Slavoj Žižek: “Feci Ama Ciddi Değil!”

antroposene-hosgeldinizBirinci Dünya Savaşı’nın ortalarında bir zaman, Alman ve Avusturya ordu karargahları arasında cereyan eden bir telgraflaşmaya dair (muhakkak ki, sonradan uydurulmuş) bir anektod nakledilir. Almanlar, “Bizim cephede durum ciddi, ancak feci değil,” diye bir mesaj gönderir; Avusturyalılar da cevap verir: “Bizim cephedeyse durum feci, ama ciddi değil.”

Çoğumuz, en azından gelişmiş ülkelerde yaşayanlar, içinde bulunduğumuz global felakete gittikçe bu gözle bakmıyor mu? Hepimiz, eli kulağındaki –ekolojik, toplumsal– yıkımın farkındayız, ama bu yıkımı ciddiye alamıyoruz, bir türlü. Psikanalizde bu tutuma fetişist yarılma denir: Gayet iyi biliyorum ki … (ama inanmıyorum). Böylesi bir yarılma, gördüğümüz, işittiğimiz şeyi yok saymamıza neden olan ideolojinin maddi gücünün de açık bir göstergesidir.

Peki, böyle durum niçin ortaya çıkar? Bir kural olarak, söz konusu yarılma, şeyler bir sıfır noktasına yaklaştığında ortaya çıkar – Ed Ayres’in tanımı şöyle: “Kolektif deneyimimizin öylesine katıksızca dışında kalan bir şeyle karşılaşıyoruz ki, orta yerde tartışılmaz delilleri bile olsa, o şeyi görmüyoruz, artık. Bizim durumumuzda bu ‘bir şey’, bizi yaşatan Yeryüzü üzerindeki muazzam biyolojik ve fiziksel başkalaşmaların bombardımanıdır.” Ayres, jeolojik ve biyolojik katmanda, asimptotik bir fonksiyonu takiben sıfır noktasına yaklaşan dört adet “ani voltaj yükselmesi” (ivmeli hareket) sıralıyor. Söz konusu sıfır noktasına ulaştığında nicel genişlemesi, kendi tükenme noktasına da ulaşacak ve bir başka niteliğe dönüşmek zorunda kalacak dört ivmeli hareket: nüfus artışı, kaynakların tüketilmesi, karbon gazlarının emisyonu, türlerin kitlesel olarak nesillerinin tükenmesi. Bu tehditle başa çıkabilmek için kolektif ideolojimiz, örtbas etme ve kendini kandırma mekanizmalarını seferber ediyor, hem de olup biteni iradi olarak ve dolaysızca yok sayma noktasına varıncaya dek: “Tehdit altındaki insan toplumlarının genel bir davranışsal örüntüsü de, başarısızlığa uğradıkça, krize daha bir odaklanmak yerine at gözlükleri takmaktır.” Feci, ama ciddi değil…

Peki, sıklıkla, özellikle de bir felaket başgösterdikten hemen sonra, duyageldiğimiz kıyametçi sesler var – bunlar ne olacak? Buradaki temel paradoks, aşırıya kaçan kıyametçiliğin (şu dünyanın sonu yakın mantrası) bir savunma şekli, gerçek tehlikeyi ciddiye almaktansa onu karartmanın bir yolu olmasıdır. Bu nedenledir ki, bizi eli kulağındaki tehdit konusunda ikna etmeye çalışan bir çevreciye verilecek en iyi karşılık, umutsuz iddialarının gerçek hedefinin kendi inançsızlığı olduğunu söylemektir – öyleyse, ona “Boşuna kaygılanma, felaketin gelmesi zaten kaçınılmaz!” makamında bir cevap vermeliyiz. Felaket gerçekten de geliyor – olmaz dediğimiz şeyler her bir tarafta vuku buluyor. Bunu tespit etmenin yolu, imkansızın normalizasyonu mekanizmasına odaklanmaktır, ki bu da devlet güçlerinin ve sermayenin kutuplardaki buz tabakasının erimesi gibi ekolojik tehditlere karşı tutumunda açık seçik görülebilir. 27 Ocak 2008’de büyük medya, Boulder’daki (Colorado) Ulusal Kar ve Buz Data Merkezi’ndeki bilimcilere referansla, Kuzey Buz Denizi’nin tahmin edilenden çok daha hızlı eridiğini bildirdi: Kuzey Kutbu bu yılın Eylülünde tamamen buzdan arınmış olabilirmiş. Yakın zamanlara kadar benzer haberlere verilen tepki, ağırlıkla, afet tedbirleri alınması için yapılan malum çağrılardan oluşurdu: Hayallere sığmayacak bir felaket yaklaşıyor, derhal bir şey yapmazsak bir daha hiç yapamayacağız… Ancak son zamanlarda, bizi global ısınmaya daha bir sıcak bakmaya davet eden sesler duymaya başladık. Bize, kötümser tahminleri, daha dengeli bir bağlama yerleştirin, deniyor.

Doğru; iklim değişikliği, kaynak rekabetini artıracak, sahil bölgelerini su altında bırakacak, arktik bölgelerdeki sürekli donu eriterek altyapıyı tahrip edecek, bölgenin hayvan türlerini ve yerli kültürlerini strese tabi tutacak, bunlara ek olarak etnik şiddet, sivil kargaşa ve yerel çetelerin hakimiyeti gibi sonuçlar yaratacak. Ancak şunu da akılda tutmak gerekiyor ki, iklim değişikliği, yeni bir kıtanın şimdiye dek gizli kalmış hazinelerini de açığa çıkaracak, kaynaklarını ulaşılır kılacak, topraklarını insan yerleşimine uygun hale getirecek. Çok değil bir yıl içinde, şilepler kestirme bir kuzey rotasından yararlanabilecek, böylelikle yakıt tüketimi ve karbon emisyonlarında düşüş olacak… Zaten büyük iş çevreleri ve devlet güçleri yeni iktisadi fırsatların peşinde koşmaya başladı bile. Tabii bu fırsatların konusu, sadece (ve hatta başlıca) bir “yeşil endüstri” kurmak değil, basit ve dolaysız bir biçimde, iklim değişikliğinin açığa çıkardığı tabiat parçalarının sömürülmesi. Daha düne kadar global ısınmanın yarattığı korkulara, bunlar eski Komünistlerin soyunduğu bir çeşit kıyametçi korku tellallığı, ya da en azından, yetersiz bulgulardan çıkarılmış prematüre sonuçlar diyerek burun kıvıran; bize, paniğe mahal yok, temelde her şey aynı kalacak diye güvenceler veren aynı politikacı ve idareciler, bugün birden bire, global ısınmaya basit bir olgu, “her şeyin aynı kalmasının” bir şekli muamelesi yapmaya başladı. Temmuz 2008’de CNN “Grönland’ın Yeşillenmesi” adlı bir haberi tekrar tekrar göstererek buzun erimesinin Grönlandlılar için yarattığı fırsatları göklere çıkarttı – daha şimdiden açıkta sebze yetiştirebiliyorlarmış, falan… Bu haberdeki utanmazlık, global bir felaketin minnacık bir yararına odaklanmasından ibaret değil; bunun üstüne tüy dikmek üzere haber, gündelik dilde “yeşil” kelimesinin taşıdığı ikili anlamdan (nebatat anlamında “yeşil” ve çevreci kaygılar anlamında “yeşil”) istifade ederek global ısınma nedeniyle Grönland topraklarında daha fazla sebze yetiştirilebiliyor olmasını ekolojik bilincin yükselmesiyle ilintilendirmektedir… Bu türden fenomenler, Shock Doctrine adlı eserinde global kapitalizmin, felaketleri (savaşlar, politik krizler, doğal afetler) “eski” sosyal kısıtlardan kurtulmak ve felaketin sildiği karatahtaya kendi yeni gündemini yazmak için istismar ettiğini söylerken, Naomi Klein’in ne kadar haklı olduğunu göstermiyor mu?1 Kim bilir, belki de eli kulağındaki felaketler, kapitalizmin kuyusunu kazmak şöyle dursun, ona ivmelerin en büyüğünü kazandıracak.

Böylelikle, ufukta da yeni bir Soğuk Savaş’ın hatları belirmeye başlıyor – bu kez, bu savaş, sözün bildik anlamıyla, son derece soğuk koşullarda verilecek. 2 Ağustos 2007’de bir Rus ekibi, Kuzey Kutbu’ndaki buz tabakasının altına içinde bir Rus bayrağı taşıyan bir titanyum kapsül yerleştirdi. Rusların Arktik bölgeler üzerindeki işbu hak iddiasının altında yatan, ne bilimsel amaçlardır ve ne de politik ve propaganda amaçlı bir gövde gösterisi. Bu hareketin gerçek amacı, Arktik bölgelerdeki dev enerji hazinelerini Rus-ya’ya kazandırmaktır: bugünkü tahminlere göre, dünyanın el dokunulmamış petrol ve gaz rezervlerinin neredeyse bir çeyreği Arktik Okyanusu altında yatmaktadır. Rusya’nın hak iddiasına, muhtemelen, Arktik bölgelere sınırı olan şu dört ülke itiraz edecektir: ABD, Kanada, Norveç ve (Grönland üzerindeki egemenliği nedeniyle) Danimarka.

Bu tahminlerin doğruluğunu kestirmek mümkün gözükmese de, bir şey kesin: Cereyan etmekte olan, sıradışı bir sosyal ve psikolojik değişimdir – imkansız mümkün hale gelmektedir. Önceleri imkansız ancak gerçek olmayan bir olgu diye yaşantılanan (ne denli olası olduğunu bilsek de gerçekleşeceğine inanmadığımız ve böylelikle imkansız diye görmezden geldiğimiz ama yaklaşmaya devam eden felaket ihtimali), şimdi, gerçek ancak artık imkansız olmayan bir nesne haline gelmiştir (felaket bir kere vuku buldu mu, “yeniden-normalize” edilecek, dünyadaki normal akışın parçası olarak, daima ve zaten mümkün bir nesne olarak algılanacaktır). Bu paradoksları mümkün kılan şey, bilgi ve inanç arasındaki açıklıktır: Ekolojik felaketin mümkün, ve hatta muhtemel, olduğunu biliyoruz; ancak gerçekten vuku bulacağına inanmıyoruz.

Peki bugün, gözlerimizin önünde cereyan eden şey işbu felaketin ta kendisi değil de ne? Bir on yıl önce, işkence ya da neo-Faşist partilerin Batı Avrupa hükümetlerinde boy göstermesi imkansız bir etik facia olarak, “gerçekten olamayacak” bir şey olarak akıllardan uzak tutulurdu; ama bir kere vuku bulduktan sonra derhal bunlara alıştık, onları aşikar olaylar olarak algılamaya başladık. Ya da 1992’den 1995’e dek süren meşum Saraybosna kuşatmasını hatırlayalım: Yarım milyon nüfuslu “normal” bir Avrupa şehrinin kuşatılması, açlığa mahkum edilmesi, düzenli olarak bombalanması, şehirde yaşayanların keskin nişancıların açtığı ateşle terörize edilmesi, …ve bütün bunların üç yıl sürmesi, 1992’den önce, muhakkak ki, hayal edilemeyecek şeyler olarak görülürdü. Ne de olsa, Batılı güçler için kuşatmayı kırmak ve şehre ulaşmak üzere küçük, güvenli bir koridor açmak son derecede kolay bir işti. Kuşatma başladığında, Saraybosna’da oturanlar bile, bunun kısa sürecek bir olay olduğunu düşünmüş, çocuklarını “bu rezalet sona erinceye dek, bir ya da iki haftalığına” güvenli bir yerlere göndermeye çalışmıştı. Ve sonra kuşatma, büyük bir hızla “normalize” edilmişti…

Bu kaymada yitip giden şey, felaketin gizlediği tüm beklenmedik tuzaklarla birlikte bizzat olup bitenin gerçek anlamıdır.

İçinde bulunduğumuz tatsız durumun paradokslarına bir örnek de, bizzat çeşitli ekolojik tehditlere karşı aldığımız önlemlerin kutuplardaki ısınmayı artırabileceğidir: Ozon deliği, Antarktika’nın iç bölgelerini global ısınmadan korumaktadır. Böylelikle, eğer ozon deliği onarılabilecek olursa Antarktika da Yeryüzü’nün geri kalanını etkisi altında bulunduran ısınma kervanına katılmış olacaktır… En azından bir noktadan eminiz: Son birkaç on yıl içinde postendüstriyel toplumlarda “entelektüel emek”in hakim rolünden söz etmek modaydı – ancak şimdilerde, maddiyat, yakın zamanda kıtlaşacak kaynaklar için verilen savaştan (besin, su, enerji, mineraller, …) çevre kirliliğine kadar, tüm tutumlarıyla ve öç alırcasına otoritesini yeniden tesis etmektedir.

Öyleyse, global ısınmanın yarattığı tüm olanaklardan şüphesiz ki istifade etmemiz gerekmekle birlikte, dev bir sosyal ve doğal felaketle karşı karşıya olduğumuzu, ve söz konusu fırsatların, tüm gücümüzle savaşmak zorunda olduğumuz bu felaketin yan ürünleri olduğunu, asla unutmamalıyız. Bu durumda, daha “dengeli bir bakış”ı tercih edersek, Hitler’e daha “dengeli bir bakış” talep edenler gibi davranmış oluruz: Tamam, Hitler toplama kamplarında milyonları öldürmüş olabilir ama bir yandan da iktidarı esnasında işsizlik ve enflasyonu kaldırdı, otoyollar yaptı, trenlerin zamanında kalkmasını sağladı… (Gerçi ekoloji konusunda önerilen “dengeli bakış”, daha çok, bir kısım neo-Nazi yeşilin önerdiği sapkın Hitler savunmasının tersine çevrilmesine benziyor: “Tamam, Hitler Yahudileri öldürmek gibi bir kısım iyi işler yaptı; ancak otoyollar inşa etmek ve böylelikle, tabiatı tahrip etmek gibi korkunç şeyler de yaptı. Bu nedenle onu reddetmeliyiz!”) Eşiğinde bulunduğumuz felaketin konturları gitgide netleşiyor: Deniyor ki, Çin’de, eğer birinden gerçekten nefret ediyorsanız, ona “İnşallah ilginç zamanlarda yaşarsın.” diye beddua edilirmiş. Tarihi olarak ilginç zamanlar, kargaşa, savaş ve iktidar mücadelelerinin yaşandığı, milyonlarca masumun ağır bedeller ödediği dönemlerdir. Bugün, apaçık ki, bir ilginç zamanlar çağına yaklaşmaktayız.

2010’un büyük ekolojik faciaları, başımıza gelecek daha pek çok “ilginç” şeyin işbu muştucuları, kadim kozmolojinin evrenimizi oluşturduğunu söylediği dört elemandan dördünü de kapsıyor: Hava (İzlanda’dan çıkıp Avrupa üzerindeki hava trafiğini felç eden volkanik kül bulutu), toprak (Çin’deki toprak kaymaları), ateş (Moskova’yı neredeyse yaşanmaz hale getiren yangınlar), su (Meksika Körfezi’ndeki kirlenme, Pakistan’da milyonları yerinden eden su baskınları). Ve tabii Mart 2011’de Japonya’da olagelen üçlü felaket de (deprem, tsunami, nükleer radyasyon) söz konusu dört elemanı biraraya getiriyor: Toprak (deprem), su (tsunami), hava (yayılan radyasyon), ateş (yanan nükleer santraller). Artı, bu felaket, dünyanın en gelişmiş bir bölgesinde, üstelik deprem kuşağında konuşlandığının eksiksiz bilgisine sahip olan bir ülkede oldu. Bu nedenle de, zalim bir hicve izin verilirse, güvenlik önlemlerimizin mükemmeliyetini ölçmek için koşullar optimaldi. Tüm bu felaketlerden (çok muhtemeldir ki, dikkate alınmayacak) önemli bir ders çıkıyor.

Yirmi yılı aşkın bir zaman önce bir paparozzo (denizde petrol sondajı yapılmasına muhalefeti ile tanınan) Senatör Ted Kennedy’yi Louisiana açıklarında bir teknede cinsel münasebet halinde yakaladı. Birkaç gün sonra bir Senato müzakeresi esnasında bir Cumhuriyetçi senatör şöyle bir yorum yaptı: “Görülen o ki, Senator Kennedy denizde sondaj yapılması konusundaki tutumunu değiştirmiş bulunuyor.” Asıl problem, basit bir “Kennedy çözümü”nün –denizde sondajın kabul edilebilir tek şekli benim yaptığım sondaj türündendir– burada işe yaramayacağı. Bu türden pürist bir yaklaşım bizi gerçek bir çözüme götürmez: Hesaplanamaz riskler yaratan şey, sadece büyük ölçekli endüstriyel faaliyetler değildir; tabiat da riskler yaratmaktadır. Bunun da ötesinde, insanların yaptığı üretim, Yerküre üzerindeki doğal yeniden-üretimin o denli ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir ki, bundaki ani kesintiler, düzende beklenmedik bozukluklara yol açabilir. Doğal ve sosyal hayatın böylesine iç içe geçtiği, medyanın Körfez’deki petrol kaçağını haber yapış şeklinde de açık seçik ortaya çıkmadı mı, zaten? Olay, bazen bir teknik kaza, bazen bir doğal afet olarak ele alındı; bazen de haber, iktisadi mahiyetteydi (balıkçılık ve turizm sektörlerinin zararları). Bu çeşitlilik, ekolojik felaketlerin nedenlerinin bizzat doğal ve sosyal süreçlerin bir karışımı olduğunun delilidir. Pakistan’daki su baskınları bir tabii afet olmakla birlikte, arkasında toplumsal nedenler yatmaktadır: Himalaya bölgesindeki ormansızlaşma, buzulların erimesi… Bir felaket, kendini saf bir doğal olay olarak gösterdiğinde bile, sonucu sosyal süreçler tarafından koşullandırılmaktadır – deprem denilen olay, bir çölde, kaotik bir Üçüncü dünya kentinde ve çok gelişkin ve örgütlü bir toplumda bir ve aynı şey değildir. Körfez’deki petrol kaçağıysa, başlı başına, doğal bir felakete dönüşen bir endüstriyel kazaydı.

Deepwater Horizon2 petrol kaçağının hikayesini medyadaki haberlerden izleyenleri çarpmış olması gereken bir özellik de, travmayla alaycılığın acayip bir karışımıdır. Freud’un Irma’ya yapılan enjeksiyonla ilgili rüyasını hatırlayalım. Rüya, Freud’la hastası Irma’nın arasındaki –Irma’nın tedavisinin, kullanılan iğnenin enfekte olması nedeniyle başarısızlığa uğradığı konulu– bir konuşmayla başlar. Konuşmanın ilerleyen safhalarında Freud, yüzünü kadının yüzüne doğru yaklaştırır ve kadının ağzının derinliklerine bakar, ağzın iç bölgelerindeki etin korkunç kırmızısını görür. Dayanılmaz bir dehşetin hakim olduğu bu ânın hemen arkasından rüyanın tonu değişiverir, dehşet birden bire komediye dönüşür: Her biri Freud’un dostu olan üç doktor çıkagelir ve yarı-profesyonel bir jargonla Irma’nın enfeksiyon taşıyan iğneyle zehirlenmesinde kimsenin suçu olmadığına dair çeşitli (ve her biri diğerlerini dışlayan) nedenler sıralamaya başlarlar (ortada iğne miğne yoktu, iğne temizdir, …). Özetle, önce travmatik bir karşılaşma var (Irma’nın boğazının çiğ etini görmek), hemen arkasından komediye doğru bir kayma gerçekleşiyor; bu da, rüyayı görene gerçek travmayla karşılaşmaktan kaçınma imkanını tanıyor. Louisiana petrol kaçağı olayında da, yüceden gülünce doğru, bunun tıpkısı bir kayma yaşanmadı mı? Önce yeraltında cereyan eden travmatik olayı kabus gibi seyrettik – haftalarca gözlerimiz, yuttuğu dışkıyı geri fışkırtan, kimsenin durduramadığı, aklını kaçırmış bir tuvaleti seyreder gibi, denizin derinliklerinden ham petrol saçan deliğe odaklandı kaldı. Bu travmatik sahneyi, idareci ve uzmanların bir kızgın patatesi ellerinden çıkartmak ister gibi sorumluluğu birbirine attığı gülünç bir oyun takip etti. 11 Mayıs 2010’da ABD Senatosu’nda ifade verirken, felakete bulaşmış üç şirketin (BP, Transocean ve Halliburton) üst düzey yöneticileri, Magritte tablolarına yaraşır bir birbirine suç atma oyunu oynadı: BP, sorumlu olmadığını iddia etti; çünkü infilak eden petrol kulesi, taşeronu Transocean’a aitti. Transocean, suçu, betonu döken taşeronu Halliburton’ın taşıdığını iddia etti. Son olarak da Halliburton, kendilerine BP tarafından verilen projeyi uygulamaktan başka bir şey yapmadıklarını savundu…

Ancak sahneyi bu kadar gülünç kılan şey, işbu onursuz birbirini suçlama oyunundan da çok, problemi, suçluları (büyük şirketler) bulup yol açtıkları zararın tamamını onlara ödetmek suretiyle çözme fikridir – maalesef, üç şirketin gülünç gösterisini kınayan Başkan Obama da kendi çapında gülünç kaçmıştır. 8 Haziran 2010’da Obama BP’ye karşı (haklı) bir öfke patlaması halinde, petrol kaçağı için “Bu, BP’nin problemidir” dedi. Basın, tahmin edileceği üzere, “Hayır, artık problem, Obama’nın problemidir.” diye tepki verdi. İki taraf da açıkça yanılıyordu: Obama, tazminat sigortalarına özgü bir hukuk mantığını takip ediyordu ki bu, felaketin ölçeğiyle tamamen oransız kaçıyordu. Basınsa, sadece, bu felaketin Oba-ma’nın pozisyonuna nasıl bir darbe vurduğu; muhtemelen, yeniden seçilme şansına ölümcül bir yara açtığı noktalarına odaklanmıştı. Louisiana petrol kaçağı benzeri felaketler, bizi devlet erkinin (ve bu erki temsil eden kişinin) mutlak iktidarsızlığıyla karşı karşıya getirmektedir; bu doğru: ABD Başkanı’nın nihai olarak iktidarsız olduğunu hepimiz bilsek de, bir şekilde bunu kabul etmeyiz; Başkan denilen figürle ilişkimiz apaçık aktarıma ilişkindir, bu nedenle de iktidarsızlığının çırılçıplak orta yere dökülmesinin yarattığı etki, her ne kadar bize yeni bir şey öğretmese de, her zaman utandırıcı olur. Ancak, felaketin Obama’nın problemi haline geldiği iddiası, kritik ve temel bir gerçeği ıskalamaktadır: Bu felaket, çok daha büyük bir problemin, hepimizi ilgilendiren, yaşam şeklimizin ta temellerini darmadağın edebilecek bir problemin, göstergesidir.

Ama en gülüncü, ne kadar zengin olursa olsun, bir özel şirketin, ABD halkını bile aşan ve yaşam şeklimizin ta temellerini darmadağın edebilecek bir ekolojik felaketler dizisinin yol açtığı zararın tamamını ödeme kabiliyetinde olabileceğinin zannedilmesidir. Bir zarar oluştuğunda, bundan yasal olarak sorumlu tutulacak suçlu bir tarafın aranması, yasalcı kafa yapımızın bir parçasıdır – insanlar, obezliklerinden fast food zincirlerini sorumlu tutarak bunları dava edebilirler, ediyorlar da; hatta ortalıkta, kölelik denilen kurumun yarattığı illetin bir karşılık görmekte çok geciktiği iddiasına dayanan kölelik tazminatı yollu fikirler dolaşıyor. Madem durum bu, madem her şeyin bir bedeli var, öyleyse neden işi sonuna kadar götürüp, acılarımıza neden olduğu için bizzat Tanrı’dan tazminat talep etmiyoruz? Bu alternatif, 2002 tarihli bir Avustralya komedisi olan The Man Who Sued God’da ele alınır: Çılgın bir fırtına patlak verir, bir tekne tahrip olur, sigortacılar bunun Tanrı’nın işi olduğunu söyleyerek tekne sahibinin tazminat talebini reddeder. Bu noktada aklıevvel bir avukat devreye girer, ortaya zekice bir fikir atar: Eğer tekneyi tahrip eden Tanrı’ysa neden onun namına Dünya’daki temsilcilerini –kiliseyi– dava etmeyelim? Bu reductio ad absurdum,3 burada temelden yanlış olan şeyi de gözler önüne serer: Söz konusu mantık, fazla radikal falan değildir, tersine yeterince radikal bile değidir. Gerçek görevimiz, sorumlulardan tazminat koparmak değil, onların bir daha zarar yaratmalarına izin veren pozisyonları işgal edemeyeceği (ya da zarara yol açan faaliyete sürüklenmeyeceği) şekilde durumu değiştirmektir. Obama’nın reaksiyonunda eksik olan şey, işte budur: Mücrimi cezalandırmak denilen dar legalistik yaklaşımı aşan eylemler üretme niyeti! Meksika Körfezi petrol kaçağı boyutlarındaki bir felakette, hükümetin olağanüstü hal ilan etmesi, işi ele alması, ordu dahil tüm kaynaklarını seferber etmesi gerekirdi; bu sırada devlet de, ihtimallerin en kötüsüne, tüm alanın yaşamaya elverişli olmaktan çıkabileceği ihtimaline hazır olmalıydı.

Bugün, anti-kapitalizmden yana eksiğimiz yok, doğrusu; hatta, kapitalizmin saçtığı dehşete yönelik eleştirilerin üst üste yığıldığına şahit oluyoruz: Çevreyi fütursuzca kirleten şirketlerle, bankalar devlet parası ile kurtarılırken yağlı yıllık primlerini cebe indiren ve zenginliğine zenginlik katan yoz bankerlerle, kötü koşullarda ve düşük ücretle çocukların uzun saatler çalıştırıldığı işyerleriyle [sweat shops] ilgili kitaplar, derinlemesine gazete yazıları, TV haberleri, vb. vb. gırla gidiyor. Ama, bu eleştiri bombardımanında bir bit yeniği de yok değil: Yoz çevre kirleticisi diye damgalanmış bir şirkete odaklanmak, o şirketin böyle davranmasına neden olan sistemik baskıları karartmaktadır. BP örneğinde pek sözü edilmeyen bir olgu da şu ki, benzer bir kaza, kolaylıkla bir başka şirketin de başına gelebilirdi. Gerçek suçlu BP değildir (yanlış anlaşılmamak için hemen kaydedeyim ki, BP’nin çok ağır bir şekilde cezalandırılması gerekir), bizi çevre ile ilgili tüm kaygıları bir yana iterek petrol üretimine zorlayan taleptir. Öyleyse, yaşam şeklimizle ilgili temel bazı soruları sormamız gerekiyor – ki, aklın kamusal kullanımını harekete geçirebilelim. Bu, hepimizin görevidir; zira, olay ortak varlığımızla, hayatlarımızın doğal hammaddesi ile ilgili. Bu ortak problemimiz ve kimseden bu problemi bizim adımıza çözmesini bekleyemeyiz: Büyük ekolojik felaketlerden çıkartılacak ders, bu işi, ne piyasa iktisadının ve ne de devletin becerebileceğidir. Piyasa mekanizmaları, ekolojik zararı sınırlamayı bir derecede becerebilecek olsa bile, ciddi, büyük ölçekli felaketler bu mekanizmaların gücünü aşacaktır – bu noktada, “taşınabilir riskler”le ilgili her türlü sözde-bilimsel ve istatistiki muhabbet de gülünç kaçmaktadır.

1 Naomi Klein, The Shock Doctrine: The Rise of Disaster Capitalism, Londra, Picador, 2008.
2 2010’da Meksika Körfezi’ndeki dev petrol kaçağına neden olan BP’ye ait sondaj kulesinin adı. Kaçak üç ay boyunca kontrol altına alınamamış ve 780.000 metreküp ham petrolün denize saçılmasına neden olmuştu. Kaçak, aşağıda bir üçüncü adı Louisiana petrol kaçağı diye de anılıyor –
3 Saçmaya indirgemek anlamında Latince bir mantık terimi. A gibi bir hipotezden hareketle, sadece geçerli (doğruyu muhafaza eden) akıl yürütmeler yaparak, yanlışlığı bilinen bir önermeye ulaşmak, bundan A değil sonucunu çıkarmak ve böylelikle, başlangıç hipotezinin de yanlış/çelişkili olduğunu göstermek. Klasik mantıktan yararlanan sistemlerde genellikle, hipotez diye, ispatlanmak istenen A önermesinin tersi olan ¬A önermesi seçilir ve hatasız bir akıl yürütme zinciri oluşturularak bilinen bir çelişkiye (matematikte en sık kullanılan şekli, “1=0 ve 1≠0” cümlesidir) ulaşılır. Buradan ¬(¬A) sonucu ispatlanmış olur. Bu sonuç A’nın da bir ispatı olarak görülür –ç.n.

SLAVOJ ŽIŽEK

ANTROPOSEN’E HOŞGELDÍNÍZ
Çeviren: Mehmet Budak
ENCORE

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir