Sosyal Politika Yazıları – Derleyenler: Ayşe Buğra / Çağlar Keyder

Küreselleşme, özellikle zengin ülke devletlerinin yerleşmiş sosyal güvenlik programlarını sürdürebilme kapasitesini tehdit ediyor. 1945 sonrası dönemde fabrikalar işlerken ve insanlar hayat boyu sürdürecekleri işlerde çalışırken, gerek patronlar gerekse refah devletleri cömert bir sosyal güvenlik platformunun oluşmasını kabullenmişlerdi. Eğitim bedavaydı, sağlık harcamalarının çoğunu devlet karşılıyordu, emekli maaşları güvenliydi, işsizlik sigortası da iyi işliyordu. Oysa son yirmi yıllık dönemde refah devletinin bu saydığımız kazanımlarının hepsinin krizde olduğu ileri sürülüyor. Devletler bu garantileri sürdüremeyeceklerini söyleyip her bir harcama kaleminde kısıntı yapmaya uğraşıyor. Bu arada, bireylerin karşı karşıya oldukları risklerin arttığı gözlemleniyor. Esnek istihdam hem işsizlik oranını ve süresini artırıyor, hem de insanların emeklilik maaşlarına yaptıkları katkıları azaltıyor. Çalışan insanlar artık aynı işte ömür boyu kalıp oradan emekli olacaklarını düşünemiyor. İstihdamın güvensizleşmesi ve eski sektörlerin küreselleşme ile tasfiye edilmesi giderek büyüyen bir “yeni yoksulluk” kategorisini ortaya çıkarıyor. Elinizdeki kitap, böyle bir ortamda yürütülen güncel sosyal politika tartışmalarının pek çoğunun temelindeki kuram ve kavramları geliştiren veya derinlemesine tartışan, günümüzün klasikleri sayılabilecek metinlerden oluşuyor. Bu metinlerin daha önce Türkçe’ye çevrilmemiş olmalarının, Türkiye’deki sosyal politika alanındaki azgelişmişliğin hem kanıtı hem de önemli bir nedeni olduğunu düşünüyoruz.
Tanıtım Yazısı

Cem Erciyes’in Ayşe Buğra / Çağlar Keyder ile 21/09/2007 tarihinde Radikal Kitap Eki’nde yayınlanan söyleşisi
Devlet neden her vatandaşına düzenli bir gelir güvencesi vermeli?

Ayşe Buğra: Kapitalist toplumda ‘insanlar, piyasada emeklerini satarlar ve bunun karşılığında hayatlarını kazanırlar’ diye düşünürsek bunun mantıksal sonucu olarak emeğini piyasada satamayan birisi açlıktan ölür. Hiçbir toplum bunu kaldırmaz. İnsanlar çok farklı sebeplerden ötürü, bazen işi olmadığından, bazen kendi özel sorunlarından ötürü çalışamayabilirler ya da gelirleri bazı ihtiyaçlarını karşılamalarına yetmeyebilir. Böyle bir durumda, hiçbir toplum insanlara başınızın çaresine bakın diyemez; sosyal politika tam bu noktada devreye girer. Eğer insanların topluma diğer insanlarla eşit koşullarda katılması beklenen bireyler olduğunu düşünüyorsak, o zaman bu insanların geçiminin sağlanması toplumun sorumluluğudur. Bu sorumluluk farklı biçimlerde yerine getirilebilir. Mesela bugün Türkiye’de gönüllülük, hayırseverlik çok vurgulanan bir şey.

Bunun Türklerin içinde olan bir şey olduğu da çok söylenir.

A.B.: Çok söylenir ve hakikaten de öyledir. Sadakaya bırakılabilir böyle şeyler. Sadakaya bırakılması modern bir toplumda çok kolay değil. Aynı zamanda sadaka ilişkisi eşit vatandaşlık ilişkisiyle bağdaşabilecek bir şey değil. İkinci bir şey olarak aileye bırakılabilir. Yakınları baksın denebilir ama bu da modern toplumda çok zor olabilecek bir şey. Çünkü aile artık eski geniş aile değil. Biz 2003’te yayımlanan bir araştırmamızda bunu açıkçası gördük ve gösterdik. Türkiye’de artık aile dayanışması yoksullukla mücadelede çok anlamlı bir rol oynayabilecek durumda değil. Eğer insanların topluma, eşit bireyler olarak katılmasını istiyorsak gelir desteği çok önemli. Modern bir toplumda birlikte yaşamanın önkoşulu olarak ortaya çıkıyor.

Gelir desteğinin toplumsal yapıya katkısından bahseder misiniz? Mesela, hiçbir toplum vatandaşlarının açlıktan ölmesini neden kaldıramaz? Bu sadece vicdani bir mesele midir?

Çağlar Keyder: Hayır bu son on beş yıldır çok gündeme gelen bir kavram. Toplumsal dışlama ve toplumsal dışlanma diye. İnsanlar belli bir gelirin altına düştükleri zaman toplumla entegrasyon açısından zorluk çekiyorlar. Çok basit düzeylerde, mesela evinden kalkıp şehre inememek, eğitim gereksinimini karşılayamamak gibi. Birtakım insanlar sürekli olarak toplumun birtakım mekanizmalarının içine girememe statüsündeler. Bu siyasi sorunlar da çıkarıyor. İnsanların farklı şekillerde örgütlenmeleri veya farklı hislerle hareket etmeleri söz konusu oluyor. Kültürel olarak birbiriyle benzeşmeyen grupların ortaya çıkması anlamına geliyor. Sistemin kendi ihtiyaçları açısından sorunlu bir durum.
Artık basit gereksinimlerinizi karşılamak kolaylaştı, insanların sadece yüzde 20’si çalışarak her ihtiyacımız giderilebiliyor. Önümüzdeki aşama ne olabilir? Toplumu metalar şeklinde örgütlemeyi aşmak, ‘decomodification’. Her şeyin meta olarak algılanmasının aşılması. Önce insanların kendilerini meta olarak algılamasının, ‘yani emek dolayısıyla yaşıyorum ancak çalışırsam yaşarım’ düşüncesinin aşılması gerek. O nedenle de ‘temel gelir’i bir toplumsal aşamaya tekabül eden bir şey olarak düşünüyoruz; zorlayıcı piyasa mantığının üstüne gidebilmek…

Yani bildiğimiz iktisadi düşünce biçiminin değişmesi gerekiyor?

A.B.: Evet. Burada tabii bir dünya görüşü söz konusu ve o dünya görüşünün insana bakışı söz konusu. İnsana farklı biçimlerde bakabiliriz. Ortodoks iktisat, standart iktisat düşüncesi insana işgücü olarak bakabilir. Bugün bu siyasetçilerin de çok benimsediği bir şey. İnsan emektir diyoruz mesela, neden emektir? İnsan insandır. Bunun karşısına ne konulabilir diye baktığınız zaman, ‘hak sahibi vatandaş’ tavrını koyabilirsiniz. İnsanı işgücü olarak görürseniz politik düşünceniz ona göre biçimlenir. Ne pahasına olursa olsun istihdam yaratmaya çalışırsınız; sosyal standartları, çevreyi göz ardı edersiniz. Tuzla tersanesindeki facialar türü facialara razı olursunuz ve bu böyle gider.

Refah devletine ne oldu? Niye biz bugün vatandaşlık gelirini tartışıyoruz, refah devleti içerisinde çözülemez mi bütün bu sözünü ettiğiniz yoksulluk vs. gibi sorunlar?

A.B.: Refah devleti tam istihdam vurgusuyla ortaya çıktı. Tam istihdam denen tabii erkeklerin, aile reislerinin tam istihdamıydı. Kadınların çalışmayacağı, evde oturacağı varsayılıyordu. Sağlık hizmetlerine ulaşım, emeklilik, işsizlik sigortası, bunlar hep çalışanların hakları bağlamında ele alınıyordu. 1970lerden sonra ortaya birtakım demografik, ekonomik ve teknolojik değişimler çıktı. Bu tam istihdam varsayımını zorlamaya başladı. Kadınların işgücüne katılımları arttı ve modelin dengesi bozuldu. Nüfus yaşlandı ve nesillerarası transferin dengesi bozuldu. Esnek üretim biçimleri ortaya çıktı ve sürekli, düzenli yarı zamanlı, süreksiz işler kural haline gelmeye başladı. Bütün bunlar birtakım sosyal hakların çalışmasını güçleştirmeye başladı. Sosyal haklar kimin haklarıdır sorusunun ortaya çıkmasına çok elverişli bir zemin oluştu. Bu noktada tabii vatandaşlık geliri önem kazanmaya başladı.

Bütün bu sözünü ettiğimiz sürece küreselleşmenin nasıl bir etkisi oldu?

Ç.K.: Küreselleşme esnek süreksiz istihdamı ortaya çıkarıyor. Çok daha fazla insan kariyersiz çalışmaya başlıyor. Eskiden çalışmaya, istihdama bağlı olan hakların yeniden düşünülmesi lazım. Yani işsizlik sigortasından daha farklı bir gelir aktarımı yapmamız gerek. Bu da sırf vatandaş olmaları sayesinde asgari bir gelire sahip olmaları demek.

A.B.: Burada iki noktanın önemli olduğunu düşünüyorum. Bir, asgari gelir desteği dediğimiz uygulamalar belirli ihtiyaç sahipleri hedeflenerek yapılan uygulamalar. Bunlar bugün Avrupa’da çok önemli. Temel gelir ise herkese verilen bir gelir, en zenginden en fakire. Ama zenginden vergi yoluyla geri alınıyor. Fakat bunun için en önemli şey iyi işleyen bir vergi sisteminizin olması. Dolayısıyla Türkiye’de bunun uygulanması söz konusu değil. Biz şu anda Türkiye’ye öneremiyoruz temel gelir politikası. Bu çok güzel bir şeydir, bunu bir siyasi tahayyül malzemesi olarak solcuların akıllarında tutması özellikle çok önemlidir. Bu bir toplum tahayyülünün parçasıdır. Asgari gelir desteğini bu yolda bir adım, bir aşama olarak görüyoruz.

Gelir desteği için önerdiğiniz 50 -100 dolar, çok küçük bir rakam, nasıl açlık giderilecek, insanların kaderi değişecek?

A.B.: Temel gelirde göz ardı edilmemesi gereken önemli bir nokta, bunu tek başına bir politika aracı olarak önermediğimiz. Bir paketin parçası olarak öneriyoruz.
Bu pakette sağlık hizmetleri, eğitim, toplu taşımacılık, birtakım kültürel hizmetler (parklar, bahçeler, oyun alanları gibi), konut var. Bütün bunların insanlar için ulaşılabilir olması gerek. Gelir desteği bunun içinde bir parça.

Nasıl bir parça?

A.B.: Bir para ekonomisi. Hepimiz para verip parayla alışveriş ediyoruz. Eğer birtakım insanlar bu imkândan yoksunlarsa onların ihtiyaçları evlerine erzak götürülerek veya kömür götürülerek karşılanıyorsa, bu onların ayrı bir vatandaş kategorisinde olduğunu gösterir. Onun için insanların elinde asgari ihtiyaçlarını karşılayabilecek küçük bir miktar para olması son derece önemli. Bu onların daha insani koşullarda çalışmayı tercih etmesi bakımından, pazarlık güçlerinin olması bakımından da önemli. İnsanların çalışmakla çalışmamak arasında yapacakları seçimi etkilemeyecek, asgari ücretin üçte birini geçmeyen bir miktar öneriyoruz…

Peki bütçe?

Ç.K.: Yaptığımız çalışmalarda bütçenin çok sorun olmadığı gözüküyor. Bütün vatandaşlara verileceğini düşünseniz dahi, hane başına yüz dolar verilecek olsa, Gayri Safi Milli Hasıla’nın yüzde 20’si eder. Yani Türkiye için bile mümkün.

Avrupa’daki refah devleti yıllardır kendini törpülerken, yeni sosyal politikalar önermek çelişkili değil mi?

A.B.: Sosyal harcamalarla ilgili birtakım yanılgılar var. Öncelikle sosyal harcamaların OECD ülkelerinde, 1980’den bugüne, yani küreselleşme döneminde, azalmadığını bilakis arttığını görüyoruz bütün dünyada. Belki ihtiyacı karşılamıyor çünkü orada ihtiyaçlar da artıyor. Türkiye’nin sosyal harcamaları hesaplanmamıştı. Biz oturduk hesapladık. Türkiye’nin sosyal harcamaları son derece düşük. Türkiye’nin 2003’te toplam kamu sosyal harcamalarının Gayri Safi İç Hasılamıza oranı 11,6, OECD ortalaması ise 20,7. AB ortalaması da 27.

IMF, Dünya Bankası ne diyor sosyal politikalar hakkında?

Ç.K.: Belli bir noktaya kadar dünya bankasıyla IMF arasında bir farklılık görmek zor. Dünya bankası da sanki IMF’nin bu ortodoks politikalarına ve bütçeyi kısma politikalarına tam anlamıyla sarılıyor. 1990’ların ortalarından sonra Dünya Bankası biraz daha kendi misyonunun farklı olduğunun farkına varmaya başlıyor. Dolayısıyla yoksullukla ilişkili olarak bu şartlı nakit yardımı türü politikalarla ilgili yeni birtakım şeyler yapmaya başlıyor. IMF’nin de tutumu değişiyor. Bir anlamda bu Washington uzlaşması dedikleri meselenin zayıfladığını görüyoruz.

Peki siz bunu Türkiye’de sol partilerle, sol gruplarla paylaştınız mı?

A.B.: Paylaştık, evet. Çeşitli platformlarda paylaştık, sendikalarla uzun tartışmalar oldu. Bir yere kadar anlattığımızı düşünüyorum, yalnız sol çok fazla emek merkezli düşünüyor. İnsanlara Marx okutmak lazım. Kapitalizmin değerler merkezinde emeğin temel değer olduğuna dair sarsılmaz bir yer vardır. Marx bunu hep eleştirmiştir. Bu duyarlılığı aşılamak lazım Türk soluna. O da çok kolay olacak bir şey değil. Birtakım görüşler olduğu gibi kabul ediliyor. Kaynak yok deniyor mesela. Kimse oturup hesap yapmıyor. Solcuya ne devletin kaynağının olup olmamasından? Öncelik meselesi bu. Oraya vermesin buraya versin. Liberal hegemonyanın dayattığı ne kadar fikir varsa sol bunları benimsiyor ve ondan sonra alternatif üretilemiyor. İnsanlar kendi kendini pasifize ediyor. Biraz gayret etmek gerek. Bu biraz ayrıntıyla uğraşmayı, tek tek olayların üstüne gidip kazımayı gerektiren bir şey. Sosyal politika forumu o bakımdan çok iş yaptı diye düşünüyorum. Çok sayıda genç araştırmacı var, onlar işin çok farkındalar.

Kitabın Künyesi
Sosyal Politika Yazıları
Derleyen : Ayşe Buğra
Derleyen : Çağlar Keyder
Çevirmen : Burcu Yakut Çakar
Çevirmen : Utku Barış Balaban
Yayınevi: İletişim
Yayın Tarihi: Ocak 2006
400 sayfa

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir