilgilenir. Başlangıç noktası harflerin, sözcüklerin ve satırların boş bir kağıt üzerinde birleşerek oluşturduğu türden bir mekandır.
?Önce hiçbir şey ya da hemen hemen hiçbir şey yoktu. Daha sonra, çok değil az sayıda ama bir yukarı ve bir aşağı, bir baş ve bir son, bir sağ ve bir sol bir geri ve bir ilerinin olmasına yetecek kadar işaret vardı? (Espèces d’espaces?tan)
W ou le souvenir d’enfance (W ya da Çocukluk Anıları) yapıntısal bölümlerin çocukluk anılarından oluşan bölümlerle iç içe geçtiği sıradışı bir Holokost anlatısıdır. ?Benim çocukluk anılarım yok,? diye yazar Perec ve bir yerlere sıkışıp kalmış anılarının yerine fotoğrafları geçirir ve yarım kalmış çocukluğu üzerine avutucu hayaller kurar: ?Yemeğin ardından mutfak masasını toplarken anneme yardım etmek isterdim. Mavi, küçük damalı muşamba bir örtü olurdu masada ve onun üzerinde, neredeyse tabak şeklindeki beyaz porselenden ya da emayeli tenekeden abajuru ve armut şeklinde ağırlıklarıyla makaralı bir sistemi olan bir lamba. Sonra koşup sır çantamı kapar kitaplarımı, defterimi ve tahta kalemkutumu çıkarıp masaya koyar ve ev ödevimi yapardım. Ödevim okulda okuduğum kitaplarda ne olduğu olurdu.? Ele alınan yapıntısal malzeme ise Tierra Del Fuego?nun dışında yer alan W adasında geçen yanlış bir kimlik ve distopya üzerine kurulu bir öyküdür. Aryanlar adada totaliter bir toplum kurmuşlardır. Toplum tuhaf bir spor modeli üzerinde biçimlenmiştir. Arkekler kadınlardan, çocuklar annelerinden ayrılmıştır ve oyunda kaybedenler ürkütücü cezalar alırlar. Kitabın sonunda Perec, toplama kamplarında sportif rekabetin nasıl bir yok etme aracına dönüştüğünü anlatan bir kitaptan söz ederken çocukluk kurguları ile yapıntısal öğe birleşir.
Yaşam Kullanma Kılavuzu ünlü Medicis ödülünü kazandı. Roman, Paris Simon Crubellier Sokağı 11 numaradaki şehre özgü büyük apartmanlardan birinin sakinlerinin iç içe geçmiş yüzden fazla öyküsünü anlatır. Romanın yapısı, ona onluk bir satranç tahtası, kale hamleleri ve logaritmik bağıntılara dayanır. Perec kitabı yazarken Saul Steinberg?in New York?ta cephesi kaldırılmış bir apartmanı betimleyen bir çiziminden esinlenmiştir. Karakterlerden biri hayatına sanatsal ve biçimsel bir disiplin getirmek isteyen Percival Bartlebooth adında İngiliz bir milyonerdir; bu amaçla, bir başka kahraman ressam Serge Valene?den on yıl boyunca ders almıştır. Sonraki adımı yirmi yıl boyunca dünyayı gezerek gittiği her limanın suluboya resmini yapmak olacaktır. Suluboyalar Paris?te yap bozlara dönüştürülecek; bir sonraki 20 yıl boyunca da Bartlebooth sonradan özel bir çözeltide yeniden boş kağıda dönüştürmek üzere, yap bozları yeniden birleştirecektir. Ancak Bartlebooth beş yüz yap bozun tümünü tamamlayamadan ölür.
?Tüm varoluşunu bir araya getirecek bir tablo yapma fikri aklına geldiğinde, Serge Valene?in hayatının son aylarıydı: Belleğinin kaydettiği her şey, onu etkisi altına almış tüm duygular, tüm fantezileri, tutkuları, nefretleri, toplamları hayatı edecek en küçük parçalardan oluşan bir özet olarak tuvale kaydedilecekti.? (Yaşam Kullanma Kılavuzu?ndan)
?E?siz
(www.kitapgazetesi.com adresinden alıntı yapılmıştır.)

Kitabın Künyesi
Şeyler / Altmışlı Yılların Bir Hikayesi
Özgün adı: Les Choses
Georges Perec
Çeviri: Sevgi Tamgüç
Redaksiyon: Nilüfer Güngörmüş
Kapak Tasarımı: Semih Sökmen
Metis Yayınları
Kitabın Baskıları:
İlk Basım: Ekim 1988
4. Basım: Şubat 2007
112 sayfa

1 Comment

  1. Hayatta olsaydı, onunla konuşmayı isterdim dediğim bikaç deli’den biri… Öylesine bir delilik değil onunki… Erdemle barışık, gökyüzü kokulu…
    seviyoruz bu adamı…

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Previous Story

Güneşin Savrulduğu Yerden: Bingöl Hikayeleri – Ahmet Say

Next Story

Rugan Ayakkabılı Teğmen ? Haluk İnanıcı

Latest from Georges Perec

Georges Perec’den Sınırları Zorlayan 10 Kitap

Georges Perec kimdir? Kendileri fransız sosyolog, edebiyatçı, yeri geldi mi yönetmen ve belgeselci. Amacı edebiyatın sınırlarını genişletmek olan meşhur “oulipo” akımının da öncülerindendir. Kayboluş
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ