Son Teşebbüs – Aziz Hatman “İnsana, topluma dönük bir tehdit karşısında nasıl kayıtsız kalınabilir ki?”

son_teşebbüs“Yeryüzünde bir cinayet işlenmesinin üzerinden yüz yıldan daha fazla zaman geçti. Daha doğrusu bir önceki cinayetin üzerinden… Sen bu mektubu okuduktan sonra, dünyanızda bir cinayet işlenecek. Bir insan, ölecek. Taammüden öldürülecek. Bunu çok iyi biliyorum, çünkü ben öldüreceğim!
Sizin sınıfsız, sömürüsüz toplumunuzda; tek bir devletin bile kalmadığı bu mükemmel dünyanızda işlenecek bu cinayet, suç ve cezayı barbarlık döneminin karanlığından çıkarıp hortlatacak. Şiddeti ve zoru anımsatacak. Kıyımı besleyip büyütecek ve savaşı… Bana dokunmayan katil bin yaşasın! Evet, bu narayı şimdiden duyar gibi oluyorum.

Son büyük savaşı insanlığın kazanmasıyla neredeyse iki asır önce kapattığınızı ilan ettiğiniz çıkar dünyasının defterinin yaprakları kanlı parmaklarca çevrilmeye başlayacak: Çünkü kan dökülecek. Kan dökülecek; bir insan öldürülecek, katledilecek.

Biliyorum ki kolları iki yana açılmış yerde boylu boyunca yatan ceset, ortada kalacak. Gözleri yuvalarından fırlamış kubbeye hayretle bakarken yerde göllenen kanın kızıllığı hepinizin aklını bulandıracak. Felç olacaksın! Dilin tutulacak! Güneş vurdukça dalgalanan bu bayrağa iyi bak. Kızıl mermerin üzerinde yansıyan gölgene bak. Bak ve kendini tanı ey insan!
Neden sonra cankurtaran gelecek; önce sirenin acemi sesi yankılanacak; bir sağa bir sola koşturan ne yapacağını bilemeyen faydasız ayak sesleri sonra. Hiç umutlanma, çok geç gelecekler, hiç olmadığı kadar… Sen, cesedin başucunda ellerini göbeğinde kavuşturmuş en uzun nöbetini tutmaktan kurtulamayacaksın.
Suç yok, ceza da yok, diyorsunuz. Ama katil ve kurban, bekle, çok yakında olacak.
Hiçbiriniz arkamdan gelip sen ne yaptın diye soramayacak bana; bunu da biliyorum. Kurbanımın kafasına demir çubukla vururken ne yapıyorsun diyen olmayacak. O yere düşüp can havliyle çığlıklar atarken, üzerime atlayıp beni durdurmaya çalışan birilerinin olmayacağı gibi… Kafatası dağılmış yerde debelenirken, dizlerini parçalayacağım aynı demir çubukla. Kaburgalarını kıracağım. Kırılan kemiğin sesini dinle, ilk kez duyuyor olacaksın. Çoğunuz duymadı, bir insan acıyla nasıl haykırır. Sen duyacaksın. Acıyı görecek, ellerinle tutacak, aklınla tadacaksın. Bırak, içine işlesin.
Yüzünü boşuna sıvazlama, gerçeği kabul edeceksin nasıl olsa. Gerçek: Ciğerleri patlayacak ve ağzından oluk oluk kan gelmeye başlayacak. Sen, orada öyle dururken; kıpırdayamadan.
En son, onun öldüğünden emin olduğumda, elimdeki çubuğu kan gölünün içine, senin yansımanın üzerine bırakacağım. Çeliğin kanı nasıl emdiğini göstereceğim sana. O çubuğu sakla…”

“Öyleyse, neden cinayet işlenmesin!”

Çok iyi anımsıyorum, mektubu okur okumaz oturduğum yerden kalkmış, pencerenin önüne gelmiştim. Zaten ne zaman böyle kararsız kalsam uzaklara bakmak geçer içimden. Ufukta bir yerlerde bir işaret yakalayacağımdan değil, yanıtı burada değil orada bulurum diye de değil, işte öylesine, nedensiz… O öğle sonrasında da gözlerim hemen karşı kıyıya odaklanmış, ama bırakın yağmurun içinde saklanan Tarihi Yarımada’yı görebilmeyi, ne Boğaz’ı ne de onun yeşile çalan sularını seçebilmiştim. İlk bin yıldan ayakta kalan son abide Ayasofya ise, pusun ardında tümüyle gözden kaybolmuş olsa da oradaydı, biliyordum.
Yağmurdan ıslanmış giysilerini avludaki vestiyerde değiştiren Ayasofya’nın hiç eksik olmayan ziyaretçileri, başlarını yukarı kaldırmış, hayranlıkla kubbenin ihtişamına bakıyorlardır şimdi. İnsan onu inşa ettiği için kendini Tanrı gibi hissedebildiği gibi onu Tanrı adına inşa ettiği için de kendini kul olarak algılamaz mı? Şu an, şimdi, belki de birileri, “Acaba Tanrı gerçekten de var olabilir mi,” diye geçiriyor içinden. Olamaz mı?
Ayasofya inşa edileli neredeyse iki bin yıl oldu. Eşit ve özgür bir dünyanın temelleri atılalı ise sadece iki yüz yıl… Neredeyse yüz yıldır da kimse kimseyi öldürmedi; ama bu kul yapısı, Tanrı’yı düşündürtecek, onu insanın aklına düşürecek kadar etkileyici hâlâ.
Öyleyse?
Son cinayetin üzerinden yüz yıl geçmiş olabilir; devrimin üzerinden iki yüzyıl… İnsanı insan yapan iki yüz yıl! İnsanın kendini keşfettiği asırlar var arkamızda bıraktığımız ama binlerce yıllık bir tarihin de birikimi, izi, tortusu damarlarımızda hâlâ; nasıl inkâr edebilirim!
Öyleyse, neden cinayet işlenmesin!
Bunu yüksek sesle söylemeyecektim! Aklımdan geçeni bilince çıkarmayacaktım! Ben, yeni insan, güvenimi kaybedemem.
Bağırdım, kendime bağırdım. Kızdım kendime, saçmalıyorsun, dedim. Kim, neden cinayet işlesin ki!Çok saçma!
Mektubu işte o an, hemen unuttum –o inkâr anında onu yok etmiş bile olabilirdim! Can gelene kadar da aklımın ucundan geçmedi.
Can gelmeseydi, mektubu bir kez de Can okumasaydı, gerçekten unutulmuş olacaktı ve galiba şimdi bambaşka bir dünyada yaşıyor olacaktık…
Neyse ki Can geldi…
Mektubu okuduğunda eminim o da inanmamış, bununla yüzleşmeye yanaşmamıştır. Muhtemelen, cinayet işlenebileceğini düşündüğü için bir an suçluluk duymuştur tıpkı benim gibi. O kadar mı az güveniyorum topluma, diye sormuştur kendine. Suçlu hissetmiştir kendini mektuba her ikna olduğu satırda.
Ve hemen bastırmıştır bu duygusunu, mektuba inanmaması gerektiğini düşünmüştür. İnanmak tükenmek demektir; hele hele cinayet işlenebileceğine inanmak…
Ama suçluluk duygusunu bastırmaya kalktığında -benden farklı olarak- yine suçlu hissetmiştir kendini! Can, sorumlu davranmalıdır. Mektubu yok saymak sorumsuzluğun dik âlâsıdır! İnsana, topluma dönük bir tehdit karşısında nasıl kayıtsız kalınabilir ki?
Can inandı mı, mektuba yani, yoksa kayıtsız mı kalamadı asla bilemedim. Ama mektup ona hitaben yazılmış gibi davrandı: Muhatabı oymuş!

Kitap: Son Teşebbüs
Siyasi Cinai Gastro
Yazar : Aziz Hatman
Sayfa Sayısı: 235 | Baskı Yılı: 2015 | Dili: Türkçe | Yayınevi: Esen Kitap

Erol Üyepazarcı : “Türk Polisiye Edebiyatı’ndaki inanılması güç gelişmenin yepyeni bir örneği Aziz Hatman’ın Son Teşebbüs adlı romanı. ‘İyi polisiye romanın iyi edebiyat’ olduğunun kanıtı olan eserin asıl özelliği ütopik bir toplumda geçmesi. Bu toplumda devlet de, polis örgütü de yok ve roman anlatıcısı olan romanın başat figürü cinayeti önlemeye çalışıyor; bu arada dedektifimiz ünlü İspanyol polisiye roman yazarı Manuel Vazquez Montalban’ın komünist ve ağzının tadını bilen ünlü detektifi Pepe Carvalho gibi size zevkle okuyacağınız yemek betimlemeleri de yapıyor.
Aziz Hatman’a polisiye edebiyatımıza kattığı yeni, cesur ve canlı renkler için teşekkür ediyorum; polisiye roman anlatılmaz, okunur ve keyif alınır. Okuyun ve keyif alın…”
(Tanıtım Bülteninden)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir