Sömürgeciliğin İnsancılı Olur mu? – Müslüm Kabadayı

“Keşke doğal yaşam koşullarımızı koruyabilseydik!” hayıflanmasıyla insanın üretim ilişkilerini geliştirmediği, dolayısıyla doğayı tahribe yönelmediği ve sınıfsal çelişki ve çatışmaların olmadığı döneme dair düşünmeye başladığımız zamanlar olur. Ne yazık ki böyle anlarımızı, derinlemesine yoğunlaştırdığımız ve başka insanlarla ortaklaştırarak geliştirdiğimiz ortamlar pek yaygın değildir. Çünkü postmodern bir anlayışla ?insancıl emperyalizm? koşullarında yaşamaktayızdır ve bunu kabullenmemiz için medya başta olmak üzere bütün ideolojik aygıtlardan ?tüketici yaratık? işlemine tabi tutuluruz. Doğrusu bu işlemin, teknolojinin her şeye kadir olduğu günümüzde kılcal damarlarımıza kadar nüfuz ettiği birçok örnekle kanıtlanabilir; bundan 100 yıl öncesine kadar klasik sömürgeciliğin geçerli olduğu koşullarda savaşlar, işgaller yoluyla özellikle hammaddelerin zor alımla getirilip mamul madde olarak sömürge ülkelere satıldığı bir mekanizmadan söz edilebilir. Yaklaşık yüzyıl önce, başta İngiliz sonra da Fransızların işgaline uğramış Lübnan, Suriye, Adana-Maraş-Antep-Urfa coğrafyasında yaşananları dikkatlice incelediğimizde ?insancıl emperyalizm?in ilk örneklerine tanık olmaktayız.

Fotoğraf: Fransız bir asker tankın yanında.
1918?de başlayan işgal, 1938?e kadar Antakya-İskenderun çevresinde sürer. Fransızların işgal politikaları, ?uygarlık götürmek? üzerine kuruludur. Şimdilerde ABD emperyalistlerinin ?demokrasi götürmek? retoriğine ne kadar benzemektedir değil mi? Ayrıntıya girmeden, 1960?ta benim doğduğum topraklarda yaşanan birkaç olayı örnekleyerek bu durumu açığa kavuşturmak istiyorum. O zamanlar bugünkü Yayladağı?na ?Ordu? deniyormuş. 1900?lü yılların başında ?Muradiye? adının kullanıldığını da tarihsel kayıtlardan biliyoruz, Osmanlı Tahrir Defterlerinden örneğin. ?Ordu?nun bağlı olduğu kaza, şimdilerde Suriye?ye emperyalist müdahalede bulunmak için üs olarak seçilen Cisr-i Sugur imiş. Yanılmıyorsam ?tahta köprü? anlamına geliyor. Bilindiği üzere Asi nehri üzerinde Romalılardan itibaren kurulmuş beş büyük köprüden biri de buymuş. Antakya?daki Roma köprüsü, 1970?te yıkılarak tarihe kara bir leke olarak geçmişti; sevinelim ki eskiden ?Cisr-i Hadid? denilen Demirköprü ayakta duruyor.

?Ordu? nahiyesine bağlı köyler de resmi işlerini Cisr-i Sugur?da hallederlermiş. Örneğin Kışlak?a, Çöreki mevkiinden gelen ?Killi Hacılar? denilen ailenin lideri, 19. yüzyılın sonlarında arazilerini tapulatmak üzere buradan tapu memurlarını getirterek işlem yaptırmış ve Osmanlıca kaydın yapıldığı belge torunlarından inşaat mühendisi Niyazi Gündüz?ün elinde mevcuttur. Bu kişinin de arazisinin bulunduğu Dutluk mevkiinde ipekçilik yapılırmış ve ?haril? adı verilen ipekler, Fransızlara tabi tüccarlar tarafından toplanarak Halep?te işlenirmiş. Bu işlemin Süveydiye, Harbiye bölgesinde kurulan tezgahlarda daha yaygın biçimde gerçekleştiğini, hatta fabrikasyona geçenlerin bulunduğu kayıtlarda mevcuttur. Osmanlı?nın son döneminde, yani 19. yüzyılın sonlarında Antep?teki dokuma tezgahlarını gören bir İngiliz tekstil tüccarının, buradaki kurnaz, bizim deyimimizle işbirlikçi kumaşçılarla anlaşarak Londra?dan gemilerle kumaş göndererek, zamanla nasıl fabrikasyon üretime alıştırıldıklarını ve yerel tezgahların adım adım nasıl etkisizleştirildiğini bilmekteyiz. Benzer bir uygulama Fransızlar tarafından Antakya ve çevresinde gerçekleştirilir. Suriye-Lübnan ve İskenderun Sancağı?na ?uygarlık? getiren Fransız emperyalizmi, bunu bölgede yaşayan halka benimsetebilmek için de ?kaymış? adı verilen renkli şeker gibi yedirmenin yollarını bulur. Böylece o halkın hayatını kaydırır. Örneğin şekerin kilosu Fransa?da 5 Frank iken burada 1 Frank?a satılır. Bu durumu, uzun yıllar Yayladağı Belediye Başkanlığı yapan Yusuf Şerifoğlu şöyle betimler: ?Fransızlar, müstemlekelerinde kendi halkına göstermediği toleransı gösterirlerdi. Onlara hizmet vermekte, onlara şirin görünmekte, onlara paye vermekte; arzulanan hedef yöre halkının baş kaldırmaması, kendilerini uğraştırmaması, uyuyan bir kitle haline getirmek dileği gibi rahat. O insanları sömürmek isterlerdi. (?) Denk durana bir şey yok veya padişahın devesini ürkütmez iseniz, kimse size bir şey yapmaz.?

Fotoğraf: Fransız askerler
Doğrusu, Yusuf Şerifoğlu?nun bu kitabını okuduğumda çok şaşırmıştım. Çünkü, 1990 başlarında İskenderun?da yayımlanan Ses gazetesinde günlerce tefrika edilen bir incelememde kendisinin birinci dereceden yakını olan Burhan Ağa?nın Fransız işbirlikçisi olduğunu açıkladığımda bana tepki gösteren bir mektup yazmıştı Yusuf Bey. Aynı yılların sonunda yayımladığı bu kitabında Fransızların sömürü işini nasıl yaptığını bizzat şöyle açıklamaktaydı: ?İlçemizde bir nahiye müdürü, bir onbaşı, 5 jandarma bulunurdu. Asayiş bu mevcut ile yapılırdı. Bu mevcudun yapamayacağı olaylar karşısında halktan birer nokta olan, önder olabilecek kişilere birer mavzer, bir de Fransız bayrağını simgeleyen bezden yapılmış bir nevi şilt verilirdi. İlçemizde 14 kişiye verilmişti. Sözde bu kişiler onore ediliyordu. Siz de mavzeri omzunuza alıyorsunuz, şilti yanınıza takıyorsunuz. Herhangi bir yere giderken rahat gidiyorsunuz. Belki de bazılarına bir gurur vesilesi de oluyordu. Verilenlerden hatırımda kalanlardan bazılarını bildirmek gerekirse, Çolak Onbaşı, Ali Onbaşı, Hacı Hisam Ağa, Burhan Şerifoğlu, Mehmet Yaldızcı, Fayık Yalım.? Şimdi, somutlamak gerekirse, benim 1960?ta doğduğum Kışlak?ta ?Yukarı Mengene? olarak bilinen zeytin sıkım atölyesinin sahibi de olan yörenin toprak ağası ve Fransız işbirlikçisi Burhan Ağa, Burhan Şerifoğlu değil de kimdir?

Evet, Yusuf Şerifoğlu?nun çok güzel betimlediği Fransız ?insancıl emperyalizm?inin Antakya-İskenderun bölgesinde gerçekleştirdiği birçok modernleşme çabalarından biri olan Yayladağı-Antakya karayolunun 1926?da başladığı ve 1933?te trafiğe açıldığı biliniyor. Bu yolun yapımında köylülerin çalıştırıldığını, yaşlılarca anlatılan ve bugünde Kışlaklıların diline pelesenk olan şu hikayeden biliyoruz. Yolun yapım işlerini taksim eden görevli, Kışlaklılara Kızılgöl mevkiinin düştüğünü bildirmiş. Ancak yapım işi incir üzüm zamanına denk geldiğinden bostan ve bahçelerine göçen Kışlaklılar, bu sürede çalışmamışlar. Yol parası 125 kuruş olup bunu o koşullarda birçok köylü veremeyince yolda çalışmaya gidenler, Şenköy dağında çalışmak zorunda kalırlar. İtiraz edenlere yolu taksim eden görevli, ?Ben daha önce size köyünüze yakın olsun diye Kızılgöl mevkiini vermiştim, niye gelmediniz? Ananızı mazı ağaçları ?.? der. Bundan böyle söz dinlemeyen kişiler için bu küfür söylenegelir. Burada söylenen ?mazı? sözcüğü, ?meşe? anlamına gelmektedir. Belki de o zamanlar dedelerimiz, ?mazı ağaçları?nın sinkafının olamayacağı düşüncesiyle bu söze aldırış etmemiş, hatta köylü kurnazlığıyla tiye almış bile olabilirler. Ancak, kalbi çökerten zehrin bal içinde yedirildiğini bilenler, emperyalizmin acımasızlığını ?insancıl?laştırmak isteyenlerin dillerini çıktığı yere sokmasını da bilirler.

Yayladağı-Antakya karayolunda çalışan işçiler için, Kızılgöl?de bir dükkan açılır ve onların ihtiyaçlarını buradan karşılamaları sağlanır Fransızlarca. Aybaşında buradan yaptıkları alışveriş karşılığı alacaklarından kesilir. Böylece ?insancıl emperyalizm?in ticari mekanizmasına da yöre halkı alıştırılır.

Doğrusu, kapalı ekonomiden piyasa ilişkisine uzun yıllar içinde sürüklenen Yayladağı halkı, Türkiye?nin en güney ucunda olmanın avantajını ?piyasanın zehirleyiciliği?nden en az etkilenerek sürdürür. O güzelim havası, henüz kirletilmemiş doğası, bu bölgeye kaydırılmak istenen TOKİ projeleri başta olmak üzere kapitalizmin pisliklerine maruz kalmadan nasıl korunur? Bizim ?insancıl emperyalizm?in kaynağı olan paranın saltanatına karşı halkın ve doğanın egemenliğini savunmamız gerekmiyor mu?

Geçmişte, bundan 90 yıl önce bunun farkında olan Yukarı Kuseyr (Şenköy) ve Ordu (Yayladağı) yöresinin yurtseverleri Abduselam Ağa?nın, Cebel-i Nusayri yöresindeki Arap Alevi halkın öncü yurtseverleri de Şeyh Salih El-Ali?nin liderliğinde dayanışarak nasıl ki Fransız işgalcilerine kök söktürmüşlerse, bu yurtseverlerin mirasçısı olan bizler de, günümüzde Hatay?ı da hedef tahtası yapan ve Suriye?nin emperyalizme ve siyonizme karşı olan mevcut dokusunu çökertme planına karşı uyanık olmak durumundayız. Emperyalizmin her zaman halkları birbirine düşmanlaştırmak için kullandığı etnik, din, dil ve kültür farklılıklarını aşarak, bölgemizde sömürüye ve emperyalizme karşı olan ortak bilincimizi güçlendirmek gerekmiyor mu?

Hatay halkının şu ana kadar gösterdiği uyanıklık, bunun gerçekleşeceğinin ipuçlarını veriyor zaten.

Müslüm Kabadayı

Not: Fotoğraflar, Cezmi Yurtsever’in arşivinden alınmıştır.

Bir yorum

  1. Doğrusu,Yusuf Şerifoğlunun kitabını ben de merak ettim.Fırsat olursa ben de bu kitabı alıp okuyacağım.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir