Suskunlar – İhsan Oktay Anar “Sükût ikrardan gelir”

Nevzat Evrim Önal’ın yorumuyla;
Postmodern edebiyatın Türkiye’deki en önemli temsilcilerinden İhsan Oktay Anar, beşinci eseri olan Suskunlar?da, 18. yüzyıl İstanbul’unda, müzik teması etrafında kurulmuş bir mistik hikâye anlatıyor.
Daha önceki romanlarında olduğu gibi ‘masal masal içinde’ bir tarzda yazılmış olan eserde Anar, semavi dinlerin etrafında örülen mitolojiye geniş biçimde, arzusuna göre şekil veriyor ve okuyucuya ağır diline rağmen kolay okunan, eğlenceli bir eser sunuyor.
Başlamadan belirtmemiz gerekli ki, yazacağımız eleştiri metninde,
ister istemez önceden bilinmesi romanın keyfini kaçıracak pek çok şeyden bahsetmek zorunda kalacağız. Her ne kadar yazılı bir eserin sonunun bilinmesinin onun ?heyecanını kaçıracağı? düşüncesini tuhaf bulsak da, okuyacakları eserde sayfayı çevirmek için bilinmezliğe ihtiyaç duyan okuyucuları baştan uyarmamız gerekiyor.
Bir mitler kolajı
Anar’ın yukarıda değindiğimiz ‘masal masal içinde’ tarzı, sırtını sayısız Anadolu ve İstanbul efsanesinin yanı sıra kutsal kitaplarda yer alan veya bu kitapların etrafında oluşan mitlere ve yorumlara yaslıyor. Anar?ın bu eserinde, önceki eserlerinde de sıkça başvurduğu, insanlığın binlerce yıllık masallarını eserin gerektirdiği biçimlerde yorumlayarak ve kolajlayarak yeniden yazma yönteminde, artık gerçek anlamda ustalaştığını belirtmemiz gerekiyor.
Roman, bir eleştiri yazısı çerçevesinde incelenemeyecek kadar çok mistik gönderme içeriyor. Öyle ki, klasik edebiyatta gerçek dışı olan şeyler nasıl gerçeklerin bir metaforu olarak kullanılıyorsa, Suskunlar?da gerçek olan hemen her şey, gerçek dışı bir şeyin metaforu olarak karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla, romanın iç tutarlılığına dair bir tartışmaya girişmeyeceğiz, zira her şeyin mümkün olduğu bir hayal dünyasının iç tutarlılığını tartışmak abesle iştigal olacaktır.
Biz, bunun yerine, yazarı da, okuyucuları da nihayetinde etten kemikten insanlar olduğu için, kaçınılmaz biçimde yaşadığımız gerçek dünyaya yönelik önermeler sunan romanın, bu önermelerinin ne denli tutarlı ve anlamlı olduğunu tartışmaya çalışacağız. Romandaki tüm mistik göndermeleri de, bu tartışmamızın gerektirdiği ölçüde incelemeye tabi tutacağız.
Görmek, duymak, susmak; ermek
Kitap, Mevlana’nın ‘Kulak eğer gerçeği anlarsa, gözdür’ sözüyle açılıyor ve şu satırlarla kapanıyor:
‘Gözün görevinin görmek değil, hakikati görmek olduğunu söyleyen alim aklına geldi, Hakikati gören gözün başka hiçbir şey görmesine gerek yoktu. Yedikule kâhininin gözüne de bu şekilde perde indi (‘) Tıpkı sessizliği dinleyen Eflatun gibi kâhin de sustu. Belki de susmak, gerçeği anlatmanın tek yoluydu.’
Tek ve ideal bir gerçek olduğu, dünyevi olan her şeyin aslında ideal bir gerçeğin bozulmuş bir yansıması olduğu, ideal gerçeğe nail olanın (dilerseniz, erenin) da ‘bozuk’ dünyevi gerçeklerle uğraşmaya artık ihtiyacı olmayacağı, platonik düşüncenin temel önermeleri arasında yer almaktadır. Dolayısıyla romanın ‘eren’ karakterinin isminin Eflatun olması, açık bir tercih anlamına geliyor: Anar, en eski felsefi tartışma sayılabilecek Platon-Aristo tartışmasında safını seçmekte tereddüt etmiyor.
Eflatun’un ‘erme’ yolculuğu gaipten bir ney sesi duymasıyla başlıyor. Delirdiğine hükmedilip evin tavan arasına kilitlenen Eflatun, bu odada yedi sene kaldıktan sonra gaipten ney sesinin yanı sıra bir ‘Gel’ çağrısı duyuyor. Böylelikle evini terk eden Eflatun’un yolculuğu Galata Mevlevihanesi?nde son buluyor. Kitabın yaklaşık yedide biri (s.82-124) olan bu yolculuk boyunca tek tek yedi ölümcül günaha şahit olan ve yedi ayrı günahkâra ‘bana siz mi ‘Gel’ dediniz?? diye sorup, yedisi tarafından da itilip kakılan Eflatun, mevlevihaneye gelip de aynı soruyu sorduğunda önce ?Biz insanlara ?Gel? diyenleriz, doğru yere geldin? cevabı alıyor, ardından da mevlevihanenin şeyhi ona şöyle bir konuşma yapıyor:
‘Senin buraya gelmenin sebebi sadece bizim ‘Gel’ dememiz değil, ayrıca onların sana ‘Git’ demeleri. Hiç kimseye ‘kötüdür’ deme. Aslında onlar, bilmeden iyilik eden insanlardır.’
Gerçekten de roman boyunca yalnız Eflatun’un karşılaştığı yedi günahkâr değil, tüm İstanbul kötülüğe boğulmuş bir biçimde anlatılıyor. Romandaki pek çok diğer karakterlerin bulandığı çamur, Eflatun?un ?temiz?liğini daha da öne çıkartıyor ve bütün bunlar kaçınılmaz olarak yukarıda işaret ettiğimiz platonik önermenin doğal sonucuna varıyor: dünyevi olan kötüdür. Dolayısıyla, dünyevi olmayan işlerle, örneğin müzikle uğraşan insanlar da, romanın ?iyileri?ni oluşturuyor.
Bu önerme, postmodernizmin tamamına mal olmuş ve bu akımın, kapitalizmin yarattığı tüm kötülüklerden vicdanen rahatsız olan orta sınıf aydını içinde çok sayıda alıcı bulmasını sağlamıştır. Ne var ki, konfor açısından mevlevihanelere hiç benzemeyen muhtelif inziva biçimlerine (sessiz sahil kasabası, Heybeliada?da ev, hiç olmadı kapısında özel güvenlik olan site içinde, ses yalıtımı yapılıp Feng Shui ile döşenmiş daire) sahip olma lüksünü elinde bulunduran orta sınıf, bu zihniyetle, kendisini hayatlarını kazanmak için gayet maddi bir emek-sermaye ilişkisi kurmaya muhtaç olan milyarlarca emekçiden soyutlamakta, hatta onları da maddi hayata gömülmüş insanlar olarak mahkûm etmektedir. Yoksulluğun kaçınılmaz bir sonucu olan suçtan ölesiye korkan, yoksulluk yüzünden düşünce araçlarına ulaşamamanın kaçınılmaz bir sonucu olan lümpenleşmeden de alabildiğine tiksinen orta sınıf, böylelikle aklını bir takım gerçekdışı arayışlara gömüp maddi yaşantısının yanı sıra düşünsel yaşantısında da ?acı gerçekler?den uzak, konforlu (dilerseniz, afyonlu) bir ortam yaratmaya çalışmaktadır.
Bilcümle fantastik, metafizik eserin gencinden yaşlısına orta sınıf içinde gördüğü rağbetin her geçen gün artmasının nedeni, bu düşünsel huzur ve inziva arayışıdır. Gerçek olanı vicdanen kabul edemeyenler, gerçeği değiştiremeyecekleri zannına kapıldıkları ölçüde, hayale gömülmektedirler; zira hayal dünyasında gerçek, hayal edenin görmek ve duymak istediği şeylerden ibarettir.
Ne var ki, yazdıkları ve okudukları kitapların kâğıdını üreten, matbaasında çalışan, kolisini sırtına vurup nakliye kamyonuna yükleyen, kısacası hayatını kazanmak gibi gayet dünyevi bir derdi olan ve bu dertten ancak öldüğünde kurtulacak olan emekçi ile arasındaki siyasi, psikolojik ve fiziki mesafeyi bu derece açan bir orta sınıfın, ilerici (dilerseniz, insanlığa faydalı) aydınlar, sanatçılar ve bilim adamları çıkartması da ancak Anar?ınkine benzer hikâyelerde mümkün olacaktır. Belki de günümüz dünyasında gerçek kahramanların yerini hayali kahramanların alıyor olmasının açıklaması da burada saklıdır.
İslami dogmaya karşı tasavvuf
Kitaptaki bir diğer kritik başlık da, İslami dogma ile başta tasavvuf olmak üzere semavi dinlerin mistik (dilerseniz, fantastik) yönleri arasındaki gerilim. Kitabın ana teması olan müzik baştan itibaren tasavvufi bir içerikle ele alınıyor. Hatta tanrı, karşımıza müzisyenlerin tanrısı Neyzen Bâtın (varlığı gizli, ancak şüphesiz olan) olarak çıkıyor; tanrının oğlu Zahir (varlığı aşikâr olan) ise İstanbul’da ‘zuhur edip’, İsa’nın geçtiği yolun aynısından geçiyor ve nihayet halk tarafından İsa gibi linç ediliyor. ‘Enel Hak’ diyen ve çarmıha gerilen Hallacı Mansur ile tanrının oğlu olduğunu söyleyip çarmıha gerilen İsa böylelikle birleştiriliyor.
Kitaptaki baş kötü karakter ise (eğer bizzat şeytanın kendisi Tağut?u saymazsak) Hıristiyan bir köleyken bir şekilde kölelikten kurtulan ve kendisini İslam alimi olarak yutturan Pereveli Hacı İskender Efendi. Köle olmadan önce bir bestekar olan, cüce ve on iki parmaklı İskender, islam alimi olduktan sonra müziğin her türlüsüne, başta da ??musiki ve sema?ı ibadet olarak gören Mevleviler’e savaş açıyor.
Kitapta İslami dogmanın temsilcisi olarak yer alan İskender, 174 ile 180?inci sayfalar arasında uzun bir vaaz veriyor. Vaazın tonu, içeriği, vaazı veren İskender’in sürekli dinleyicileri suçlayarak herkesi diken üstünde tutması insana ister istemez postmodernizmin başyazarı Umberto Eco?nun başyapıtı Gülün Adı?nda benzer bir vaaz veren Jorge De Burgos?u hatırlatıyor. Eco?nun De Burgos?u nasıl gülmenin insan yüzünü bozduğunu iddia ediyor ve gülmeyi öven Aristo kitabını okuyan herkesi öldürüyorsa, Anar?ın İskender?i de müziğin her çeşidini günah ilan edip, İstanbul?un büyük müzisyenlerini öldürtüyor.
Gerilim hattı bu şekilde çizildiğinde, ister istemez dinin tasavvufi yorumu, roman gerçekliğinde ilerici bir mertebe kazanıyor ve romanın çerçevesinin belki de en sorunlu yanı oluşturulmuş oluyor. Dinin dünyevi meseleler ile ilgilenen kısmı olan şeriat kötü ilan edilirken, tasavvuf yüceltiliyor ve bu ikisinin aynı temelden besleniyor olduğu göz ardı ediliyor.
Bu durum, postmodernizmin tüm dinlerde bulunan mistik içeriği kucaklayıp, kurumsal tüm dinlerin dogmatik yapısını reddetmesi olarak özetlenebilecek ikilemin romandaki yansımasını oluşturuyor. Anar, Suskunlar ile, (Elif Şafak?ın verdiği büyük çabanın da sayesinde) islamiyette kucaklanacak en önemli unsur olarak Mevleviliği bulan Türk postmodernizmine bir eser daha kazandırıyor.
Sonuç
Kitap, kesinlikle türünün iyi örnekleri arasına yer alıyor. Ayrıca İhsan Oktay Anar?ın bugüne kadar yazdığı en olgun eser olduğunu söylemek mümkün. Kitabın dili ağır olsa da, o dilin kullanılış biçimi kesinlikle okuyucuyu sıkmıyor. Ayrıca Anar Suskunlar?ı da önceki kitaplarında olduğu gibi, insanı gülmekten kırıp geçiren türlü çeşitli belden aşağı espriyle bezemeyi ihmal etmemiş.
Dolayısıyla Suskunlar, yalnızca türün meraklılarına değil, hoşça vakit geçirmek isteyen herkese hitap edecek bir kitap. Yukarıda getirdiğimiz eleştirilerin de yalnızca Suskunlar?ın değil, postmodern Türk edebiyatının bütününün sorunlarına yapılan birkaç vurgu olarak değerlendirilmesini diliyoruz.
Suskunlar
İhsan Oktay Anar
Roman, 269 sf.
İletişim Yayınevi, İstanbul, 2007
*Yorum, www.sol.org.tr adresinden alıntı yapılmıştır.
İhsan Oktay Anar?ın Yaşam Öyküsü
Yazar 1960 yılında Yozgat?ta doğmuştur. Lisans, master ve doktora eğitimini Ege Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde yaptı. Halen aynı okulda öğretim üyeliği yapmaktadır. Her bir kitabının çok uzun araştırmalardan sonra yazıldığı içerdikleri ağır tarihi bilgi ile göze çarpar. Eserleri pek çok küçük hikaye etrafında örülmüş büyük bir roman biçimindedir. Puslu Kıtalar Atlası 20 den fazla dile çevrilmiş ve Kültür bakanlığı tarafından tanıtılmıştır.
Yapıtları
?Puslu Kıtalar Atlası (1995)
?Kitab-ül Hiyel Eski Zaman Mucitlerinin İnanılmaz Hayat Öyküleri (1996)
?Efrâsiyâb’ın Hikâyeleri (1997)
?Amat (2005)
?Suskunlar (2007)

Previous Story

Schopenhauer’ın Teleskopu – Gerard Donovan

Next Story

Hergün Hüzün – Christy Brown

Latest from Romanlar

Sarsılmak – Zafer Köse

Sarsılmak, derin ve katmanlı bir roman. Gündelik dilin nüanslarını yansıtan akıcı bir dille yazılmış olması da önemli.Zafer Köse sadece bir depremi değil, toplumsal ve
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ