YALAN SÖYLEME ZEVKİ VE GERÇEK SEVGİSİ

-Yüzüme bir maske takacağım ve ismimi değiştireceğim ve bunu severek, isteyerek yapacağım.– (Bir mektuptan)

Stendhal kadar yalan söyleyen ve herkesi aldatmaktan hoşlanan pek az yazar vardır; yine pek az yazar gerçeği ondan daha iyi ve daha derin bir şekilde dile getirebilmiştir.

Kılık değiştirmeleri ve aldatmacaları sayılamıyacak kadar çoktur. Daha kitaplarını açmadan önce, kapağın üzerinde değişik bir kılıkta görünür size, çünkü Henri Beyle gerçek adını hiçbir zaman açıkça söylemez. Bazen kendisine küçük bir soyluluk ünvanı verir, bazen -Cesar Bombet- olur ya da adının baş harflerine esrarlı bir A.A. (-Eski İdari Mahkeme Üyesi- anlamına gelen -Ancien Auditeur-ün baş harfleri.) ekler: Bu harflerin arkasında aşırı bir alçakgönüllülükle kendini gizleyen bir -eski idari mahkeme üyesi-nin bulunabileceği kimin aklına gelirdi ki! Ancak takma bir adın perdesi altında kendini güvenlikte hissetmektedir. Kendine bir gün -Avusturya Hükümeti Emeklisi- lakabını takıyor, bir başka sefer -eski süvari subayı- diyor; çoğu zaman da vatandaşları için anlaşılmaz olan Stendhal adını kullanıyor, (böylece ölümsüzleştirdiği küçük bir Prusya şehrinden aldığı bir ad). Bir tarih mi belirtiyor, doğru olmadığına yemin edebilirsiniz. Parme Manastırı’nın önsözünde bu kitabın 1830’da ve Paris’ten 1200 fersah ötede yazıldığını mı söylüyor, bu muziplik aslında bu romanı 1839’da ve Paris’in göbeğinde yazmış olmasına engel değildir. Stendhal’ın anlattığı vakalar da birbirleriyle pervasızca çelişirler. Bir otobiyografide, tumturaklı bir şekilde, Wagram, Aspern ve Eylau savaşlarını gördüğünü bildirmiştir; bunun bir kelimesi bile doğru değildir. Günlüğünde kesinlikle kanıtlanmıştır bu: Aynı saatlerde sakin ve rahat bir şekilde Paris’teydi. Bir seferinde, Napoleon’la yapmış olduğu uzun ve önemli bir konuşmadan söz etmişti: Ama ne yazık ki, başka bir ciltte -Napoleon’un kendisi gibi delilerle konuşmadığı-gibi çok daha inandırıcı bir itirafta bulunmuştu. Stendhal’da, söylenmiş olan her şey çok büyük bir ihtiyatla kabul edilmelidir ve öyle görünüyor ki, polis korkusu ile sistemli bir şekilde yanlış tarih attığı ve her seferinde başka bir takma adla imzaladığı mektuplarına inanmamak gerekir. Canı istediği gibi Roma’yı mı geziyor? Gittiği yeri Orvieto olarak göstereceğine şüphe yoktur. Sözde Besançon’dan mı yazıyor? Gerçekte o gün Grenoble’daydı? Bazen yıl, çoğu zaman ay, hemen her zaman imza yalan yanlış belirtilmiştir. Gayretli biyograflar şimdiye kadar iki yüzden fazla hayali imzası olduğunu ortaya çıkarmışlardır. Stendhal (yani Henri Beyle), mektuplarını bazen Cottinet, Dominique, don Flegme, Gaillard, A.L. Feburier, Baron Dormant, A.L. Champagne ve hatta de Lamartine ya da Jules Janin olarak imzalamaktadır. Bazılarının sandığı gibi onu bu tür saçmalıklar yapmaya iten şey yalnızca o korkunç Avusturya zaptiye nazırlığından duyduğu korku değil, blöf yapmak, şaşırtmak, kılık değiştirmek, saklambaç oynamak için duymuş olduğu içgüdüsel bir ihtiyaçtır. Stendhal, ortada belli bir sebep olmaksızın, yalnızca kendini ilginç göstermek ve gerçek kimliğini gizlemek için yalan söylemekten hoşlanır; birtakım takma adları ve yanıltıcı, aldatıcı bilgileri, tıpkı parıldayan bir meç gibi, kendi kişiliğinin etrafında ustaca döndürüp durur ve bunu yalnızca saygısız insanlar kendisine pek fazla sokulmasın diye yapar. Yalana we entrikaya duyduğu tutkulu sevgiyi zaten hiçbir zaman gizlememiştir: Bir gün bir mektupta dostlarından birinin onu -alçak bir yalancıdan başka bir şey değilsin- diye şiddetle suçladığı satırları okurken, sayfanın kenarına tam bir serinkanlılıkla -doğru- diye not düşmüştür. Hayali hizmet yıllarının idari belgeleri içerisinde, bazen Bourbon’lara, bazen Napoleon’a ne kadar bağlı olduğu konusunda, neşeli bir küstahlık ve alaycı bir neşe ile atıp tutmaktadır; resmi olsun, özel olsun bütün mektupları ve yazıları yanlışlarla dolup taşmaktadır. Ve aldatmacalarının sonuncusu –bir yalan söyleme hastalığı rekoru!– vasiyetinde belirtmiş olduğu isteğine uygun olarak, Montmartre mezarlığındaki mezar taşının üzerine kazılmıştır; orada bugün bile şu yanıltıcı kelimeleri okumak mümkündür: -Arrigo Beyle, Milanolu-. Tam bir Fransız ismi olan Henri Beyle adını taşıyan ve (bu yüzden o kadar öfkelenmesine rağmen) ne yazık ki, bir taşra şehri olan Grenoble’da doğmuş olan birinin mezarı üzerinde böyle yazmaktadır. Ölümün karşısına bile maskeyle çıkmak istemiştir: Romantik bir kılığa bürünerek görünmüştür ona da.

Bununla birlikte, kendini gizlemekte usta olan bu adamın yaptığı şekilde, dünyaya kendisi hakkında bunca gerçeği itiraf edebilmiş olan pek az insan vardır. Stendhal, yalan sevgisinde olduğu kadar, gerçek sevgisinde de aynı cesareti göstermeyi bilmiştir. İnsanı şaşırtan, çoğu zaman ürküten ve hiçbir dizgin tanımayan bir açıksözlülükle, başkalarının kendi bilinçlerinin eşiğine varır varmaz susmaya veya örtbas etmeye çalışacakları en mahrem yaşantılarından bazılarını ve kendisi üzerinde yapmış olduğu bazı gözlemleri cesaretle ve yüksek sesle herkese bildirmiş olan ilk kişidir o; utanç duygusu yüzünden, en acımasız işkencelerin bile çoğu kere insanların ağzından söküp alamıyacağı her çeşit itirafı, hür bir şekilde ve titiz bir gerçek saygısı ile yapmaktadır. Sosyal ahlakın bütün engellerini olağanüstü bir kolaylıkla aşmakta, içimizdeki yargıcın bize koymuş olduğu her türlü sınırın ve engelin ötesine geçebilmektedir. Hayatta ürkek, kadınların yanında çekingen olduğu ve gizlendiği siperin arkasından kendini savunduğu halde, eline kalemi alır almaz cesur bir hal almaktadır; bu durumda artık hiçbir engel onu durduramaz, tam tersine: Kendi içerisinde bir karşı koyma eğilimine rastladığı anda, her seferinde, onu benliğinden söküp çıkarmakta ve en büyük bir objektiflikle inceden inceye tahlil etmektedir. Hayatta onu en çok rahatsız eden şeyi psikoloji alanında en iyi şekilde yenebilmiştir. Böylece, 1820’de, sezgisinin önderliği sayesinde, psikanalizin karmaşık ve hünerli araçları ile ancak yüz yıl sonra söküp de yeniden kurduğu ruhi mekanizmanın en ince kilitlerinden birini dahice bir şans eseri olarak kırmayı başarmıştır: Psikolog olarak doğduğu, her türlü zihin jimnastiğine alışık olduğu için, ağır adımlarla ilerleyen bilimin önüne geçen cesareti, ona birdenbire yüz yıllık bir sıçrama yaptırmıştır. Ve Stendhal kendi gözlemlerinden başka hiçbir laboratuvar kullanmamış, bilinmeyene sıçrayabilmek için hiçbir katı teoriden destek almamıştır: Biricik aracı, çok şiddetli, son derece keskin bir merak duygusudur ve eserini değerli kılan şey de, gerçeği söylemek için gösterdiği o çelik gibi cesaret ve kamuoyunu küçümsemiş olmasıdır. Duygularını dikkatle gözlemekte ve hissettiklerini açıkça ve küstahça dile getirmektedir: Kendine güveni ne kadar pervasızsa, o da o kadar rahattır, ne derece mahrem konularla ilgiliyse, o da o derece tutkuludur. Daha çok en bayağı, en gizli duygularını tahlil etmekten hoşlanır: Babasına karşı duyduğu kinle kaç kere ve nasıl bir bağnazlıkla övündüğünü, babasının ölüm haberini alınca keder duyabilmek için bir ay boyunca gerçekten gayret gösterdiğini nasıl bir alayla anlattığını hatırlamamız yeter. En zor itiraflarını, cinsel azaplarını, kadınların yanındaki sürekli başarısızlığını, sınırsız gururunun karşılaştığı bozgunları, bütün bunları, kurmay heyetinde bulunan bir haritacının dikkati ve titizliğiyle serer okuyucunun gözleri önüne: Stendhal, kendisinden önce hiç kimsenin böylesine bir açıksözlülükle açıklamaya ya da sır saklamayı bilmeyen kağıtlara dökmeye cesaret edemediği bazı mahrem sırlarını, bir klinik doktorunun soğukkanlılığıyla itiraf etmektedir bize. Stendhal’ın önemi ve değeri, psikolojinin en değerli buluşlarından birkaçını, bencil ve soğuk zekasının berrak kristali içerisinde sonsuza dek kalacak şekilde yerleştirmekten ve onları gelecek nesiller için saklamaktan kaynaklanır. Yalan söyleme sanatının bu olağanüstü ustası olmasaydı, duyguların evreni ve onların gizli dünyası hakkında bildiğimiz gerçekler daha az olurdu.

Böylece, görünüşte insana çelişmeli gibi gelen bir olgu açıklanmış oluyor: Stendhal, gerçeği keşfetmedeki ustalığını, tamamiyle kendini gizleme bilimine, yalan söyleme tekniğine borçludur. Bir gün, ruh bilgisini en fazla geliştiren şeyin, can sıkıcı bir aile çevresi içerisinde yaşamak ve çocukluğundan bu yana hep olduğundan başka türlü görünmek zorunda kalmak olduğunu itiraf etmiştir. Gerçekten de, ancak ne kadar kolay yalan söylediğini ve bir duygunun daha kalpten dudaklara çıkarken nasıl bir hızla kılık değiştirdiğini ve sahte bir görünüş aldığını yüz kere kendisinde fark etmiş olan bir insan, yalnızca bu sahte görünüşlere ve gösterişlere alışmış olan bir insan, -yalan söylememek için ne kadar dikkatli olmak gerektiğini- bilir (ve gerçekten samimi ve dürüst olan insanlardan çok daha iyi bilir). Kendi kendini tahlil ettiği sayısız denemeleri içerisinde, bu ateşli ve tecrübeli ruh, bir duygunun kendisine dikkat edildiğini hisseder etmez hemen nasıl tedirgin olduğunu ve kendini gizlediğini, öyle ki her duyguyu, bilincin kaypak akışı içerisinde geçip giderken, tıpkı oltasına takılan bir balığı kancadan kurtulmasın diye şiddetle kendine doğru çeken bir balıkçının cüretli ve ani hareketiyle çarçabuk yakalamak gerektiğini fark etmiştir; gerçeği, kendisine dikkatle bakıldığından şüphelenmediği için bilincin eşiğinde çıplak bir halde görünme tehlikesini göze aldığı bir anda yakalamak gerekir.

Kendi duygularını gözlemek, bilinçaltına sığınmadan önce ya da başka bir kılık altında kendilerini gizlemeden önce onları kağıt üzerine dökmek, bu usta ve tutkulu gerçek avcısının özel zevki buydu işte ve o, bu avın sağlamış olduğu sevinç dakikalarının, tıpkı bir av hayvanı gibi seyrek olarak ele geçtiğini ve son derece değerli olduğunu bilecek kadar zekiydi. Çünkü, tuhaf olan şey, pek az insanın, hayatı boyunca gerçeğe şu yalan ustası Stendhal kadar saygı göstermiş olmasıdır; gerçeğe her köşe başında rastlanmadığını, kaba ellerin kendisini okşamasına razı olarak ya da tatlılıkla yola getirilerek kendini hemencecik gün ışığına çıkarmadığını çok iyi biliyordu; -kalbin bu usta ve becerikli Odysseus’u-, gerçeklerin mağaralarda yaşadıklarını, ışıktan ürktüklerini, yanlış atılan bir adımın onları kaçırdığını ve yakalamak istediğimiz anda elimizden çarçabuk kaçıp kurtulduklarını biliyordu: Onlara yaklaşabilmek için sessiz adımlarla yürümek gerekir, yumuşak ve hafif ellere ve karanlıkları delip geçmeye alışık olan gözlere sahip olmak gerekir. Ve her şeyden önce de meraklı bir insan, tutkulu bir araştırıcı ve gözlemci olmak gerekir; ama bu tutku, zekanın egemen olduğu bir tutku olmalıdır ve ruhun kanatlarıyla desteklenmelidir. Stendhal’ın deyimiyle ruhun karanlık duvarlarını ve sinirlerin karmaşık ağını en küçük ayrıntısına varıncaya kadar yoklama ve deşme cesaretini göstermek gerekir: Ancak bu şekilde bazı bazı, çok küçük ama özlü buluşlara ulaşılabilir; en aşağı dereceden ama kesin gerçekleri, basit zekaların kendi teorilerinin boş kafesi içerisine hapsettiklerini sandıkları, sistemlerinin o büyük mezarı içerisinde etrafını duvarla ördüklerine inandıkları o hiçbir zaman ele geçmeyen ve erişilmeyen gerçeğin küçük parçalarını ve bölümlerini yakalamak mümkün olabilir. Sözde şüpheci olan Stendhal, aslında gerçeğe çok daha fazla değer vermiştir; gerçeğe ne kadar az rastlandığını ve onun ne kadar kısa ömürlü olduğunu biliyordu; özellikle, onun evcil bir kuş gibi kafese kapatılamıyacağını, ne satılabileceğini ne de satın alınabileceğini, gerçeğin ancak işin sırrını bilenlere kendini gösterdiğini biliyordu.

Bulduğu gerçeklere büyük bir değer verdiği için Stendhal bunları hiçbir zaman açığa vurmadığı gibi, göklere çıkarmaktan da kaçınmıştır; onun için önemli olan tek şey, kendisi için ve kendine karşı açık-yürekli ve içten olmaktı. Başkalarına yalan söylemesindeki küstahlığı da buradan kaynaklanıyordu; tam anlamı ile bencil olan ve tutkulu bir şekilde kendi kendini tahlil eden bu adam, çevresindekilere bir şeyler öğretme gereğini hiçbir zaman duymamış, onlara kendisiyle ilgili bilgiler verme ihtiyacını ise hiç mi hiç duymamıştır. Tam tersine, budalaca bir tecessüsle karşılaşmasın ve kendi ruhunun derinliklerine inen yolları ve esrarlı dehlizleri rahat ve sakin bir şekilde kazabilsin diye, bütün dikenlerini ve zehirli iğnelerini çıkartmıştır. Başkalarını yanıltmak, onun için, her zaman yepyeni bir zevk kaynağı olmuştur; kendine karşı dürüst olmak ise sonsuza kadar sürecek gerçek bir tutku halini almıştır. Ama -yalancının mumu yatsıya kadar yanar-demişler, onun yalanlarının mumu da yaşadığı sürece yandı, bulduğu ve ortaya koyduğu gerçekler ise o öldükten sonra da yaşamaya devam etti. Bir zamanlar kendisine karşı samimi olan sonsuza kadar da samimi kalmıştır. Sırrını açığa vuran ise onu herkese açıklamıştır.

Stefan Zweig

Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar: Casanova, Stendhal, Tolstoy
Türkiye İşbankası Kültür Yayınları
Çevirmen: Gülperi Sert

Previous Story

Tolstoy: Güzel bir öyküdür Çehov’un Duşeçka’sı

Next Story

“Sağlık Politikası Reformu, Yanlış Yolda Mı Gidiyoruz?” John Lister

Latest from Biyografiler

Van Gogh’un kitap tutkusu

Geçtiğimiz haftalarda Paris’in izlenimci koleksiyonuyla ünlü Musée d’Orsay, Antonin Artaud’un Van Gogh: Toplumun İntihar Ettirdiği kitabından yola çıkarak yazar ile ressamı, Artaud ile Van
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ