İsmail GümüşÖnce öğretmen, sonra şair-yazar-ressam İsmail Gümüş, sanat dünyamızda hoş bir seda bırakarak ışıklı yolculuğuna çıktı. Yakınlarına, dostlarına sabırlar dilerken tam 10 yıl önce kendisiyle ilgili kaleme aldığım metni paylaşmak istedim. Saygıyla anıyorum.

Olgunluk ve duruluk akar bazı insanların yüzünden. Gözlerindeki ışıltı, size yaşama sevinci verir. Hele bu insan önemli bir kültürün, göçmenlik serüveninin ateşinden geçerek olgunlaşmış ve bu da yaratıcılığına yansımış ise, o insanın yüzüne bakmak, sesine kulak vermek, içtenliğinin çekim merkezinde dolaşmak apayrı bir mutluluk verir insana… İşte böyle insanlardan biriyle, İsmail Gümüş’le yıllar sonra tanışma olanağı bulmanın mutluluğunu yaşadığımı belirterek, niçin şiir ve öykünün ressamı olduğuna ilişkin kısa bir değerlendirme yapmak istiyorum.

İsmail Gümüş’ün ilk kez Anadolu Ekini dergisinin Mart-Nisan 1993 sayısında yayınlanan “İncesu Deresi” şiirini okuduğumda, derin uykulardan uyanmış gibi hissetmiştim kendimi. Ankara’daki İncesu mevkiini öğrencilik yıllarımdan biliyordum ama 1988’den sonra burada yaşamaya başlayan Trabzonlu öğrencilerimi ziyarete gittiğimde inşaat işçiliğinde küçük yaşta pişen bu çocukların yaşam kavgasının şekillendiği İncesu’yu fark etmemle bende oluşan izlenimler, İsmail Gümüş’ün bu şiiriyle âdeta ete kemiğe bürünmüştü. O, şöyle dile getirmişti dizelerinde resmederken bu dünyayı: “ Dikenli beşiklerde uyurken akarsın / Uyurken dikenli beşiklerde bir çocuk / Kapanınca kanlı kara pencereler / Ve hiç açılmayınca tek umut perdesi / İçimden sen akarsın erimiş kurşun gibi / İncesu Deresi ”
Bu şiiri ilk okuduğum günlerde “kanlı kara pencereler”i nasıl “geniş özgürlük pencereleri”ne dönüştürerek buralarda yaşayanların “umut perdeleri”ni sürekli nasıl açık tutabilirizin kavgasına daha çok sarılma isteği duymuştum. Bu isteğin basıncını Mamak Lisesi’nde beraber olduğum yoksul mahalle çocuklarıyla sürdürmeye çalıştığım bir zamanda İsmail Gümüş’le tanışmak, geç ama güzel olmuştu.
Edebiyatçılar Derneği’nin 13. Genel Kurul sürecinde birlikte olduğumuz Ahmet Özer, Attila Aşut, Aydın Çubukçu, İnci Gürbüzatik, Sultan Su ve Mehmet Aydın’ın bulundukları bir ortamda ilk kez ve kısa söyleşebildiğimiz sanatçıyı, daha yakından tanımak için Beşevler Fevzi Çakmak Caddesi’nde bulunan Resim Atölyesine gittim. Atölyedeki çalışma ortamı sıkışıktı ve Gazi Üniversitesi Müzik Bölümü hocaları başta olmak üzere resim çalışması yapanlar vardı. İsmail Bey sıcak karşıladı ve çalışma odasına buyur etti beni.
Burada yaklaşık iki saat kadar kendisiyle “ara ara söyleşme”ye çalıştım. Çünkü arada bir resim yapan “öğrenci”lerine yardımcı olmaya çalışıyor, onların sorularını yanıtlıyordu. Oldukça mütevazı, bilgisini esirgemeyen ve sakin konuşan bu sanat insanının yaşam serüveninden kesitler dinledikçe, ona saygım daha çok arttı. O,1938 Kırklareli Demirköy doğumlu olduğunu söyleyince, 1984’te Pınarhisar’da askerlik yaptığımı açıkladım. Birkaç yıl önce de İğneada’ya gidip bir gece geçirdiğimden söz edince, bu kez hemen Sabahattin Ali Günleri’nden konuyu açtı İsmail Gümüş. Kırklareli Köy-Koop Başkanlığı yapan Erdoğan Kantüren’in öncülüğünde gerçekleşen bu etkinliğe Vecihi Timuroğlu’yla katılmışlar. Birden, Sabahattin Ali’nin öldürülmesiyle büyük bir öykücü ve romancımızı kaybedişimizin edebiyatımızda yarattığı boşluk geldi aklıma. Hüzünlendim, başımın öne eğildiğini, o bana bir şeyler sorunca fark ettim.
İsmail Gümüş’ün Kepirtepe Köy Enstitüsü’nde başlayan aydınlanma süreci, İstanbul Çapa’daki resim dersleriyle sanatsal bir derinlik kazanmış ve 1957’den başlayarak da öğretmenlik serüveniyle zenginleşmiş. 1960’ta Gazi Eğitim Enstitüsü Resim Bölümü’nde 3 yıl öğrencilik yaptıktan sonra onun, Rize ve Trabzon’da öğretmenlik yaptığını öğrendiğimde de gözlerim buğulandı. Ondan 25 yıl sonra aynı coğrafyada ben öğretmenliğe başlamıştım, birden o maviyle yeşilin ara tonlarıyla biçimlenen Karadeniz’in doğası, öğretmenlik yaptığım Yavuzköy ve o günlerden süzülüp gelen dostlukla ilişkilerimizin sürdüğü Osman Kara gibi öğrencilerim geldi aklıma. Çünkü İsmail Bey’in burada yaşadığı maceralarla, bazı noktalarda çok örtüşüyordu benim yaşadıklarım…
Trabzon Beşikdüzü Kız Öğretmen Okulu’nda çalışırken TÖS’ün faaliyetlerine etkin olarak katılan sanatçı, Fakir Baykurt’la da güzel ilişkiler kurmuş. Örgüt kültürünü bu dönemde sağlam biçimde edindiğini övgüyle anlatan İsmail Gümüş’ün, 1969’da Ankara Körler Okulu’nda modelaj öğretmenliğine başlamasıyla sanat dünyasıyla ilişkilerinde yoğunlaşma başlar. Aşık Veysel heykelini burada yapar. 1974’te Gazi Eğitim Enstitüsü’nde hocalık yapmaya başlayan sanatçı, burada sanatsal etkinlikleri yanında siyasi baskılarla da savaşır. 1981’e kadar süren bu uğraşısı, haksız görevden alma girişimiyle sekteye uğrar. Bu kez sanatsal çalışmalarını ve siyasi-toplumsal mücadelesini dışarıda sürdürür. 1986’da gündeme gelen demokratik öğretmen hareketini yeniden örgütleme sürecinin ilk basamağı olan “abece dergisi”nin isim babası olur. Daha sonra kurulan Eğit-Der’de görev alır, tabelasını yapar ve söz konusu dergide Gazi ve İsmail Güneş müstear adlarıyla yazılar kaleme alır. Böylesine örgütçü bir geleneği de olan sanatçının, daha sonra (1990’lı yıllarda) Sanat Kurumu’nun başkanlığını da üç dönem yürüttüğü, Edebiyatçılar Derneği’nin Ahmet Say başkanlığında kuruluş sürecine katkıda bulunduğu da biliniyor.
Meslek olarak resim öğretmenliğini sürdürürken, kendine özgü bir puantist çizgi ortaya koyduğu görülen İsmail Gümüş’ün resimlerine dair Prof.Dr. Ayla Ersoy, 500 Türk Sanatçısı Plastik Sanatlar adlı eserinde şöyle bir değerlendirme yapar: “Öykü ve şiir kitapları bulunan sanatçının resimlerinde de şiirsel özellikler göze çarpıyor. Tuvallerini, renkleri birbirine karıştırmadan ince fırça vuruşlarıyla puantist yöntemi kullanarak boyuyor. (“Orman” adlı tablosu için) Doğanın kendi ritmi içindeki değişimini tüm canlılığı ve parlaklığıyla gösterirken, resmin yarattığı şiirsellik izleyeni de sarıyor. Sanatçı çok sıradan ve basit bir konuya bireysel romantik duyarlılığıyla ‘yüce’ ve ‘hoş’ estetik kategorilerine uygun düşen özgün bir yorum getiriyor.” (s.247) Onun atölyesindeki birçok tablonun bu teknikle yapıldığını söyleyebilirim. 4 Mart-6 Nisan 2005 tarihleri arasında Ankara’daki T’s & G’s Galeri’de sergilenecek resimlerinin çoğunluğu da bu özelliği taşıyor.
Onun için “öykünün ressamı” dememe gelince, 1984’te yayınlandığında Melih Cevdet başta olmak üzere birçok edebiyat insanının dikkatini çeken Boşnak Türküsü adlı öykü kitabından bir kesit vermem yerinde olur sanıyorum. “Yüzünde uzaklardan kalma bir mutluluk gördüm. Kaybettiği bir değere kavuşmuş gibiydi. Gözlerinin altındaki kalabalık çizgileri çoğaltan bir tatlı gülüş yayıldı yüzüne. Sonra oğlumu aldı kucağına. Titrek elleri ile saçlarını karıştırırken bana uzak yıllardan bakıyor gibiydi.” (s.13) Ailesi Bosna-Hersek’ten gelip Demirköy’e yerleşen bir Boşnak çocuğu olarak öykülerinde Balkan kültürünün ortak özelliklerine yer veren, halk kültür ve edebiyatından örnekler sunan ya da izler taşıyan İsmail Gümüş’ün, yüreğinin bir tarafında hep o uzaklardaki insanlarından ayrı kalmanın burukluğu var gibidir. Deli Balkan Yeli kitabındaki şu cümleler bunu açıkça yansıtıyor : “Deli Balkan yeline birlikte göğüz geren, birlikte gülen, birlikte ağlayan, Balkan insanlarını şaşırtan, donduran olaydı Meho’nun Hayriz’i öldürmesi. Çünkü çoğuna göre bu insanlarla yaşamak, doyumsuz ve güzeldi. Ölümse, ağrısı dayanılmaz, iğrençti.” (s.9)
Bir olayı, durumu, insanı, ağacı, suyu resmeder gibi öyküleyen sanatçının atölyesinde bulunduğum zaman diliminin nasıl geçtiğini anlayamadım doğrusu. Keşke onun gibi sanatçılarımız çoğalsa ve biz de bu “zaman” illetinden daha rahat kurtulabilsek… Teorik zamanın önemini, daha iyi kavramaz mıyız o zaman?

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Previous Story

Akakiy Akakiyeviç her yerde yaşıyor – Adalet Çavdar

Next Story

Düştü Çamura – Zafer Köse (Öykü)

Latest from Biyografiler

Van Gogh’un kitap tutkusu

Geçtiğimiz haftalarda Paris’in izlenimci koleksiyonuyla ünlü Musée d’Orsay, Antonin Artaud’un Van Gogh: Toplumun İntihar Ettirdiği kitabından yola çıkarak yazar ile ressamı, Artaud ile Van
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ