Sizin hiç suçunuz yok mu?

Bolay Demir, 24 yaşındayken 19 Aralık 2000’de sabahın beşinde Bayrampaşa Cezaevi’nde silah sesleriyle yataktan nasıl fırladığını, devletin “şefkatli eli”nin yanık et kokusu, insan kokusu, çığlıklar eşliğinde beline isabet eden kurşunla kendisini hayata nasıl döndürdüğünü anlatırken hayatı salt seyre dalanları eleştirip, “Sizin hiç suçunuz yok mu?” diyerek hesap soruyor.

Hatırlıyor musunuz? 19 Aralık 2000’de Bayrampaşa Cezaevi’nde bulunan siyasi tutuklular sabahın beşinde silah sesleriyle uyanmıştı. Dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk’ün ifadesiyle “devletin şefkatli eli” can güvenliğini korumak zorunda olduğu mahkûmlara uzandığında, kimyasal silahları, gaz ve sinir bombalarını kullanarak 14 saat süren operasyonla Bayrampaşa’da altısı kadın 12 mahkûmu diri diri yakarak katletmişti. Yirmi cezaevinde uygulanan operasyonda toplam 32 kişi hayatını kaybederken 600’den fazla kişi yaralanmıştı.

Cezaevine aydınlar, sanatçılar, sivil toplum kuruluşları ölüm oruçlarının sonlandırılması için heyetler kurmuş, devlet sorunun halledileceğini, mahkûmlarla anlaşmaya varıldığını söylemiş, medya kuruluşları bu beyanları manşetlerine taşımıştı. Hâlbuki yine yalan söyleniyordu, İçişleri Bakanı Sadettin Tantan, ölüm oruçlarının sahte olduğunu, Sağlık Bakanı Osman Durmuş da hastanelere kaldırılan mahkûmların sağlık durumunun iyi olduğunu ifade ederken dönemin Başbakanı Bülent Ecevit ise IMF için hapishaneleri sağaltmak durumunda kaldıklarını dile getiriyordu.

Yıllardır zihnimden çıkmayan ve içimi durmadan deşip duran şey ise bir kadının görüntüleri. “Diri diri yanıyoruz!” çığlıkları atan Hacer Arıkan, yıllar sonra operasyon davasının 23 Kasım 2010’da görülen duruşmasında, 38 askerin sanık koltuğunda bulunduğu mahkeme salonunda kurşunların, kurbanların bedenlerinden, atış mesafesi ve kullanılan silah tipi belli olmasın diye bıçakla kazınarak alındığını, o sırada kimilerinin ölü, kimilerinin ise hâlâ diri olduğunu, cezaevindeki odalarında tavandan sarkıtılarak içeri atılan kimyevi bombaların ve yakıcı maddelerin onları nasıl etkilediğini anlatıyordu.

Operasyondan sonra açılan 10 kadar davadan ikisi mahkûmların aleyhine sonuçlandı. Dördü zaman aşımından bitti; tutuklular ve jandarmaların birlikte yargılandığı bazı davalar ise beraatla sonuçlandı. Terhis olmuş erlerin sanık olduğu bu davalarda; hiçbir subay hâkim karşısına çıkmadı. Bayrampaşa’da jandarma, sorumlu olarak, çatışmada şehit olan bir askeri gösterdi; Ümraniye Davası’nda 267 sanık jandarmadan yalnızca 94’ünün ifadesi alınabildi. Subaylar yargılanmadıkları gibi önce mahkemeler, sonra savcılıklar oyalandı. Operasyonun ardından öldürülenlerin kurşun yaralarıyla oynandığı ve delillerin yok edildiği iddialarının araştırılmasında mesafe tam anlamıyla kaydedilemedi. Operasyonda saldırıya uğrayan pek çok mahkûm ve yaşamını yitirenlerin ailelerinin AİHM’de açtığı davalar sonucunda AİHM Türkiye’yi yaşam hakkını ihlal ettiği, işkence ve kötü muamele yasağına uymadığı ve etkin soruşturma yapmadığı gerekçesiyle mahkûm ettiyse de adaleti kalmayan Türk Hukuk Sistemi, “Hayata Dönüş Davası”nda, hayata dönmeyi beceremedi.

Aradan geçen 14 yılda, pek bir şey değişmedi; özellikle siyasi suçlardan cezaevine girenlerin konulduğu F tiplerine protestocu öğrencilerden, gazetecilere, siyasetçilere kadar pek çok kişi konuldu. Mahpusların, telefonu kullanmak ve aileleriyle görüşmek gibi en temel haklarının bile keyfi kurallara bağlandığını, mahkûmların çırılçıplak soyularak oyluk aramalarının yapıldığını, Türkiye’deki cezaevlerinin sağlıklı girilip, hasta, hatta tabutla çıkılan yerler olduğunu bilmeyen kalmadı. Erbakan’a ev hapsi verenler, ölümcül hastaları tahliye etmedi. Oysa tutuklu kişi; özgür bir insanın tüm sağlık haklarına sahiptir ve cezaevinde olmak cezaevinde ölmek demek değildir.

“Adam gazetede, dini konulardaki uzman kişiye sormuş: ‘Üç cumayı kaçırdım, bu durumda nikâhım düşmüş oldu mu?’ Muhteşem bir soru, adam her şeyi aşmış, kendini çözmüş, yaşama nedenini bulmuş, dünyayı halletmiş, ahret hesabını yapıyor, biz nelerle uğraşıyoruz?” (s.42) “Gericilik yüzyıllardır bu toprakları kemiren bir köstebek, bir bela, bir felaket.” (s.57) diyerek sitem eden “Felç” adlı romanın kahramanı Bolay Demir de, 24 yaşındayken 19 Aralık 2000’de sabahın beşinde Bayrampaşa Cezaevi’nde silah sesleriyle yataktan nasıl fırladığını, devletin “şefkatli eli”nin yanık et kokusu, insan kokusu, çığlıklar eşliğinde beline isabet eden kurşunla kendisini hayata nasıl döndürdüğünü anlatıyor. Cezaevinden Wernicke- Korsakoff sendromu nedeniyle felçli olarak çıkan Bolay, yattığı yerden TV’ye bakarak Türkiye’den manzaralar dile getiriyor. Cehaleti, kravatlı hırsızları, patates gibi yaşayıp hayatı salt seyre dalanları eleştiriyor, “Sizin hiç suçunuz yok mu?” diyerek hesap soruyor. Yazar, işkencecinin / sorumlu kişinin vicdanının sızladığını betimlese de ben bunu fazlaca abartılı buldum, çünkü bile isteye savunmasız birinin canını yakan, insan değildir.

F tipi cezaevlerinin mimarlarından olan ve “Hayata Dönüş Operasyonu” sırasında Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürlüğü görevinde bulunan Ali Suat Ertosun’a 2004 yılında AKP hükümeti kararıyla Devlet Bakanı Cemil Çiçek tarafından “Devlet Üstün Hizmet Madalyası” verilmişti. AKP hükümetinin adalet, tevkif evleri ve özellikle çocuk cezaevleri konularındaki icraatlarını umursamayarak Eylül 2013’te ise yine aynı Çiçek, her cezaevinin akıbetinin Ulucanlar Cezaevi Müzesi gibi olması temennisinde bulunup Altındağ Belediyesi’nce restore edilen Ulucanlar Cezaevi Müzesi’ni törenle açmıştı. Kahramanımız Bolay ise gazetede “Bayrampaşa Müze Oldu” başlıklı haberi okuduğunda içine dolan üzüntüyü tarif etmekte bakın nasıl da zorlanıyor: “Nice yaşamlar kararmıştı, nice hayaller gömülmüştü orada, müze bunları sergileyebilecek miydi? Bu kadar kolay mıydı? Müzede neler sergilenecek? Nelerin sergileneceğine kim karar verecek? (…) Ben neyin sergilenmesini isterdim? İlk anda aklıma pis bir tuvaletin aynen korunması geliyor ama iğrenç olur. (…) Belki pis bir tuvalet diğer iğrençliklerin yanında hem çok masum hem de çok temiz kalıyor.” (s.87)

O günleri anımsayın tekrar. Diri diri yakılanların, Hacer’in, roman kahramanımız Bolay’ın hikâyelerini okuyun. Bu devlet bu günahların bedelini nasıl ödeyecek? Bolay “Yüzyıllardır sessizsiniz, korktunuz, sindiniz. Ezildiniz ama ezene karşı çıkmadınız, taptınız. Ağaların sömürüsüne, dil dahi uzatamadınız.” (s.45) derken biz tanık olduğumuz bunca vahşete susmanın bedelini nasıl ödeyeceğiz?

Öznur Özkaya
http://ilerihaber.org/, 18-12-2014

KÜNYE: Felç, Turgay Yılmaz, Yitik Ülke Yayınları, Kasım 2014, 112 sayfa

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir