Skolastik köhneleşme

Yaralı BilinçYeryüzünün eski uygarlıkları, özellikle Asyalı büyük kültürler 17. ve 18. yüzyıllardan itibaren yaratmaz·olurlar. Bu iki yüzyıl, dünya tarihinde bir geçiş dönemi olmuştur. 17. yüzyıl yenilik olarak Dekartçı yöntemin hakimiyeti altında olurken, 18. yüzyıl Aydınlanma ve eleştiri çağı olmuştur. Metafizik ikicilik de ön:gür vicdanın özel alanı ile mutlakiyetçi iktidarın kamusal alanına siyasal olarak yansır. 18. yüzyılda iktidarı denetleme sırası özel alana gelecek, ahlakı siyayetle zıtlaştıran diyalektik çelişkiler gözler önüne serilecektir. Buradan da bunalım fikri çıkacak ve iktidarı ahlaksallaştırma denemeleri bilinen devrimler ideolojisine varacaktır.

Bütün bu hareketler, ilk başlardaki hamlelerinin rotasında ilerleyen Asyalı uygarlıkların gözünden kaçmıştır. Yaratıcı hamleleri soluksuz kalmaya başlamış ve tam da dünya tarihini yerinden oynatan bu büyük altüst oluşların şafağında durmuştur; üstelik Asyalı uygarlıklar, 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar bu altüst oluşların direnmişlerdir.

Örneğin İslami düşüncenin büyük sentezi, İran’da 17. yüzyılda Safavi hanedanı (1501-1722) sırasında nihayetine ermiştir. Aynı yönde giden birçok akımın, çok güçlü bir sentezin potasında kesiştiği, birbirine karıştığı ve yekvücut olduğu Molla Sadra Şirazi’nin (1571-1640)4 göz kamaştırıcı doktrin yapısı ve İsfahan Okulu’nun yeniden doğuşudur bu Sadra Descartes’ın çağdaşıdır; Sadra birkaç yüzyıllık bir hareketi nihayetine erdirip İslami metafiziğin zaten görkemli yapısına son taşı eklerken, Descartes geçmişi kısa devreye uğrayıp yenilik yapmakta ve insanı evrenin kurucu mercii kılacak yeni yollar açmaktadır. İran’da, o günden bugüne kadar düşüncedeki bütün gelişmeler Sadra’nın eseri üzerine yorumlardan başka bir şey olmayacaktır; Sadra’nın eserinin metafizik kapsamı hiçbir zaman aşılamayacakur. Çünkü gotik bir kubbe gibi diklemesine yükselen bu kaynaşmadan sonra her tür yenilik, ancak İslami teolojinin temel ilkelerinden kopmayla oluşabilir. İnsanın dinsel bakış açısı da, kendini reddetmeden buna hoşgörüyle yaklaşamaz. Bundan dolayı düşüncede bir yığılma meydana gelmiş ve düşünürden düşünüre “peygamberce felsefe”nin çemberi içinde sınırlı bir yenilenme yaşanmıştır ki bu da skolastik köhneleşmeye yol açmıştır. 18. yüzyılın sonundan itibaren hissedilmeye başlanan ve 19. yüzyılda artan Batı etkisi yeni fikirler çıkardıkça (çoğunlukla toplumsal ve siyasal) ve Asyalı uygarlıklar bu meydan okumaya cevap vermekte zorluk çektikçe, köhneleşme daha da göze batar olmuştur. Gitgide daha saldırganlaşan düşünce biçimlerinin kuşatması altında olan bu uygarlıklar kenara itilip içlerine kapanırlar; bu sırada bireyler, toplumsal olarak atadan kalma davranıştan taklitçi bir şekilde yaşayıp yeniden üretirler ve kendilerini çevreleyen dünyada değişen gerçekliklerle gitgide daha az çakışan, tedavülden kalkmış düşünce şemalarıyla düşünürler.

Neredeyse üç bin yıl boyunca büyük metafizik yapılar ve görkemli düşünce mabetleri yaratan Hint Uygarlığı’nın soluğu 17. yüzyıla doğru, tıpkı İran düşüncesi ya da Çin kültürü gibi kesilmeye başlar. Hindistan, Asya bağrındaki uygarlığın gerçekten de en göz kamaştırıcı odaklarından biri olmuştur. Eski Yunan’ın Batı’da oynadığı rolü, Hindistan Asya’da oynamıştır. Hinduizm sürekli yayılarak, Brahman ortodoksluğunun kıyısından doğan tüm felsefi değişimleri, tüm yeni fikirleri içine almıştır. Sonuçta hepsini koca potasında eritmiştir; Veda’lann kutsal otoritesini reddedip, Hinduizme girme hakkını kaybeden Budizm ve Caynacılık dışında. Hint dehasıının en evrensel eserlerinden biri olan Budizm ise özellikle bir ihraç dini olmuştur. Hıristiyan Çağ’ dan önce 6. yüzyılda Buda’nın tutuşturduğu bilgelik meşalesi Asya kıtasının büyük bir bölümünü aydınlatmış, bütün Uzak Doğu’ya Hint Uygarlığı’nın temel kategorilerini sokmuştur; karşılaştıkları en az kendileri kadar göz alıcı uygarlıklarla temas sırasında bu kategoriler şaşırtıcı başkalaşımlara ve olağanüstü sentezlere uğramıştır.

S. Radhakrişnan Hint felsefesini şu dönemlere ayırır: 1.) Veda’lar dönemi (İ.Ö. 1500-600); 2.) Destanlar dönemi (İ.Ö. 600-İ.S. 200); 3.) Sutra’lardönemi; 4.) 17. yüzyılda son bulan skolastik dönem. Vedalar döneminden skolastik dönemin sonuna kadar (yani üç bin yıldan fazla bir süre), başlangıçta Veda’ların mitolojik ezgileriyle iç içe geçen, sonra Brahnuına’lann katı kurban doktrininde donuklaşan ve Upanişadlarda yeniden parıltılı bir hamleyle sıçrayan bir dünya görüşünün sürekli zenginleşmesine tanık oluruz. Hindu geleneğine göre Veda döneminin Upanişad’ları, ormanların sessizliğine çekilip metafizik deneylerini yüksek düzeyde batıni lesoıeriquel ayetler biçiminde tasvir eden eski zaman Rişi’lerinin (kahinlerinin) eserleridir. Bu metafizik deneylerde düşünce, ilk nedenlerin sorgulanışıyla uyanmakta; kurban ritüeli, insan nefesini en yüce duaya dönüştürerek içselleşmekte; insan ve evrenin özdeşleşmesi denklemiyle (Bu Sensin [tat tvam asil) dile getirilen mutlaklık arayışı, saplantılı demeyelim de, baş döndürücü bir boyuta ulaşmaktadır.

En cüretkar ve en heterodoks doktrinler, Brahman ortodoksluğunun kıyısında ve ona karşı, özellikle savaşçılar kastı (kşaıriya) içinde doğar: kimisi Veda’ların otoritesini sorgular, dünyanın son temelini inkar edip, yerine, Budizm’de olduğu gibi boşluğu koyar; kimi Caynacılık gibi kesinlikle göreci bir mantık kurar; kimi samkhya gibi ikici bir kozmoloji öğretisi geliştirir; kimi de Vişnu (Vasudeva Krişna) ya da Şiva (Paşupati) ayinleri düzenler -Vişnu ve Şiva, Vişnuizm ve Şivaizm doktrinlerini doğurmuşlardır-; kimisi de her tür aşkınlığı inkar eder ve carvaka ile lokayata materyalistleri gibi duyumsanabilir gerçekliğin dışında hiçbir şeyi kabul etmez.

En heterodoksları dışında tüm bu doktrinler, Vişnu’nun Krişna biçiminde vücut bulmasıyla, Bhagavad Güa’daki samkhya-yoga doktrini gibi çok gelişmiş felsefi ve teolojik öğretilerin birbirlerine karıştığı büyük Mahabharaıa destanında ortaya çıkmışlardır. Bu büyük destan, daha sonraları yazılarda şaşırtıcı bir özlülükle kaideleştirilecek olan tüm fikir ve inançların ansiklopedisini oluşturur.

Brahmanizm tarafından kabul gören tüm düşünce ekolleri, Suıra’lar olarak adlandırılan, hafızada tutmaya yönelik çok kısa ve yoğun formüller halinde sabitleştirilecektir. Bundan da Suıra’lan yorumlama eğilimi çıkmıştır, yorumlar üzerine yorumlar yazılmış, sonra da yorumların yorumları üzerine yorumlar yazılmıştır. Çoğu zaman usanç verici ama büyük bir teknik kesinliği olan bütün bu yorum literatürü skolastik dönemi oluşturur. Hindu tarafında Shankarn, Ramanuca, Vaca’>pati Mishra, Vicnana Bhikshu gibi büyük yorumcu-düşünürlerin, Budizm tarafında da Nagarcuna, Ashvaghosha ve de Budaghosha gibi cüretkar düşünürlerin ortaya çıkışına tanık olunmuştur. Bu dönem, bir tür parıltılı gotikle göğe yükselerek uygarlıklar tarihinde eşi görülmemiş bir mimari yapıyı tasarlayan Hint düşüncesinin olağanüstü gelişimine tanık olacaktır, ama bu yapı kendi ağırlığı altında ezilecektir. Öyle ki, 17. yüzyıldan itibaren Hinduizm soluksuz kalmaya başlayacak, tekleyecektir. Artık bir şey yaratılmamaya başlanacak, tekrar ve özentilik yaygınlaşacak, sonunda da köhneleşme gelecektir.

Bununla birlikte, yukarıdaki gelişmeye paralel olarak, çok önemli bir başka zihinsel olay özel bir parıltıyla dikkatleri çekecektir: Özellikle Moğol hanedanı döneminde Hindisıan’la İslam’ın ilişkileri. Timur’ un soyundan gelen Kabil Hükümdarı Babür 16. yüzyılda Lodi hanedanına son verip, 1556’da ünlü Moğol İmparatorluğu’nu kurar. Babür’ün torunu Ekber’le birlikte Hindistan’ın yakın tarihindeki en saygın çağ başlar.

Birçok nedenden ötürü Hint-İslam ilişkilerinin altın çağı olarak değerlendirilen Ekber’in hükümdarlığı sırasında (1542-1605) büyük biredebi faaliyet dönemi başlar. Moğollar’ın İslami kültürü özellikle Fars dilinde yazılmıştır. Farsça, yönetimin resmi dili olmanın dışında, düşünce ve dinin tüm kültürel değerlerini de iletmiştir; öyle ki Moğol hükümdarlarının sarayı, İran’daki Safaviler’in dini fanatizmine maruz kalan İranlı şairler, ressamlar ve düşünürler için, kültürel yabancılık çekmeden girebilecekleri ayrıcalıklı bir sığınak olmuştur. Üstelik Farsça 1857’ye kadar (büyük isyan -“Mutiny”-) resmi dil olarak kalacaktır; 1858 kararıyla Hint altkıtası İngiliz Kraliyeti topraklarına katılacak ve bütünüyle sömürgeci tarzda bir İngiliz yönetimi başlayacaktır. Moğol Çağı’nın en önemli eserlerinden biri, Sanskrit klasiklerinin Farsça’ya çevrilmesi olmuştur; bu çalışmalar, Yunan metinlerinin önce Süryanice sonra da Arapça’ya çevrilmesi ya da 12. yüzyılın ortalarında Arap metinlerin’n Toledo’da Latince’ye çevrilmesi kadar önemli bir olaydır.

Dönemin en iyi beyinlerinin katıldığı gerçek çevirmen ekipleri oluşmuştur: “Şairlerin Prensi” Ebu’I Feyz, kardeşi bakan ve tarihçi Ebu’! Fazl, vb .. Maluıbharaıa, Ramayana, Bhagavad Giıa, Aıharvaveda, Pancaıantra ve birçok başka eser çevrilmiştir. Bu bağdaştırmacı zihniyet Ekber’in halefi Cihangir (1569-1627) döneminde sönükleşir, ama büyük büyükbabası gibi Brahmanizm ve karşılaştırmalı din araştırmalarına canlı bir ilgi gösteren Veliaht Dara Şükuh zamanında son parlak dönemini yaşar. Dara tarafından girişilen Sırr-e Ekber (En Büyük Sır) adı verilen elli Upanişad çevirisi dizinin baş eseridir ve en büyük etkiyi o yaratmıştır.

Dara’nın eserleri (1651-59) Hindistan’da iki büyük dini Brahnanizm’le İslam’ı uzlaştırma çabalarının hem doruk noktasına hem de gerilemesine rastlar. 10 Eylül 1659’da fanatik kardeşi Evrengzib tarafından öldürülen Dara’nın trajik sonu, iki dini cemaat arasındaki uzlaşma düşlerine de son verir ve bu başarısızlık 20. yüzyılda Pakistan-Hindistan ayrımıyla son bulur. 17.yüzyıldan itibaren Hint Tarihi altkıtanın İngiliz İmparatorluğu’na ilhakıyla sonuçlanacak bir başarısızlıklar dizisi olmuştur.

Çin’e gelince, o da 16. ve 17. yüzyıllardan itibaren tükenme işaretleri vermektedir. Çin tarihinin büyük dönemleri yaklaşık dört bin yıl üzerine yayılır: Hsia hanedanından (İ.Ö. 2207-l 766) Çing dönemi ÇinMançu hanedanına (İ.S. 1644-1911) kadar uzanır; arada (yalnızca birkaç örnek verirsek) Çou hanedanı (İ.Ö. 1121-256) -bu hanedan sırasında l.ö. 7. ve 8. yüzyıllarda Lao Zi ve Konfüçyüs ortaya çıkmışlardır-, Han hanedanı (İ.Ö. 206-İ.S. 220), Tang hanedanı (618-907), Song hanedanı (960-1127), Yuen hanedanı (1272-1367) ve Ming hanedanı (1368-1645) hüküm sürmüşlerdir. Çin kültürünün doruk noktası olarak değerlendirilen Tang Hanedanı, imparatorluk metropolleriyle ve kültürünün yayılma gücüyle Çin’i Asya’nın büyük bir gücü haline getiren bir birleşme dönemi olmuştur; ayrıca Çin’deki üç büyük din olan Konfüçyüsçülük, Taoizm ve Budizm’in uzlaşma dönemi olmuştur; aynı zamanda şiirin (Li Po, Tu Fu) ve mimarinin (Langman mağaralarındaki dev Buda 676’da bitirilmiştir) geliştiği bir dönem de olmuştur; oysa Mançu döneminin son Çin hanedanındaki durum böyle değildir. Çing hanedanının hüküm sürdüğü dönem, tersine, büyük derlemeler çağı olmuştur: ansiklopediler ve edebi diziler. Biriktirilen her şeyin bilançosunu çıkarmaya, geçmişin modelleriyle kendini karşılaştırmaya, kaideleşmiş metinleri ağırlaştıran ve aldatıcı olduğu varsayılan yorum katmanlarını birer birer kaldırıp atarak kaynaklara inmeye koyulunur. Tang’ları ve Song’ları taklit eden şiir ilham eksikliği çeker ve bilgiçlikle karışık ukalalık yoluyla, okuyanları şaşırtma kaygısındaki derin bilgiçlikle arasında bir oyun haline gelir. Bu dönemin genci eğilimi bundan ötürü yeniden doğuş olacaktır, bir de Ming hanedanının sonundan itibaren Cizvit misyonerleri aracılığıyla Batı etkisi kendini hisssettirmeye başlayınca bu kaçınılmaz olur. Çinliler bu dönemde hem üzerlerinde hiçbir bilgiye sahip olmadıkları eşi görülmemiş tekniklerin, hem de bu tekniklerin ardında yatan dini doktrinin saldırısına maruz kalmışlardır. Daha Ming döneminde (13681644) bile kaynaklara dönüş moda olmuştur; şiir ve düzyazı, geçmişteki ustaları taklit etmeye koyulur ve şair Li Meng Yang (1472-1529) Han-sonrası edebiyatı reddederek eskiye dönüşü göklere çıkarır. Edebiyatın yeniden doğuşu konusunda J.-P. Dieny şöyle yazmaktadır: “Mançu dönemindeki geçmişi yeniden yaşatma eğilimi, tüm sanatlarda olduğu gibi edebiyat eserlerinde de hissedilir. Güzel yazma sanatında geçmişteki bütün tarzların, bütün üslupların ardı ardına yeniden ortaya çıktığı görülür; ama bunların hepsi yüzeysel ve kısır taklitler değildir, Çing dönemi yazarları bu tarzların çoğunda benzeri pek görülmeyen bir kusursuzluğa varmakta ve kendilerini özgün bir şekilde ifade etmektedirler”

Bütün alanlarda gözlemlenen yeniden doğuşa rağmen bu dönemin Çin düşüncesi yaratıcı olmamıştır; tabii Tang dönemindeki yaratıcılığıyla karşılaştırıldığı zaman. Kaynaklara dönüşün ve fazla yer işgal eden bir geleneğin sorgulanması olmuştur yalnızca; bu da, düşünürlere göre, kökendeki şeffaflığı bulanıklaştırmıştır. Bundan dolayı Hui Dong (1697-1758) kaideleşmiş metinleri daha iyi tanımak için Budizm öncesi ve Taoizm’in uyanışı öncesi Han hanedanı yorumlarına geri dönmek gerektiğini belirtir; Han ekolünün adı da (yorum) buradan gelir. Eleştiri, yanlış yorumların kabuğu içindeki mücevheri daha iyi ortaya çıkarmak için geleneği çökertir. Ama yenilik yapmaz, yeni bir düşünce çağı ya da bakış değişikliği çağı açmaz. Modem zamanlarda Batı’yı altüst eden dünyanın sekülarizasyonuna ya da paradigma değişimine varmaz. Gu Yanvu ile Luther, muhalif ve liberter şair Yuan Mei (171698) ile Voltaire10 arasındaki benzerlik bu noktada son bulur. Bütün özgünlüklerine karşın bu eleştirmenler, Aydınlamacılar’ın 18. yüzyılda başlatuğı Eleştiri hükümdarlığını başlatamazlar. Çin Welıanschauung’ undan [dünya görüşü] koparak epistemolojik bir dönüşümü de gerçekleştiremezler, çünkü hedefleri geçmişin ilkel görüşünü yeniden bulmaktır. Bu eleştiriler daha ziyade, binlerce yıl boyunca kültürel kaideler içinde billurlaşan Çin ruhunun yaratıcı hamlesinin nihayetine erdiğini ve geçmişle kopma gerçekleştirmiş hiçbir yeni görüşün onun yerine geçmediğini gösterir. Öyle ki, bu yeniden doğuş hiçbir zaman yeni çağların modernliğine varmamıştır.

Daryush Shayegan
YARALI BiLiNÇ / Geleneksel Toplumlarda Kültürel Şizofreni
Çeviren: Haldun Bayrı
Metis Yayınları

KESİNLİKLE BU KİTABI OKUMANIZI ÖNERİYORUZ.

İçindekiler
1. Bölüm ÇATLAMA
1. Aynı zamanda bir başlangıç da olan bir sona ertelenmişlik
10
II. Tarihte “tatil”
20
III. iki örnek: Çin ve İslam dünyası
24
iV. Kimlik kaybı korkusu
30
2. Bölüm ONTOLOJİK UYUMSUZLUK
1. Gerçek hep başka yerde
40
II. Skolastik köhneleşme
45 IIL Paradigma değişimi
52
iV. İki paradigma arasında çelişki zamanı
58
3. Bölüm ÇARPIKLIKLARIN ALANI
I. Fikre “geç kalmış” bir bilinç
66 Il. Yamanın iki yüzü: Batılılaşma ve İslamileşme
85
III. Mekan-dışı bir dünya
111
4. Bölüm ÇARPIKLIKLARIN TOPLUMSAL ZEMİNİ
1. Entelektüeller
134
II. İdeologlar
155
III. Teknolmıtlar
163
iV. Tanrı stratejisi uzmanları

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir