tammura“Öykü tadında” anlatılar, olay içinde okuru yaşatırken durumdan görev çıkartma sorumluluğunu da duyumsatır. Eğer edebiyat bu duyarlığı yaratamıyorsa, insan ve toplum şizofrenik bir çürümeye sürüklenmiş demektir. Tersinden ve daha politik dille söyleyecek olursak toplum şizofrenikleştirilmişse, edebiyat geri çekilmiş demektir.

Sokaklar, toplumun şizofrenikliğini tolere eden yegane alanlardır. Saldırıda yaralanıp yere düşen kadına yardım edeceğine onun fotoğrafını çekip haber yaparak hayatını kazanmaya çalışan gazetecinin yaşadığı çelişik durum, toplumsal şizofrenin en hafif örneğidir. “Bir tekme de sen vur!” anlayışı ise çürümenin dip noktasıdır. Sokak açısından “Dibin de dibi var,” dedirtecek bir olay, “Şırnak Silopi’de sokakta vurulan 57 yaşındaki Taybet İnan’ın cenazesi ancak 7 gün sonra bugün yerden alınabilmesi” olarak yaşandı. İnsanların başlarını soktukları evlerin, geçimlerini sağladıkları işyerlerinin, çocukların oynayarak eğlendikleri mekanların açıldığı sokaklar, kapitalizmin vahşeti nedeniyle katliamların arenasına döndürülmeye çalışıldığı bir dönemden geçiyor Türkiye. Vicdanların parçalandığı bu durum karşısında imdadımıza yetişen soluklardan biri öyküden, edebiyattan geliyor. Recep Yıldırım’ın “Tammura” öykü kitabı bunun güzel örneklerinden biri.

1964’te İskenderun’da doğan, doğduğu kentte edebiyat öğretmenliğine devam eden Recep Yıldırım arkadaşımız, yarım asırlık tanıklığıyla “İskenderun Zeybek Sokak Hikayeleri”ni kaleme alıp “Tammura” adıyla Belge Yayınları’ndan Kasım 2015’te yayınlatmış. Yani, fırından yeni çıkmış ekmek gibi kitap, öykülerin kokusunu okura hissettiriyor. 40 öyküden oluşan 119 sayfalık kitabın sonunda “İzler Sözler Yüzler” başlığıyla öykülerde geçen yerel sözcükler, kişilikler ve kimi olaylarla ilgili kısa bilgiler verilmiş.

Kitabın sayfa ve öykü sayısına bakıldığında öykülerin ortalama 3 sayfa tuttuğu düşünülebilir. Oysa “Sit Olga”, “Alissa” gibi tek sayfalık, “Güvercinin Bavulu” gibi 4 sayfalık öyküler yanında öykülerin çoğunun 2 ya da 3 sayfadan oluştuğu görülmektedir. Metin hacmi bakımından kısa ama yoğun öykülerden oluşan “Tammura”, pişmiş topraktan yapılan kumbara anlamına gelmektedir. “Gömü, define” anlamına da gelmektedir. Dolayısıyla yazarın, Zeybek Sokağı’nı insan manzarası, kültürel dokusu ve mimari özellikleriyle gömü olmaktan çıkarıp belleğimize ve vicdanımıza koyduğunu belirtebiliriz.

Zeybek Sokağı’nın öykülerini okurken, o coğrafyanın insanı olarak benim özel gördüğüm inceliklerin farkına, iyi öykü okurları mutlaka varacaklardır. O coğrafyada yaşayıp da bu inceliklerin farkında olamayanlar bulunabileceği gibi dışardan bir gözle daha farklı duyarlıkları yakalayanlar da olacaktır. Ancak, bazı kültür katmanlarının bu coğrafyada nasıl biçimlendiği ve günümüzde Hatay’da yaşayan topluluklar arasında nasıl devam ettiğine dair bilgilenmek için biraz daha çaba gösterilmesi gerektiği de bir gerçek. Örneğin, “Lazlar”, “Matem Kraliçesi”, “Bir Gecelik Gelin Çiçeği”, “Meydan” öykülerinde başka yörelerde pek bilinmeyen düğün, eğlence, halk oyunları, müzikler betimlenmiştir. Bunlardan biri de “Gazze ve Limon Çekirdekleri” öyküsünde geçen “haddalâte”dir. “Afrika kökenli bir Arap halayı” olarak açıklanan bu sözcüğün kökeniyle ilgili de farklı bilgiler söz konusudur Arapça, İbranice, Aramice olduğuna dair. Esas önemli olansa bu oyunun, özellikle eski kuşak Araplar, Türkler, Kürtler ve Domlar tarafından oynanmasıdır.

Benim çocukluğumda köylerde toprak dam evler vardı. Çalgısız olarak uzun damlarda bu oyunun hızlı bir tempoyla “Getir yeci / Ört yatıcı // Heddelâtü” sözleriyle oynandığını hatırlarım. Her halk, oyuna kendince figürler ekler, sözler katardı. Aynı oyunda farklı halkların ortaklaşmasının dili önemlidir. Bu dilin ne olduğunu da Antakyalı şair Sabahattin Yalkın, şiirle dile getirmiştir.

HETTELÂTU
1. Beni gök doğurdu
Hettelâtu
2. Gök güneşi de doğurmuştu
O bana ilk soluk oldu
Hettelâtu
3. Gök-güneş-hava
Evrelendi çoğala çoğala
Zamanla ayrılmaz bir bütün oldu
Hettelâtu
4. Sonra gök gökleşti
Sonra güneş güneşleşti
Sonra toprak su kan can
Ve insan insanı buldu yaşam oldu
Hettelâtü
5. Göğün öyküsü büyüdü uzay oldu
Güneşin döngüsü büyüdü zaman oldu
Suların akısı büyüdü deniz oldu
İnsanın çözgüsü büyüdü yazgı oldu
Hettelâtu

Yukarıdaki şiirde evren-madde-insan-yaşam oluşumlarının diyalektiği eylemlilik ekseninde verilmektedir. “Hettelâtü”nün bu diyalektiğin “koro”su olduğunu da Sabahattin Yalkın not düşmüştür. Dolayısıyla Hatay’ın kültür coğrafyasında böylesine önemli evren-yaşam algısını işleyen oyunların, müziklerin, şiirlerin bulunması, ayrıca üzerinde durulmayı hak etmektedir. “Tammura” yazarı Recep Yıldırım arkadaşımız, “Zeybek Sokağı Hikayeleri”nin böyle zenginlikler içerdiğini okurun duyargalarına işlemektedir.

Güçlü bir öykünün en belirgin özelliği, okurun yürek ya da beynine vurması ve onu şaşırtması yanında derin bir duyarlık yaratmasıdır. “Tammura”daki öykülerin çoğunda bu var. Tek tek öyküler üzerinden örnekleyecek kapsamda bir yazı düşünmediğim için tek sayfalık “Dut” öyküsünden söz etmeyi yeterli görmekteyim. “Kısa öykü”nün de özellikleri var bu metinde. Öykünün vurucu özelliği, metnin yarısını oluşturan şu bölümde:

“Bahçenin arkasında bir dut ağacı var. Kapkara, kocaman gövdeli. İri, ışıltılı, vahşi bir diriliğe sahip yaprakların üzerindeki tüycükler üvezlere, tatarcıklara yuva olacak kadar belirgin. Ağacın gövdesi kalın bir çatal yapmış. Ninem birinin erkek, birinin dişi olduğunu söylüyor.
Kollardan biri, zarif bir kadın beli gibi eğilmiş, pürüzsüz, yekpare… Bütün tersanecilerin ağzı sulanıyor o bölüme. Ninemin telaffuz bile edemediği paralar teklif ediyorlar. Ninem reddediyor.
Onca yoksullukta çocukluğun, ilk gençliğin satılamayacağını öğreniyorum ninemden. Giderek o ağacın, ninem olduğunu düşünmeye başlıyorum. Bir tarafı erkek, bir tarafı kadın; kara gövdeli, erkek tarafı daha kalın.
Ninem öldükten sonra kesip sattılar tersanecilere o ağacı. Sesimi çıkaramadım.” (s.47)

Bu bölüm üzerine psikolojik, sosyolojik, ekonomik temelli sayfalar dolusu metinler kaleme alınabilir. Hatta cinsellik temalı bir değerlendirme yapılabilir. Benim önemsediğim damardan, nine-torun kişilikleri üzerinden gidenle gelmekte olan arasındaki salınım akmaktadır. Paranın saltanatının kesip götürdüğü dut ağacını, tüm ağaçları, giderek tüm canları yaşamın vazgeçilmezi haline getirmek için torunun neler yapıp yapamayacağını okurun beyninde sorgulatan bir öykü. Torunun ağaç kesildiğinde sesini çıkartamaması, bu sorgulamayı yaptırıyor okura. Bu, “kısa öykü”deki düğüm-çözüm yoğuşmasının güzel örneklerinden biri.

“Sel” öyküsü, iki sayfadır ama o kısa kısa cümlelerle İskenderun’un doğasına, kent dokusuna, sınıfsal ve kültürel özelliklerine dair birçok fikir verebilmektedir okura. O coğrafyayı bilenlerin belleğinde deniz kadar etkili olan bir şey vardır: Yarıkkaya fırtınası. Çatıları uçuran bu fırtına, aynı zamanda büyük sel felaketinin de habercisidir. Zıtların çatışması ve yeni şeylerin ortaya çıkması sel felaketinde de görülür. Yazar, bunu şöyle betimler: “Kaldırımlarda, bahçelerde, duvar oyuklarında, adını bilmediğimiz ağaçların fideleri, dağ çiçekleri fışkıracaktır.” (s.20)

“Akdenizlilik” imgesi, betimlemesi olan iki alıntıyla öykü örneklemelerine son vermek istiyorum. Meraklananların kitabı okuması için bu gerekli.

“Bilal Blues” öyküsünden: “Bir gurur şarkısı söyledi başka bir akşam. Bu gurur cümle Arsuz, Höyük, Karaağaç toprağının ve nebatının gururuydu. Baharda gelin gibi donanmış badem ağaçlarından, körpe dut dallarından, dağ kekiklerinin fısıldaşmalarından, hambelese durmuş murt çalılarından; reyhanlardan; limon, portakal çiçeklerinden; hurmalardan, güneş vurmuş zeytin yapraklarının ışıltısından; Arsuz’un, Seydi’nin, Hacıahmetli’nin, Höyük’ün ırmaklarından, çağlayanlarından; nane, maydanoz tarlalarından, hepsinden hepsinden gurur fışkırıyordu.” (s.102) Bu alıntıdaki kişileştirme sanatı, doğa-insan bütünlüğü bakımından çok önemlidir. “Akdenizlilik”in niteliğini oluşturan önemli bir damara işaret etmektedir. Dil bakımından, bu bölümde yazarın “bitki” yerine neden “nebat”ı tercih ettiği ayrıca değerlendirilmelidir. Ayrıca, “murt” yaban mersinidir. “Hambales” ise meyvesi yenen mersindir. Tek bitki gibi verilmesindeki hata düzeltilmeye muhtaçtır.

“Meydan” öyküsünden: “Çalı bağları yığılı değilse, odunlar istifli duruyorsa fırının önü bildiğimiz meydan olurdu. Maruni Kilisesi’nin taş gövdesinin serin gölgesi de vururdu öğleden sonraları. Çıraklar, kalfalar, köylerden gelenler orada bağdaş kurar, yemek yerlerdi. Esnaflar, sanatkarlar orada toplanır, sohbet ederlerdi. Kalabalığı gören seyyar satıcılar – Dondurmacı Aslan, Bicibicici Rasim, Aşureci İzzo, Şalgamcı Salih, Şam tatlıcı Bendentaze Nesim, Sunikebapçı Naim – meydanı panayıra dönüştürürlerdi. Destancı denilen Türkmen ağıtçılar, finnen denilen Arap şairler, abdal denilen türkücüler, ayıcılar, kuşçular da gelirdi.” (s.105) Bu alıntıdaysa “Akdenizlilik”in bir diğer önemli niteliğini oluşturan yeme-içme ve eğlenmeyi bir sanat gibi icra etmektir. Çünkü Akdeniz ikliminin coğrafyaya kazandırdığı zenginlik, böyle bir “sanat”ı gerçekleştirmeye olanak sunmaktadır.

“Tammura”yla bize yaşamı canlı ve renkli kılan sokağın öykülerini okuma, içimizde hissetme ve duyarlık yaratma olanağı sunduğu için yazar Recep Yıldırım arkadaşımızı kutluyoruz. Doğadan, üretim ve kardeşçe paylaşımdan kopartılan kent insanının şizofrenik vaka konumunu aşmasının ipuçlarını veren yeni kitaplarını bekliyoruz.

2 Comments

  1. Öyküler kadar güzel yorumları için Müslüm Kabadayı’ya çok teşekkür ediyorum .Yazın hayatımızın değerbilir yorumculara da en az sanatçılarımız kadar ihtiyacı var! …

  2. Evet, “inceliklerin farkında olan toplumlar”da “güzel yorum(cu)lar”a ihtiyaç kalmaz. Eren Dağtekin kardeşimizin inceliği için ben teşekkür ederim. Önemli olan kitapların iyi okurlarının çoğalması…
    Müslüm Kabadayı

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Previous Story

Che öldürüldüğünde çantasından hangi kitaplar çıktı? – Yiğit Günay

Next Story

Paris’in Nabzı Metroda Atar – M.Şehmus Güzel

Latest from Makaleler

Van Gogh’un kitap tutkusu

Geçtiğimiz haftalarda Paris’in izlenimci koleksiyonuyla ünlü Musée d’Orsay, Antonin Artaud’un Van Gogh: Toplumun İntihar Ettirdiği kitabından yola çıkarak yazar ile ressamı, Artaud ile Van

George Orwell’a ilham veren kitap: Biz

George Orwell‘ın 1984’ünü neden sevdiyseniz, Yevgeni Zamyatin‘in Biz‘ini sevmeniz için en az 1984 kadar nedeniniz var. Üstelik Biz, 1984’ten çok daha önce, 1920 yılında
Go toTop