Stepançikovo Köyü – Fyodor Mihayloviç Dostoyevski

Dostoyevski’nin Sibirya’daki sürgün döneminde yazdığı “Stepançikovo Köyü”, ilginç karakterleri mizahi bir üslupla işlemesiyle dikkat çekiyor. Roman, bir üniversite öğrencisi olan Sergey’in, dayısının evinde tanıdığı Foma Fomiç’e dair anlatımlarına dayanıyor. Evin hakimiyetini eline almış şarlatan ruhlu Foma Fomiç’in komik maceraları romanın omurgasını oluşturuyor. Tabi Fomiç’in yanı sıra, Nastya, Tatyana İvanovna, Mizinçikov, Bahçeyev, Falaley ve Vidopliyasov gibi özgün karakterler de kendi öyküleriyle karşımıza çıkıyor.
1859’da yayımlanan roman, yazarın “Budala” ve “Karamazov Kardeşler” eserlerinin habercisi niteliğinde.

İlk romanı İnsancıklar 1846’da yayımlandı. Ünlü eleştirmen V. Belinski bu eser üzerine Dostoyevski’den geleceğin büyük yazarı olarak söz etti. Ancak daha sonra yayımlanan eserleri o dönemde fazla ilgi görmedi. Yazar 1849’da I. Nikola’nın baskıcı rejimine muhalif Petraşevski grubunun üyesi olduğu gerekçesiyle tutuklandı. Kurşuna dizilmek üzereyken cezası sürgün ve zorunlu askerliğe çevrildi. Cezasını tamamlayıp Sibirya’dan döndükten sonra Petersburg’da Vremya dergisini çıkarmaya başladı. Dostoyevski, 1859’da yayımlanan Stepançikovo Köyü’nde çizdiği karakterlerle Rus kişiliğinin köyde de şehirdekinden farksız olduğunu sergiler.

Dostoyevski’nin Sibirya döneminde kaleme aldığı Stepançikovo Köyü ve Sakinleri yazarın gizli kalmış güldürü yeteneğini gözler önüne seren, gerilimli ve esprili bir taşra hikâyesidir.
Üniversite öğrencisi Sergey Aleksandroviç, zengin dayısı Albay Rostanev’in taşra malikânesine misafir gelir. Burada, mülayim dayısı Rostanev’in tepesine çıkan Foma Fomiç adında kendini beğenmiş bir şarlatanın büyükannesine yaranmaya çalışarak, evin başköşesine yerleştiğini fark eder. Foma Fomiç’in yaptıklarını nutku tutularak izleyen Sergey’in gelişiyle evin düzeninde önemli değişiklikler olacaktır. Dostoyevski’nin bir oyun olarak tasarladığı Stepançikovo Köyü ve Sakinleri, genç yazarın ustası Gogol’e verdiği bir selam niteliğindedir.

“Stepançikovo Köyü’nün Foma Fomiç’i karşı konulmaz, Molière ve Shakespeare’e rakip olabilecek birinci sınıf, komik bir eser.”
THOMAS MANN

“Stepançikovo Köyü Dostoyevski’nin kendi geçmişinin eleştirel bir incelemesidir.”
JOSEPH FRANK

Birinci Bölüm
I
GİRİŞ
Dayım Albay Yegor İlyiç Rostanev emekliye ayrıldıktan sonra,
kendisine miras kalan Stepançikovo Köyü’ne yerleşmiş, orada,
ömrünü malikânesinde geçirmiş atadan bir toprak sahibi gibi
yaşamaya başlamıştı. Kesinlikle her şeyi hoşnutlukla karşılayan, her şeye alışıveren insanlar vardır. Emekli albay da bunlardandı. Ondan daha uysal, her şeye boyun eğen bir insan düşünmek bile güçtür. Tutup ondan –şöyle birazcık ciddi bir tavırla–
birini omzuna alıp iki versta uzakta bir yere taşımasını isteyecek olsalar taşırdı sanırım. Bir kez istemekle her şeyini vermeye, ilk isteyenle, handiyse sırtındaki son gömleğini ortak kullanmaya hazır olacak derecede iyi yürekliydi. Babayiğit bir dış
görünüşü vardı: Uzun boylu, iri yapılıydı. Yanakları al al, dişleri –fildişi gibi– bembeyazdı. Uzun bıyığı koyu kızıldı. Sesi gürdü, çın çın öterdi kahkahaları. Konuşması kesik kesik, çabuktu. Emekliye ayrıldığında kırk yaşlarındaydı. Aşağı yukarı on
altı yaşında girdiği hafif süvaride geçmişti ömrü. Çok genç yaşta evlenmişti, karısını çılgınca seviyordu. Ama ölmüştü karısı,
dayımın yüreğinde silinmez, soylu bir anı bırakarak… Sonunda
40
Stepançikovo Köyü kendisine miras kalınca –böylelikle altı yüz
köleye ulaşmıştı varlığı– görevden ayrılmış, yukarıda söylediğim gibi, çocuklarıyla –sekiz yaşında olan İlyuşa ile (onu doğururken ölmüştü annesi) on beş yaşlarında genç bir kız olan,
annesinin ölümünden sonra Moskova’da bir pansiyona verdiği büyük kızı Saşa ile– köye yerleşmişti. Ama çok geçmeden
Nuh’un Gemisi’ne dönmüştü dayımın evi. Bakın neler oldu:
O mirasa konup da emekliye ayrıldığı günlerde, ikinci evliliğini on altı yıl önce, dayım asteğmenken yapan general karısı
anneciği de dul kalmıştı. Annesi, ilk kocası öldükten sonra General Krahotkin ile (evlenmeyi oğlu düşündüğü sıralar) evlenmişti. Anneciği, evlenmesi için istediği anne onayını uzun süre
vermemişti dayıma. Ağlayıp sızlamış, oğlunu bencillikle, nankörlükle, saygısızlıkla suçlayıp durmuştu. Dayımın iki yüz elli
kölelik varlığının, ailesini (yani –çevresindeki asalaklarıyla, finolarıyla, fifileriyle, Çin kedileriyle vb.– sevgili annesinin) geçindirmeye zaten yetmediğini söylüyordu. Bu sitemlerin, azarlamaların, sızlanmaların arasında (oğlundan önce) evlenivermişti. Kırk iki yaşındaydı o zamanlar. Gelgelelim bunda da zavallı dayımı suçlayacak bir neden bulmuştu. Generalle sadece
ihtiyarlığında kendisine bir sığınak edinmek, saygısız bencilin,
oğlunun, bağışlanamayacak bir küstahlığa kalkışmakla –bir yuva kurmaktı dayımın bu küstahlığı– ondan esirgediği sığınağı
edinmek için evlendiğini söylüyordu önüne gelene.
Görünüşte öylesine aklı başında bir insana benzeyen rahmetli General Krahotkin’i kırk ikilik bir dulla evlenmeye iten gerçek nedeni hiçbir zaman öğrenemedim. Kadının paralı olduğunu sanmış olsa gerek. Ona düpedüz bir bakıcının gerektiğini,
zira sonraları, ihtiyarlığında onu her yandan saran hastalıkları
daha o zamandan sezinlediğini düşünenler de vardı. Bilinen tek
şey şu: Evlilikleri süresince hiç de derin bir saygı beslememişti
karısına general. Her fırsatta alay etmişti onunla. Tuhaf bir insandı. Yarım yamalak bir öğrenim görmüştü, ama oldukça zekiydi. Ayırmadan herkesi küçümserdi. Prensip diye bir takıntısı yoktu. Herkesle, her şeyle alay ederdi. Yaşlanınca da düzenli,
iyi sayılamayacak yaşayışı sonucu hastalıkları yüzünden huy-
41
suz, sinirli, acımasız bir ihtiyar olmuştu. Görevinde başarılıydı.
Ne var ki, “tatsız bir olay” nedeniyle pek uygunsuz bir biçimde –mahkemede yakayı güç kurtararak, emekli aylığından da
yoksun kalarak– emekliye ayrılmak zorunda kalmıştı. Bu iyice
huysuzlaştırmıştı onu. Malı mülkü hemen hiç olmadığı, sayıları yüzü bulan köleleri yoksulluk içinde kıvrandığı halde, emekliye ayrılınca yan gelip yattı general. Günlerini, tam on iki yılını, geçiminin neyle sağlandığını, ona kimin baktığını kendisine dert edinmeden geçirdi. Oysa bu arada yaşamın her türlü
hazzını tatmak da istiyor, giderlerini kısmaya yanaşmıyor, özel
kupa arabasını satmıyordu. Çok geçmeden ayakları tutmaz oldu. Ömrünün son on yılını, ondan en yakası açılmadık küfürlerden başka bir şey işitmemiş, boylu boslu iki uşağın, gerektiğinde bir yerden bir yere ittiği tekerlekli sandalyesinde geçirdi.
Kupa arabasının, uşakların, tekerlekli sandalyenin masraflarını
generalin karısının saygısız oğlu –çiftliğini, üst üste ipotek ettirerek, en zorunlu gereksinimlerinden kısarak, o zamanki durumuna göre hemen hemen hiç ödeyemeyeceği borçlara girerek–
karşılıyordu. Ama bencil adından, nankör evlat adından kurtulamamıştı gene de. Dayım o denli temiz yürekliydi ki, bencil bir insan olduğuna kendi de inanmıştı sonunda. Bu yüzden
kendisini cezalandırmak için, bencillikten kurtulmak için giderek daha çok para yollamaya başlamıştı annesine. General karısı tapıyordu kocasına. Aslında en çok hoşlandığı da onun bir
general, kendisinin de onun sayesinde general karısı olmasıydı.
Evde general karısının –kocasının varlığıyla yokluğu belli
değilken– çevresindeki asalakların, kent dedikoducularının, finoların arasında parlak bir yaşam sürdüğü ayrı bir bölümü vardı. Küçük kentin önde gelenlerindendi general karısı. Dedikodular; vaftiz analığına, nikâh analığına çağrılmalar, ufak ufak
oynanan prejefans’lar,1
genel olarak da, general karısı olduğu
için kendisine gösterilen saygı, evdeki sıkıntılarını silip atmaya yetiyordu. Kentin laf taşıyıcıları her gün uğrarlardı ona. Her
yerde, her zaman baş köşe onundu. Sözün kısası, generallik sıfatından yararlanabildiğince yararlanıyordu. General, karısının
1 Üç dört kişinin otuz iki kâğıtla oynadığı bir kâğıt oyunu.
42
hiçbir şeyine karışmıyordu. Öte yandan, başkalarının yanında insafsızca alay ediyordu onunla. Sözgelimi, böyle “kilise ekmekçisi” bir kadınla neden evlendiğini soruyordu. İtiraz edemiyordu ona kimse. Tanıdıkları yavaş yavaş uzaklaşmışlardı.
Oysa gerekliydi onun için toplum: Çene çalmayı, hafiften tartışmayı sever; karşısında onu dinleyen birinin oturmasını isterdi. Eski liberal düşüncelilerden, tanrıtanımazlardandı. Bu yüzden göksel şeylerden söz etmeyi de severdi.
Ne var ki, küçük N… kentinin dinleyicileri göksel şeylere
pek ilgi duymuyorlardı. Giderek daha seyrek ziyaretine gelmeye başlamışlardı. Aile arasında vist-preferans oynamayı deniyorlardı. Ama her oyunun sonunda sinir krizi geliyordu generale. Öyle ki, karısı da, evde asalak geçinen sığıntılar da dehşete kapılıyor; mum yakıyor, dualar okuyor, bakla falı, kâğıt falı
bakıyor, cezaevinde ekmek dağıtıyorlar; yeni bir vist-preferans
partisi kuracakları, yaptıkları her yanlışlık yüzünden azar, küfür işitecekleri, handiyse dayak yiyecekleri öğlen sonrası saatini korkuyla beklemeye başlıyorlardı. Bir şey hoşuna gitmediği
zaman hiç kimseden çekinmezdi general. Görgüsüz bir kadın
gibi ciyak ciyak bağırmaya, bir arabacı gibi ağzına geleni söylemeye başlar, bazen kâğıtları parça parça edip yere fırlattıktan,
oyun arkadaşlarını kovduktan sonra can sıkıntısından, öfkesinden ağlamaya bile başlardı. Hem bütün bunların nedeni çoğu
zaman, dokuzlu yerine atılan bir vale olurdu. Gözleri zayıfladığı için son zamanlarda bir okumacıya gereksinimi olmuştu. Foma Fomiç Opiskin de o zaman çıkmıştı ortaya.
Ne yalan söyleyeyim, öykümün bu yeni kişisini biraz törenli
anlatmaya başladım. Hiç kuşkusuz, öykümün en önemli kişilerinden birisidir. Okuyucunun dikkatine ne denli değdiğini anlatmayacağım burada: Bu konuda okuyucunun kendisinin karar vermesi daha yerinde olur.
Foma Fomiç, General Krahotkin’in evine boğaz tokluğuna –
ne daha çok, ne daha az– çalışan bir sığıntı olarak girmişti. Ortaya nereden çıktığı, bilinmezliğin karanlığıyla örtülüdür. Bununla birlikte, bazı araştırmalar yaptım. Dikkate değer bu insanın geçmişiyle ilgili ufak tefek bilgiler edindim. Bir zaman-
43
lar, bir yerde devlet hizmetinde çalıştığını, başka bir yerde –
kuşkusuz– “doğruluğu yüzünden” çok çektiğini söylüyorlardı.
Bir zamanlar Moskova’da edebiyatla ilgilendiğini söyleyenler
de vardı. Şaşılacak bir şey değil bu: Foma Fomiç’in kara cahilliği, onun edebiyat alanındaki başarısını engelleyemezdi kuşkusuz. Ama şu biliniyordu kesinlikle: Hiçbir yerde dikiş tutturamamıştı Foma. Sonunda, çile doldurmak için, okumacı olarak
generalin yanına girmek zorunda kalmıştı. Generalin evinde
yediği bir lokma ekmek için katlanmadığı hakaret yoktu. Doğrusu, sonraları, generalin ölümünden sonra Foma hiç beklenmedik bir biçimde, ansızın önemli, olağanüstü bir kişilik olunca, soytarılığı kabullenirken kendini yüce gönüllülükle dostluğa adadığını, generalin onun velinimeti olduğunu, generalin
büyük, anlaşılmamış bir insan olduğunu birçok kez söylemişti
bize. Ruhunun en değerli, en gizli sırlarını yalnız ona, Foma’ya
açarmış general. Generalin isteğiyle yabani hayvanların taklidini yapması, kılıktan kılığa girmesi sadece hastalıklardan bunalan zavallı bir dostun acılarını hafifletmek, onu eğlendirmek
içinmiş. Ancak, Foma Fomiç’in bu konudaki sözleri hayli kuşku götürür. Öte yandan, aynı Foma Fomiç’in, soytarıyken, general evinin kadınlar bölümünde bambaşka bir durumu vardı.
Bu durumu kendisine nasıl sağladığını, bu gibi işlerde uzman
olmayanların anlaması güçtür.
General karısının mistik bir saygısı vardı ona. Nereden geliyordu bu saygı, bilinmiyor. General evinin kadınlar bölümünde bir zaman sonra bazı meraklı hanımların tımarhanelerde ziyaret ettikleri bilge kişilerin, kâhinlerin uyandırdıkları etkiyi
andıran bir etki uyandırmıştı. Yüksek sesle din kitapları okuyor, Hıristiyanlığın erdemlerinden gözyaşları dökerek söz ediyor, hayatını, yaptığı büyük işleri anlatıyor, öğlen ayinlerine
hatta sabaha karşı ayinlerine gidiyor, bazı kehanetlerde bulunuyor, özellikle düş yorumlamasını pek iyi beceriyor, tanıdık
insanları ustalıkla eleştiriyordu. General arka odalarda neler
olup bittiğini sezinliyor, sığıntısını daha acımasız eziyordu. Ne
var ki Foma’nın çektikleri, general karısıyla çevresindekilerin
ona olan saygısını daha da güçlendiriyordu.
44
Sonunda değişti her şey. General öldü. Ölümü pek tuhaf oldu. Bu liberal düşünceli, tanrıtanımaz adam inanılmayacak ölçüde korktu ölümden. Ağlıyor, yaptıklarından pişmanlık duyuyor, tasvirleri öpüyor, papazları istiyordu. Ölü duasını okudular, kutsal yağ sürdüler bedenine. “Ölmek istemiyorum!” diye bağırıyordu zavallı. Gözlerinde yaşlar, Foma Fomiç’e bile
onu bağışlaması için yalvarıyordu. Bu durum sonraları olağanüstü bir “fors” sağladı Foma Fomiç’e. Generalin ruhunun bedeninden ayrılmasından hemen önce de bir olay oldu. General karısının birinci evliliğinden kızı, teyzem Praskovya İlyiniçna –hiç evlenmemişti, generalin evinde kalıyordu– generalin en sevdiği kurbanlarından biriydi. Generalin tekerlekli sandalyede geçirdiği on yıl boyunca da, sonu gelmeyen hizmetleri için gerekliydi ona. Saflığıyla, sessizliğiyle, cana yakınlığıyla
yalnız o başarabilmişti generalin gözüne girmeyi. Teyzem, iki
gözü iki çeşme, başının altındaki yastığı düzeltmek için yaklaşmıştı generalin yatağına. Ama tam o anda general teyzemin
saçlarına yapışmış, öfkeyle üç kez sallamıştı başını. On dakika
sonra da ölmüştü. General karısının onu görmek istemediğini,
böyle bir anda onu evine almaktansa ölmeye razı olacağını söylemesine karşın, albaya haber verdiler. Cenaze töreni –kuşkusuz gene, eve almak istemedikleri saygısız evladın parasıyla–
pek parlak oldu.
Generalin de yüz kadar kölesinin bulunduğu, birkaç toprak sahibinin olan bakımsız, harap Knyazovka Köyü’nde beyaz
mermerden, orada yatmakta olanın aklını, yeteneklerini, yüce gönüllülüğünü, aldığı nişanları, generalliğini öven yazılarla süslü bir mezar vardır… Bu yazıların yazılmasıyla Foma Fomiç pek yakından ilgilenmişti. General karısı, dik kafalı oğlunu
affetmemek için uzun süre çırpındı durdu. Çevresini almış sığıntılarının, finolarının arasında hıçkıra hıçkıra ağlayarak, “dik
kafalı”nın dileğine boyun eğip Stepançikovo’ya gitmektense,
“gözyaşlarıyla ıslatıp yumuşatarak” kuru ekmek yiyeceğini,
elinde bir bastonla pencere diplerinde dileneceğini, dünyada
ayağını onun evine atmayacağını söylüyordu! Bu gibi durumlarda ayak sözcüğünü bazı kadınlar pek etkili bir ses tonuyla
45
söylerler. General karısı da büyük bir ustalıkla, bir sanatçı gibi söylüyordu bu sözcüğü… Sözün kısası, heyecanlı atıp tutmaların sonu gelmedi uzun süre. Bu arada şunu da belirtmek yerinde olur, general karısı bir yandan ağlayıp sızlarken, bir yandan da Stepançikovo’ya taşınmak için ufak ufak hazırlanmaya
başlamıştı. Albay, Stepançikovo ile kent arasındaki kırk verstalık yolu hemen her gün gide gide atlarının canını çıkarıyordu. Öyleyken, gururu incinmiş annesinin karşısına çıkabilmesi
için izni ancak, generalin toprağa verilmesinden iki hafta sonra
alabildi. Foma Fomiç arabuluculuk yapıyordu. Bu iki hafta boyunca durmadan sitem etti “dik kafalı”ya. “İnsanlık dışı” davranışı yüzünden demediğini bırakmadı onun için. Kederinden
ağlayacak, umutsuzluğa kapılacak kadar duygulandırdı onu.
Zavallı dayımın üzerinde Foma Fomiç’in sınırsız, acımasız etkisi o sıralar başlar. Karşısındakinin nasıl bir insan olduğunu anlamıştı Foma. Soytarılığının artık sona erdiğini, koyunun bulunmadığı yerde keçi örneği, kendisinin de adam yerine geçebildiğini hemen sezinlemişti. Böylece acısını çıkardı çektiklerinin. Şöyle diyordu:
“Öz ananız, nasıl demeli, sizi dünyaya getirmekten başka
bir suçu olmayan ananız, eline bir değnek alıp soğuktan titreyen kollarıyla ona yaslana yaslana, dilenmeye çıkarsa hoşunuza mı gidecek bu? Bir general karısını, hem onun gibi erdemleri olan bir kadını buna zorlamak canavarlık olmaz mı? Günün
birinde –elbette yanlışlıkla– sizin pencerenizin dibine gelir, bir
dilim ekmek için elini uzatırsa –pekâlâ olabilir bu– ne yaparsınız? O anda siz, yani onun öz oğlu kuştüyü bir yatağa yan gelmiş yatıyor, lüks içinde hayatın zevkini çıkarıyor olabilirsiniz!
Korkunç bir şey olurdu bu, korkunç! Ama asıl korkunç olanı
–izninizle açık açık söyleyeceğim bunu albayım– evet asıl korkunç olanı da, karşımda duygusuz bir direk gibi, ağzınız iki karış açık, gözlerinizi kırpıştırarak dikilmenizdir. Doğrusu yakışık almayan bir durum bu. Oysa böyle bir şeyi düşünmek bile
saçınızı başınızı yolmanıza, dereler gibi gözyaşı dökmenize yetmeliydi… Ne diyorum ben de? Dereler değil, nehirler, göller,
denizler, okyanuslar gibi gözyaşı dökmeliydiniz…”
46
Anlayacağınız, aşırı heyecandan saçmalamaya başlamıştı Foma. Aslında güzel konuşmaya kalkıştığı zamanlar sonu böyle
gelirdi hep. Kuşkusuz, sonunda general karısı, onun sırtından
geçinen sığıntılarıyla, finolarıyla, Foma Fomiç ile baş gözdesi
Matmazel Perepelitsına ile onurlandırdı Stepançikovo’yu. Oğlunun yanında kalıp kalamayacağına şöyle bir baktıktan sonra karar vereceğini, bu arada onun saygısını bir kez daha deneyeceğini söylüyordu. Annesi saygısını denerken, albayın durumunu gözünüzün önüne getiriyorsunuzdur kuşkusuz! Daha yeni dul kalmış bir kadın olarak, ilk zamanlar, bir daha geri
gelmeyecek generalini anımsadığında, haftada iki üç kez umutsuzluğa düşmeyi kendi için bir görev sayıyordu general karısı.
Nedendir bilinmez, her zaman da kabak albayın başında patlıyordu. Kimi zaman –özellikle konukların yanında– küçük torunu İlyuşa ile on beş yaşındaki kız torunu Saşa’yı yanına çağırırdı general karısı, yanı başına oturturdu onları, böyle bir babanın eline düşmekle felaketlerin en büyüğüne uğramışlar gibi
acıyarak, üzüntüyle uzun uzun bakardı onlara. İçini dertli dertli çeker, sonunda bir şey söylemeden –en azından bir saat– esrarlı gözyaşları dökerdi. Bu gözyaşlarını anlayamazsa vay halineydi albayın! Zavallı da hemen hiçbir zaman anlayamazdı bu
gözyaşlarını. Böyle anlarda –saflığından– aksi gibi çıkagelir, ister istemez bir sınavın içine düşerdi. Ne var ki her şeye karşın
annesine olan saygısı azalmıyordu albayın. Sonunda en yüksek
noktasına bile varmıştı. Sözün kısası, general karısı da, Foma
Fomiç de, başlarının üstünde bunca yıl esen General Krahotkin
fırtınasının artık geçtiğini, bir daha geri gelmemek üzere geçtiğini kesinlikle anlamışlardı. Kimi zaman durup dururken birden bayılıyor, kanepeye yığılıyordu general karısı. Bir telaştır
başlıyordu evin içinde. Albay ne yapacağını, ne yana koşacağını şaşırıyor, gazel yaprağı gibi titriyordu.
General karısı, kendine gelince:
“Kalpsiz evlat!” diye bağırmaya başlıyordu. “İçimi parçaladın… mes entrailles, mes entrailles!
2

Albay, annesinin dediğini anlayamamış gibi soruyordu:
2 (Fr.) İçimi, içimi!
47
“Ne yaptım da parçaladım içinizi anneciğim?”
“Parçaladın işte! Parçaladın! Bir de temize çıkarmaya çalışıyor kendisini! Vicdansızlığın bu kadarı görülmemiştir, kalpsiz
evlat! Ölüyorum!..”
Albayın durumu perişandı kuşkusuz…
Ama sonunda ölmüyordu general karısı. Canlanıyordu gene.
Yarım saat sonra albay birine –karşısındakinin ceketinin düğmesiyle oynayarak– şöyle diyordu:
“Evet kardeşim, bir grande dame,
3
bir general karısıdır o!
Dünyanın en iyi yürekli kadınıdır. Ama biliyor musun, kibar,
ince ruhlu insanlara alışmış kadıncağız… Benim gibi dan-dun
bir herifin yanında tuhaf oluyor! Demin kızdı bana. Kabahat
bende elbette. Doğrusunu istersen kardeşim, kabahatimin ne
olduğunu bilmiyorum, ama bir suçum olmuştur sanırım…
Bazen Matmazel Perepelitsına; şu kaşsız, takma saçlı, ufak
gözlerinin bakışı haris, dudakları iplik gibi incecik, ellerini her
zaman hıyar suyuyla yıkayan tohuma kaçmış, her şeye yılan gibi tıslayan yaratık da albaya akıl verme gereksinimi duyuyordu:
“Sizin saygısızlığınızdır bunun nedeni efendim. Bencil olduğunuz için incitiyorsunuz annenizi. Alışık değillerdir böyle şeylere. Bir general karısıdır karşınızdaki, oysa siz ancak bir
albaysınız.”
Birisiyle konuşurken:
“Sana bir şey söyleyeyim mi kardeşim,” diyordu albay, “şu
Matmazel Perepelitsına olağanüstü bir kız. Toz kondurmuyor anneme! Bulunmaz bir kız! Onun bir sığıntı falan olduğunu sanma sakın. Yarbay kızıdır kendisi. Böyle işte kardeşim!”
Bunlar bir şey değildi kuşkusuz. Numara yapmakta öylesine usta olan general karısı da, eski sığıntısının karşısında bir sıçan yavrusu gibi tir tir titriyordu. Foma Fomiç iyice büyülemişti onu. Yaşlı kadın gözünün içine bakıyordu Foma’nın. Onun
gözleriyle görüyor, onun kulaklarıyla duyuyordu. Dayımın yanında kalan, gene hafif süvari emeklisi, henüz genç, ama varının yoğunun altından girip üstünden çıkmış bir akrabam, general karısıyla Foma Fomiç’in arasında bağışlanamayacak bir
3 (Fr.) Sosyete hanımefendisi.
48
ilişki bulunduğundan kuşkusu olmadığını açık açık söylemişti
bana. Son derece kaba, basit olan bu düşünceyi o anda nefretle reddetmiştim kuşkusuz. Hayır, başka bir şey vardı ortada. Bu
başka şeyi de, okuyucuya önce Foma Fomiç’in –daha sonra öğrendiğim– yaradılışını anlatmadan açıklayamayacağım.
Son derece değersiz, kişilikten yoksun, toplumun dışladığı,
hiç kimsenin bir gereksinim duymadığı, yararsız, tepeden tırnağa iğrenç, öte yandan alabildiğine gururlu, kendini beğenen,
ama bu gururunu az da olsa haklı çıkaracak en küçük bir yeteneği olmayan bir insan getirin gözünüzün önüne. Önceden
uyarırım sizi: Sınırsız bir gururun kendisidir Foma Fomiç. Değişik bir gururdur onunki. Ancak tam anlamıyla bir hiç olan,
genellikle küçüklükten beri ağır başarısızlıklarla ezilen, uzun
yıllar gururu için için işlemiş, kıskançlıkla acı çekmiş, karşılaştığı her insana, başkalarının her başarısına duyduğu çekemezliğin zehrini içine akıtmış insanlarda görülebilen bir gururdu bu. Bütün bunlara bir de çirkin mi çirkin bir sıkılganlıkla, delice bir kuşkuculuğun tuz biber ektiğini söylemeye gerek
var mı bilmem? Şöyle soracaklar çıkar belki: “Böylesine bir gurur nereden geliyor? Toplumsal durumlarına bakarak hadlerini bilmeleri gereken bu zavallı, değersiz kimselerin bu gururunun kaynağı nedir?” Nasıl yanıtlamalı bu soruyu? Kim bilir, istisna olanlar vardır belki. Kahramanım da onlardan biri olabilir. Gerçekten de, sonra anlaşılacağı gibi, bir istisnadır o. Hem
izninizle sorabilir miyim: Her şeye boyun büken, sizin soytarınız, sığıntınız, uşağınız olmayı kendilerine bir onur, bir mutluluk sayan insanların hiç gururu olmadığını mı sanıyorsunuz siz? İnanıyor musunuz buna? Peki evinizin arka odalarındaki, burnunuzun dibindeki, sofranızdaki kıskançlıklara, dedikodulara, fitnelere, iftiralara, esrarlı fiskoslara ne buyrulur?
Kim bilir, kaderin ezdiği bu yersiz yurtsuzların, soytarılarınızın, meczuplarınızın bazılarında gurur küçülmekle yok olmuyor da, sırf bu küçülmeyle, bu meczuplukla, soytarılıkla, asalaklıkla; boyun eğmeye, kişiliksizliğe ömür boyu bu zorunlulukla daha da çoğalıyor belki, alevleniyor? Kim bilir, çirkin bir
biçimde gelişen, büyüyen bu gurur –belki de ilk kez, daha bir
49
çocukken, gözlerinin önünde annesinin, babasının küçülmesiyle horlanan– geleceğin yersiz yurtsuzunun baskıyla, yoksullukla, çevresindeki pislikle küçülen kişiliğinin düzme, başlangıçta bozulmuş, kokuşmuş duygusudur belki? Foma Fomiç’in
genel kuralın dışında kaldığını söylemiştim zaten. Onun bir zamanlar edebiyatçı olduğu, bu alanda hayal kırıklığına uğradığı, anlaşılmadığı da doğrudur. Anlaşılmamak –edebiyatta kuşkusuz– Foma Fomiç gibi nicelerini mahvedebilir… Kesinlikle
bilmiyorum, ama Foma Fomiç’in, edebiyatla ilgilenmeye başlamadan önce de bir yerde dikiş tutturabilmiş olabileceğini sanmıyorum. Başka işlerde de ücret yerine tekme ya da daha kötü şeyler almıştır belki. Ne var ki, bu konuda bir şey öğrenemedim. Ama sonraları bazı araştırmalar yaptım. Foma’nın bir zamanlar Moskova’da gerçekten de bir romancık döktürdüğünü
biliyorum şimdi. Otuzlu yıllarda Moskova’da her yıl yirmi-otuz
tanesi çırpıştırılan, zamanında Baron Brambeus’un4
nüktelerine iyi ham madde olmuş Moskova’nın Kurtuluşu, Kazak Fırtınası, Oğul Sevgisi ya da 1104 Yılında Ruslar gibi romanlara pek
benzeyen bir şeydi yazdığı… Çok eskidendi bu kuşkusuz. Ama
edebiyat yılanı bazen –özellikle kişilikten yoksun, biraz aptal
kimseleri– pek derin, bir daha iyileşemeyecek biçimde sokar.
Foma Fomiç, edebiyat alanına adımını atmasıyla hayal kırıklığına uğraması bir olmuş, arkasından, bütün meczupların, aylakların, yersiz yurtsuzların oluşturduğu hayal kırıklığına uğramışlar kalabalığına katılmıştı. Sanırım ondaki o iğrenç övünme, övülme, kendini gösterme, sayılma, beğenilme tutkusu daha o zamanlar başlamıştır. Soytarıyken bile ona tapan bir budala grubu yaratmıştı çevresinde. Onun en büyük gereksinimi
bir yerde, ne yapıp yapıp en önemli kişi olmak, birtakım kehanetlerde bulunmak, şunu bunu kötülemek, kendisini göklere
çıkarmaktı! Onu öven çıkmazsa, hemen kendi kendini övmeye başlardı. Stepançikovo’da, dayımın evinde –oranın tek hâkimi, her şeyi bilen tek kişisi olduktan sonra– Foma’nın söy4 Yazar Yosif İvanoviç Senkovski’nin takma adı. Arap dili profesörüydü. Çeşitli edebiyat dergilerinde yazmıştır. Şen Adam mizah dergisinin kurucusudur –
ç.n.
50
lediklerini ben de dinledim. Bazen, çok önemli bir şeyden söz
ediyormuş gibi, esrarlı bir tavırla “Sizlerin yanında kalıcı değilim ben,” diyordu. “Buralarda yaşayamam! Şöyle bakıyorum,
hepinizin işlerini yoluna koyduktan, hepinize neyi nasıl yapacağınızı öğrettikten sonra çekip gideceğim. Dergi çıkaracağım
Moskova’da! Konuşmalarımı her ay otuz bin kişi dinleyecek.
Adım sarsacak sonunda her yanı. Düşmanlarımın yandığı gündür o zaman!” Ne var ki, bu büyük insan, üne kavuşmaya hazırlanırken, ödülünü hemen istiyordu. Aslında bir şeyin ödülünü önceden almak –özellikle bu durumda– hoş olur. Onu –Foma’yı– çok büyük bir utkunun beklediğine, Tanrı’nın onu bu
utku için yarattığına, bu utkunun gerçekleşmesi için, düşlerinde gördüğü kanatlı bir adamın –ya da buna benzer bir şeyin–
onu buna zorladığına dayımı iyice inandırmıştı. Özellikle, insanları günahlardan koruyacak, derin anlamlı, dünyayı sarsacak, Rusya’yı bir baştan bir başa sarsacak bir yapıt yazacakmış.
Rusya sarsılmaya başlayınca o –Foma– ününü umursamadan
manastıra çekilecek, Kiev mağaralarında anayurdunun mutluluğu için gece gündüz dua edecekmiş. Bütün bunlar gözlerini
kamaştırıyordu dayımın.
Şimdi siz söyleyin, ömrünce sürünmüş, ezilmiş, belki gerçekten ayak altına alınıp ezilmiş Foma’dan ne çıkardı başka?
Tepeden tırnağa tutku, gurur olan Foma’dan, edebiyat alanında
hayal kırıklığına uğramış Foma’dan, açlıktan ölmemek için işi
soytarılığa dökmüş Foma’dan, önceki hiçliğine, güçsüzlüğüne
karşın, zorba ruhlu olan Foma’dan, övünmekten ölesiye hoşlanan, amacına ulaşmış küstah Foma’dan; birden istediği kadar
onura, gurura kavuşmuş budala bir kadın koruyucuyla her şeye razı –uzun süre süründükten sonra evine düştüğü– bir erkek koruyucunun el üstünde tuttuğu, şımarttığı Foma’dan başka ne beklenirdi? Dayımın yaradılışından daha bir ayrıntılı söz
etmek zorundayım şimdi. Yoksa Foma Fomiç’in başarısı anlaşılamaz. Yalnız bu arada şunu da söyleyeyim, “Yüz verirsen
astarını da ister” atasözü Foma Fomiç için söylenmişti sanki.
Çektiklerinin acısını çıkarma fırsatı geçmişti eline! Ezilmekten
kurtulan aşağılık bir insan, bu kez başkalarını ezmeye başlar.

Bir yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir