Sırtımdaki Ev – Dieter Forte

(*) Tarih diye öğrendiğimiz bilgiler yalnızca savaşların, göçlerin, fetihlerin, buluşların ve krallarla şahların adlarını kaydeder. Savaşlarda ölenlerin ve onların yakınlarının duygularını tarih değil destanlar söyler. Bu destanların anlattıkları resmi tarih gibi saygın değildir. Bireylerin insan olduğu dolayısıyla acıları, hakları hanedanların egemenlerin rahatları için yitirdikleri, egemenlerin giyim kuşamlarının ayrıntıları kadar bile hatırlanmaz nedense. Çoğu zaman yasaklandığı için yazıya geçememiş, belleklere emanet edilmiş ve parça parça günümüze kadar gelen masallara, şarkılara sığınmıştır bireysel dramlar. Bir savaşın ne kadar sürdüğü tarihte kayıtlıdır; mesela, Girit Savaşı yirmi yedi yıl. Bunca yıl süren bir savaşın asker yakınları için ne demek olduğunu acemi ama içten bir şiir parçası kavratabilir bize. Ölümden söz etmek istemeyen bir kadının söylediği tek tek bir dize:

“Sefer döndü mü, döner mi?
Dieter Forte?nin Sırtımdaki Ev?i de kaynaklarını Avrupa tarihinden (ve yazarın aile geçmişinden) almış bir anlatı. Bu anlatı birbirine benzemez sayılan ulusların bireylerinin doğdukları topraklardan uzakta yan yana geldiğinde birbirlerini nasıl tamamladığını da gösteren bir destan. Kimi zaman inançlarını kimi zaman özgürlüklerini korumak için doğdukları topraklardan başka ülkelere göçtüklerinde yitirdikleri ve kazandıklarının toplamı. Üstelik yazar bu sonucu romanın sonunda belirtecek kadar da cesur:
?Başka dilleri olan farklı ülkelerde değişen zamanın içinden geçerken geleneklerine ve inançlarına sonuna kadar sadık kalmaya, yabancı ülkelerde yabancı olarak haysiyetlerini muhafaza etmeye çalışmış olan Lukaczlar ve Fontanalar: Sadece birkaç yıllığına burada evimdeyim diyebilen yurtsuzlar; asla kök salmamış olanlar, kendini hiçbir yerin, hiçbir şehrin sahibi olarak görmeyenler, o sırada oturdukları evin birkaç sokak ötesine geçememiş olanlar, dilleri ve devletleri aşan, o kadim yurt duygusunu ikame eden tesadüfi soy ilişkileri içinde yaşamış olanlar. Harita üstündeki eski hareketsiz kıtaların arasında her defasında kendini yeniden inşa eden küçük adalar.?
1935 yılında Düsseldorf?ta doğan Dieter Forte?nin uluslararası bir üne kavuşan oyunu, Martin Luther ve Thomas Münzer Ya Da Muhasebenin Başlangıcı (1983) onun tarihsel çelişkileri yakalayıp işleyişinin ya da dünyaya bakış açısının özeti sayılabilir. Pek çok dile çevrilen bu oyunda karşı karşıya getirilen iki önemli dinsel kişilikli Alman şahsiyetten Martin Luther bir din reformcusu, Thomas Müntzer ise dinsel dili köylülerin en iyi anlayacağı dil olduğu için seçen devrimci bir lider olarak anılır. Luther, mücadelesinin sonunda Wittenberg İlahiyat Fakültesi?nin dekanlığına getirildi. Luther?e karşı çıkan ve Köylüler Savaşı sırasında asilerin lideri olan Müntzer ise yenilgiye uğrayınca işkence gördü ve boynu vuruldu. Tarihteki bu tür çelişki ve ilişkileri ıskalamayan Sırtımdaki Ev, üç bölümden oluşuyor: Desen, Ekinoks, Anılarda Kalanlar. Bu bölümler ilk kez 1992, 1995 ve 1998 yıllarında bağımsız romanlar olarak yayımlanmış. Bu romanlar sonra tek ciltte birleşmiş. Türkçe?de 613 sayfa tutan bu üçlemeye, romanı Almanca aslından Türkçeye çeviren Çağlar Tanyeri?nin Çevirmenin Gözünden başlıklı dört sayfalık yorum metni eklenmiş.

Tanrı kömürü yeraltına sakladı
Sırtımdaki Ev, J.L. Borges?in Plan başlıklı dizeleriyle başlıyor. Bir sunu da sayılabilecek bu metinde de bir çelişkinin izleri ve bir gizli alaysılık ağır basıyor. Kitlesel göçleri tarihçilerin maddesel kalıntılarla açıklamaya çalışan ve anlatan tarihçilerle dalga geçen ilk dizeyi, dünyadaki pek çok olayı yönlendiren ?Persapolis?de bir gülün ağırlığı? gibi fark bile edilmeyen ayrıntıları sıralayan dizeler izler. Destanın bu girişini izleyen bölüm ?Vekainame ve Anlatı?dır. İpeğin Çin?den Palermo?ya gelişiyle başlayan bölümde ipek dokumacısı ailenin serüveni her -kıssa da denebilecek- hikâyeciklerde biraz daha etlenerek gelişir. Bu kıssalarda inançları yüzünden ülkeden ülkeye göçerken ipek böceği için gerekli dut ağaçlarının yetiştirebilecekleri iklimi gözetmek de vardır. Göçülen ülkenin ulus ve ad özelliklerini benimsemek de. Ailenin en önemli hazinesi olan desen defterini korumak da. Kraliyet giyiminin özelliği olan ipeğin teknoloji ve keten karşısında yenilişinin ayak sesleri de duyulmaktadır.
Bu ailenin serüveni bir noktada Polonyalı bir ailenin serüveniyle kesişir. Polonyalı aile madencidir. Bu aileden birinin başına gelenler kara mizah özellikleri taşır. Göçük altında kalan Joseph Lukacz, kaza sonrasında geceleri kendi uydurduğu madenci ilahileri söylemeye başlar: ?Bahtiyar sonum geldiğinde/ kuyunun kara esvabından soyunacağım usulca,/ solmuş meşini ve avadanlığımı koyacaklar mezarıma./ Uzatacak ilahi adaletin ak esvabını/ uzatacak Tanrı bana.?
Bir gün yüzünü kömür tozuyla karartıp, sakal bırakır. Torununa yaptırttığı yaldız kağıttan taç ve kırmızı perdeden peleriniyle kendini kömür kralı ilan eder. Ve arkadaşları geldiğinde, ?Tanrının yeryüzünü tersyüz edeceğini, dikey şeylerin aşağıya, yatay şeylerin de yukarıya döneceğini, kuyunun yeryüzüne doğru yükseleceğini, böylece kor halindeki toprağın kömürün içine sızıp bir yangına neden olacağını ve günlerce sürecek bir cehennem ateşinin patlak vereceği? benzeri kıyamet kehanetlerinde bulunur: Sonra atalarından birinin ona yazdırdığını söylediği bir vahyi yazar. Tanrının kömürü özellikle yeraltına sakladığını, insanların kömürü yeryüzüne çıkarmasının cennetin kaybolmasına yol açtığını, demir ve çeliğin ateş durumuna gelerek insanlığı yakıp kavuracağını açıklayan bu vahiy, yayılması koşuluyla ziyaretçilere verilmektedir. Ama olayları duyan maden yönetimi işe el koyar. Avrupa tarihini izleyen romanda bu vahiy ya da kehanet anımsanmalıdır.
Sırtımdaki Ev, öykücüklerle gelişirken iki ayrı koldan kişilerin bir araya gelmesiyle bir ülkenin yakın tarihine dönüşür. Son bölüm yıkılmış ve işgale uğramış bir ülkede (Almanya?da) ayakta kalmaya çalışan bir ailede çocuk olmak diye de özetlenebilir. Ancak bu dönem gerçekliğin gerçeküstüyle karıştığı bir çağdır. 20 yüzyıldan mağara çağına dönüşün koşulları yaşanır. Kuşkusuz kişisel anı ve acıların izlerinin yer aldığı bu bölümde yaşamanın tek kuralının oluşunun acı alayı da vardır. Bu kural ne bahasına olursa olsun ailesinin ve kendinin karnını doyurabilmektir.
Sırtımdaki Ev?in son bölümü savaşı, açlığı, işgali yaşamış çocuğun o günlerin mekanına yetişkin olarak dönüşüyle noktalanır:
?Anılarda kalan pencere çok daha büyük, zaman çok daha uzun, soğuk ve açlık sürgit bir durumdu. Yolun karşı tarafında durup kapalı pencereye baktı, burası bir zamanlar onun dünyaya açılan penceresiydi . Camların arkasındaki perdeler hareketlendi. Pencere açıldı, koyu renk saçlı bir çocuk dışarıya doğru sarkıp tıpkı bir zamanlar kendisinin de yaptığı gibi kuşkulu bir yüz ifadesiyle ona, yabancıya dikti gözlerini.? Bu cümleler bir başka anlatıcının muştulanışıdır. Artık yeni göçmenlerin yani İtalyan, İspanyol, Portekiz, Türk, Boşnak, Sırp , Yunan, Hırvat, Cezayir, Fas ve Afrika kökenlilerin serüvenini, belki de pencereden bakan o çocuk yazacaktır. Dieter Forte romanını başa dönüp bir ülkeden bir ülkeye kaçak göçlerin başlangıcını yineleyerek , yeni göçmenleri anladığını belirterek bitirir.
(*) Sennur Sezer’in 01/01/2010 tarihinde Radikal Gazetesi Kitap Eki’nde yayınlanan “Avrupa altüst olurken…” adlı yazısı

Tanıtım Yazısı
Geçip giden zamanı nasıl anlamalı? Dieter Forte kitabının bir yerinde şunu söylüyor: “Zaman hiçliğin içinden çıkagelen ve akan zamana dönüşen hikâyelerin tekrar tekrar anlatılmasından başka bir şey değildi. Zira zaman hikâyelerde vardı yalnızca, hikâyeler yoksa zaman da yoktu, geride sadece ölümün sonsuzluğu kalıyordu, zamanı yaratan hikâyelerin ta kendisiydi…”
Sırtımdaki Ev, bir nehir roman: Altüst olan bir Avrupa’da, İtalyan ve Polonya kökenli iki ailenin birbiri ardından gelen kuşaklarının serüvenini anlatıyor. Kökler, göçler, sürgünler, gelenek ve inançlar, sınırlar, mücadeleler ve çatışmalar, ama aynı zamanda bağlılıklar ve ittifaklar. Bireylerin bir yıldız misali kayıp giden hikâyeleriyle tarihin akıp giden hareketi iç içe. Kaderleri bu tarih tarafından belirlenen madenci ve dokumacıların uzun soluklu, şiirsel, yer yer trajikomik hikâyelerini okuyor; iki dünya savaşının onulmaz acılarıyla yoğrulan, faşizmin yükselişine ve iktidarına tanıklık eden, sonra da savaşın hunharlığında kıyasıya bir ölüm kalım mücadelesi veren son kuşağı dinliyoruz.
İlk kez yayımlandığı 90’lı yıllarda Almanya’da hararetli siyasi ve edebi tartışmalar yaratan ve günümüzde yirminci yüzyıl Alman edebiyatının başyapıtlarından biri sayılan bu üçlemeyi tek bir cilt halinde sunuyoruz. Büyük tarihsel romanlar geleneğini anımsatan bu yapıtı zevkle okuyacağınızı düşünüyoruz.

OKUMA PARÇASI
I. Vakayiname ve Anlatı’dan, s. 15-18.

1

Luoyang’dan Changang’a, Lou Zhou ve Dunhuang üzerinden Lop Nor’a, Takla Makan Çölü’nün çevresinden dolanarak Karaşar, Kotan ve Kaşgar’a, Pamir Yaylası üzerinden Taşkent, Semerkant, Hamadan ve Palmyra’ya, oradan da Antiochiea Limanı’na; yabancı diyarların İmparatoriçe Lei Zu’nun kadim hikâyeleriyle yüklü uzun kervanları; Sarı Nehir’in kestiği ovaya kurulmuş bahçelerinde bir yılanın saldırısına uğrayınca çareyi dut ağaçlarından birine, yapraklarının üstünde küçük çirkin tırtılların gezindiği ve bu tırtılların kendi ördükleri incecik lifler sayesinde sert kozalar haline geldiği, çok geçmeden bu kozaların da dönüşüme uğrayıp narin kelebekler doğurduğu dut ağaçlarından birine tırmanmakta bulan Lei Zu; Doğu’nun yüce İmparatorunun kadim hikâyesiyle yüklü kervanlar; bütün zamane elçilerinin ürküntüyle karışık bir hürmet duygusuyla anlata anlata bitiremedikleri, paha biçilmez ipek kaftanlar kuşanan, dut ağacının ve ipekböceğinin sırrını ülke sınırlarının dışına çıkarmayı yasaklayıp bunu ölümle cezalandıran, yasağa aldırış etmeyenlerin kellelerini uzun sırıkların ucuna takıp ibret olsun diye payitahtta sergileyen İmparator.

2

Gece de tıpkı su gibi zifiriydi, tıpkı üstünde yassı kanonun kayarcasına gittiği su gibi. Uzun süre beklemişlerdi; aysız sessizliğin inmesini beklemiş, sonra kanoyu bataklığa itmiş ve uzun sırıkların yordamıyla bataklıktan geçen suyollarını aramış, elleriyle yoklayarak suyun hafif akıntısını hissetmiş, kayık ne zaman balçığa saplanıp veya sazlıklara takılıp hareket edemez hale gelse sırıkların yardımıyla ilerlemişlerdi; soğuk gecede, hiçbir işaret vermeyen karanlıkta sessiz sedasız yapılan, ter döktüren bir iş.
Bataklığın pusunda şafak sökmeye yüz tuttu mu kayığı yaş otların içine itip saklıyor, put gibi oturup yollarını açacak bir sonraki geceyi bekliyor, kendi elleriyle yaptıkları bu dar ve uzun kayıkta öylece oturuyorlardı bütün nemi emen ağır, kalın abaların altında, tıpkı toprak tepecikler gibi suskun; yurt edindikleri bu kalasların üstünde öylece oturuyor ve onların yollarını açacak, onları koruyacak gecelerin gelmesini bekliyorlardı.

3

Sicilya güneşinin göz alıcı ışığında, İdrisi’nin yazıp döktüklerine ve İbni Cubair’in huşu içinde kalışına bakılırsa dünyanın en güzel şehri olan Palermo’da; yüksek sarayları, kiliseleri, sinagogları, camileri, hanları, hamamları, dükkânlarıyla, Sarazenlerin, Yahudilerin, Yunanlıların, Bizanslıların, Romalıların her dilde birbirleriyle konuştukları cıvıl cıvıl sokakları ve yeşil bahçeleriyle payitahtta, Avrupa’nın en zengin ve uygar devletinin payitahtında Tebaili ve Atinalı, Korinthoslu ve Bizanslı ipek dokumacıları, Bizans ipek dokumacılığını Arapların dokuma desenleriyle birleştiren ustalar, Normandiya krallarının atölyelerinde oturmuş el birliğiyle nar kırmızısı, içi altın sırmayla doldurulmuş atlas ipekten uzun kraliyet pelerinini ve onun üstündeki deseni, Sarazenlerin devesiyle sarmaş dolaş olmuş Normandiya aslanını yaratıyor ve ağırbaşlı eski Arapçanın kûfi harfleriyle “Bahtiyar kent Palermo’da Hicri 528, Miladi 1133’de” bu kraliyet pelerinini dokuduklarını kayda geçiyorlardı; İmparator II. Frederik’in, namı diğer Stupor Mundi’nin, yani dünyayı şaşkına çeviren kralın kraliyet peleriniydi bu, Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’nun kraliyet pelerini.

4

Sarmaş dolaş dallarıyla meşenin, tepenin üzerine sessizce kol kanat germiş bu yıllanmış güçlü ağacın bulunduğu tepede dikilirdi Sakallı adıyla anılan ihtiyar; buraya yılda sadece bir kez çıkıyor ve vakit gece yarısını bulduğunda olanca gücüyle kollarını iki yana açıyordu. Kapalı gözleriyle uzun süre öylece dikilmeye devam ediyor, sonra ansızın avazı çıktığı kadar bağırmaya başlıyor, kendisinden başka kimsenin anlamadığı kutsal ve koruyucu sözler haykırıyor, böylece Rod ile Rodjanitza’yı lanetliyor, onları kovalayıp bu topraklardan sürüyordu.
Dolunayın ışığında sessiz figürler büyük bir çember yapıp saygı duruşuna geçiyorlardı, çevre köylerden gelen köylüler; ayaklarının dibinde buğday, ballı ekmek ve şıra dolu ahşap fıçılar, canlı tavuk ve kazlarla dolu söğüt dalından sepetler; insanlara tahılın kuruması nimetini bahşeden o iyi yürekli tanrılar Swarog ve oğlu Dazbog’a getirdikleri adaklar. Sakallının bir işareti üzerine sırayla adaklarını çemberin ortasına götürüyor, sonra yeniden sessiz çemberdeki yerlerine dönüp beklemeye koyulurlardı. Sisin eşliğinde şafak sökerken cılız aydınlığın önünde yerlere kadar eğiliyorlardı; sonra Sakallı, Şimşek Tanrısı Perun’un meşeye oyulmuş kaba saba suratını kapıp onu aşağıdaki nehre götürüyor ve sudaki Bereginlere atıyordu, nehir perilerine. Sakallının peşine takılan köylüler de yanlarında getirdikleri uzun sırıkları kayıklarından alıp suda yüzen ahşap oymayı bu sırıklarla nehrin ortasına itekleyerek bağırıyorlardı: “Defol, Perun defol.” Böyle bağırıp duruyorlardı, ta ki suda yüzen tahta parçası gözden kaybolana dek.
Rivayete göre her ilkbaharda böyle yapılıyor ve her kuşak bunu bir sonraki kuşağa anlatıyordu.

5

Rivayete göre Fontana Usta sabahın alacasında, doğmakta olan güneşin ince huzmeleriyle Lucca şehrinin daracık sokaklarını taramasına ramak kala, San Martino Katedrali’ne yürüyordu her gün. Beyaz mermer satıhta ipek pelerinini üşüyen bir dilenciyle paylaşan Aziz Martin figürünün önünde eğilerek kısa bir selam veriyor, revak labirentinin önünden geçiyor ve sonra karanlık katedralde uzun bir süre, yanan mumların aydınlattığı Volto Santo’nun karşısında dikiliyordu dalgın dalgın, Lucca şehrinin şu kutsal simgesinin, çok eski zamanlarda kıyıya vurmuş olduğu söylenen ve Lübnan sedirinden yapılma çarmıhın. Kimilerine göre de bu kutsal simge, İmparator II. Frederik’in ölümünden ve 1282 yılı paskalyasının ikinci gününde patlak veren Sicilya Halk Ayaklanması’ndan, Fransızların tiranlığına karşı patlak veren o isyandan sonra özgür Cumhuriyet Lucca’ya yerleşmek üzere Palermo’yu terk eden dokumacılarla birlikte gelmişti şehre.
Lucca’da, bir Etrüsk şehrinin kalıntıları üstüne kurulmuş bu görmüş geçirmiş şehirde doğan Fontana Usta ipek dokumacısıydı ve Fontanaların desen defterindeki ilk kayıtlar, o zamanlar ipek dokumacılarının dili olan Yunanca yazılmış bu ilk kayıtlar onun elinden çıkmaydı: “Üçüncü dolunayda dut ağaçları budanmalı ve kadınlar ipekböceği yetiştirmeye başlamalı. Her üçüncü ve beşinci iplikten sonra değiştir, sayıyı değiştir, bir daha değiştir ve deseni dışarıda, açık havada biçimlendir, buna brokar denir.”

6

Evini bir tepenin üzerine kondurmuştu adam, yaz boyunca tepenin torflu toprağını kazmıştı. Yakındaki kayın ormanından birkaç küçük ağaç kesip gövdeleri toprağa gömmüş ve güçlü, dayanıklı bir zemin elde etmişti. Set inşaatından artmış meşe gövdelerini, kiraladığı bir öküzle kendi arazisine sürükleyip ağır kalasları bir baltayla dört köşe keserek birer dikdörtgen yapmış ve üst üste yığdığı gövdeleri döndüre döndüre iyice sıkıştırmıştı. Boşlukları torfla doldurmuş, köylülerden birinin getirdiği kille yeri sıvayıp iyice üzerine bastırmış, damı samanla örtmüş ve artakalan birkaç tahta parçasından bir kapı çatmıştı. Sonra karısı ve çocuklarıyla buraya taşınıp kış boyunca evin ayakta kalıp kalamayacağını merakla izlemişti. Ev buzu, karı ve ilkyaz fırtınalarını atlattığında keyiflenmişti.

Kitabın Künyesi
Sırtımdaki Ev (Das hause auf meinen schultern )
Dieter Forte
Çeviren: Çağlar Tanyeri
Yayına Hazırlayan: Tuncay Birkan, Yeşim Tükel Kılıç
Kapak Resmi: Edward Hopper
Kapak Tasarımı: Emine Bora
Metis Yayınları
2009
619 sayfa

İçindekiler
DESEN
EKİNOKS
ANILARDA KALANLAR
Çevirmenin Gözünden

Dieter Forte hakkında kısa bilgi
Alman yazar. 1935 Düsseldorf doğumlu Dieter Forte halen Basel’de yaşıyor. Dokuz dile çevrilen ve elli sahnede oynanan Martin Luther&Thomas Münzer oder die Einführung der Buchhaltung (1981; Martin Luther ve Thomas Münzer ya da Muhasebenin Başlangıcı, Kaynak, 1983) adlı oyunuyla dünya çapında büyük bir başarı elde eden Forte özellikle tiyatro oyunları ve senaryolarıyla tanınan bir yazar. Tek cilt olarak yayımladığımız Sırtımdaki Ev, ilk kez 1992, 1995 ve 1998’de peş peşe üç cilt halinde yayımlanmış, Basel ve Bremen Edebiyat ödüllerine layık görülmüştü. Forte, 2004’te yayımlanan Auf der anderen Seite der Welt (Dünyanın Öte Yanında) başlıklı son romanıyla da pek çok edebiyat ödülü kazandı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir