Bir Dönem Romancılığı Açısından Modernizm Tartışmaları

Edebiyatta modern arayışlar tartışmasının çeşitli kavramlarla anlam kazandığı ve “yenilikçi”, “çağdaş” gibi sözcüklerin sözlükteki tanımlarının ötesinde bir ideolojik konumlanışla vücut bulduğu bilinmektedir. Batı edebiyatına “Modern” imgesini yerleştiren tarihsel göndermelerin verili modernizm kalıplarının ekseninde ilerlemeci ve bilimci değerlerinin değişmesi çerçevesinde ele alınması gerekmektedir. Günümüz postmodernizm tartışmalarına da işaret eden modernin ötesi aslında bu anlamda modernin sorgulanarak yeni bir forma dönüşmesi olarak değerlendirilebilir. 19.yüzyılın pozitivist aklı Darwin, Comte, Sturat Mille’le ortaya çıkan bilimci değerlerin edebiyata realizm-naturalizm tartışmalarıyla girdiği biliniyor. Elbette bilimin ilerlemeciliğinin bir zaman sonra kimliğini metalaşma, bilimsel tapıcılık evreleriyle yansıtmasından doğan kopuş yazıda sözünü edeceğimiz kimi modern olanın ve kamusal alandaki modern aklın eleştirisini yaratmıştır. Tanpınar’ın romanlarındaki eski-yeni tartışması doğu ve batının bir kopuş fenomeni olarak Türkiye toprağındaki yerini ortaya koyar. Bu tartışma 19.yüzyılın Proust romancığındaki izlekle yer yer örtüşmekte bir tarihseli sorgulama, tarihsel olanı kuşatma anlayışı metnin ana ekseninde yer almaktadır. Bergson’un sezgiciliği, Einstein’ın görecelik kuramı bilimlerin tarihine farklı bir tartışmayı sokar: Gerçek bir yanılsama mıdır? Freud’un bilinçaltına tanıdığı özgürlük, edebiyatın naturalizmin katı yüzünü giderek görmezlikten gelmesine yol açacak, pozitivizmin insanın maddenin ötesindeki beklentilerine yanıt veremediği kanısı metne bambaşka bir söylem alanını ekleyecektir: Düş, gizem, simge ve metafizik…

Yukarıdaki sözünü ettiğimiz süreç modernin içinde “yaban”laşma sürecidir. Kafka’nın çevremizi saran büyük ruhsal ve yaşamsal bunalımı tasvir edişi gibi edebiyat metninde moderne dair kalıpların içindeki büyük trajedinin sezgilerle tanıklığıdır adeta. Hermann Hesse’in ifadelerinden yararlanarak kuralların sessiz itirazında sezgilerle aranılan ve yer yer tarihsele sığına bir arayış öyküsü denilebilir değişen bu söylem alanına.

Batı’da İncil’in öykülerinin yeniden kabul görmesi, İbsen, Nietzsche’nin şablonların ve yeni modernite metaforlarının dışında duran varoluşun tartışmaya açık bakışlarını yaratmaları elbette Batı ve doğu tartışmalarının bir izlek olarak belirginleştiği Tanpınar söyleminin önceden yaratıcısı olmuştur böylece. 1 ve 2.Dünya savaşlarını batı uygarlığına ideolojik faturası kapitalizmin yeniden tartışılmasıdır. En temel kavram olarak ilerlemeciliğin savaş ve teknolojik kalkınma olarak insanlık tarihine yazılmasına dair bir öfkeyle. Bunun edebiyatımızdaki yansıması Tanpınar’ın Huzur romanında 2. Dünya savaşının dehşetengiz psikolojisi, batı uygarlığının savaşın içindeki “özne” oluşudur. Doğu adeta bir yazgıya terkedilmiş, batılı verileri onaysız kabullenmektedir. Aynı gerilim Atay’da aydın yabancılaşmasıyla ve kimliksizleşme olgusu ile resmedilir. Ama eksen yine doğu-batı geriliminin tezahürlerini sunar. Bu süreç Türkiye edebiyatında 40’ların devlet politikası ve değişim sürecinin akışıyla bağlantılıdır. Aydınlar arasında oluşan modernist ve ilerlemeci tavır ve bir devlet aydını veya bürokratik aydını peşi sıra üretirken bir yandan toplumun kültür değişimi içerisinde iki kültürel nosyonun içerisinde bocalayan bir başka aydın cephesini oluştur. Aslında bir yandan ortakmış gibi görülebilecek Peyami Safa, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ideolojik algıları farklı göndermeleri taşır. Ortak alan tek kutuplu bir hayat süren insanların kişilik bölünmelerine dair belirgin kaygılar ve ikilemlerdir. Bu ortak algı bir yandan İbsen, Hermann Hesse, Proust’un yazma evresinde de belirgin paralellikler taşımaktadır. Bu anlamda belli eksenlerde Hesse’in “Step Kurdu”, Tanpınar’ın “Huzur”,”Saatleri Ayarlama Enstitüsü”, Peyami Safa’nın “Fatih Harbiye”, “Matmazel Noraliye’nin Koltuğu”, Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar”‘ı benzer izlekleri ister istemez yakalar. Yer yer metafiziğin hakım olduğu bu alan moderniteyi yine de modernite içinde tartışmanın sancılarını da üretir. Tanpınar’ın Bergson’un zaman- süre ve dirimsel atılım kavramlarından yararlanarak, geleceğe doğru giden her an geçmişi duyumsayabilen bir kültürel sentez arayışı da demin sözünü ettiğimiz bocalamanın bir sonucu olmuştur. Bir yandan Peyami Safa’dan farklılaşan ve Atay’la hemen hemen ortak bir kültür teorisini ortaya koyan Tanpınar, Batının tarihsel kazanımı reddetmeyen kültür anlayışını benimser. Bu tavır doğu ve batının kendi kültürel nosyonlarının çatışmasına dair farklı bir uzlaştırıcı bakıştır. Bu bakış açısı bir yandan şiirde Şeyh Galip’e bir yer tanırken, diğer yandan Tanzimat modernizmin şiirsel beğenisini de bu edebi beğeninin içerisine yerleştirir. Batı Baudlaire’den başlayarak, Edgar Ellan Poe’ya kadar bir dizi ozanıyla kültürel uzlaşının içerisinde yer alır.

Öncelikle bir tartışmanın iki tarafı olarak görebileceğimiz doğu ve batı kavramlarının yapay bir ayrımdan öte tarihsel bir ayrışmayla ilişkilendirilmesi gerektiğini görmemiz gerekir. Bu tarihsel ayrışma belki bir bilinç ayrışması ya da batıdaki ekonomik düzenin belli bir sermaye gereksinmesi sonucu yüzyıllarca sömürge pazarları üzerinde konumlanmasından kaynaklanan bir tarihsel ayrışmanın elbette sonuçları aydın için değişen kimi kriterleri veya değer ölçülerini yaratacaktır. 1923 tarihsel kopuşunu yaşayan Osmanlı aydını içinde sanırız bir kuşağın üstüne konumlanan Cumhuriyet belleği belli oranlarda bir öncekini yadsıma zorunluluğundan aydında da karşıt tepkileri de yaratabilmiştir… Doğuya tarihsel bir sahip çıkma projesi belli bir sorgusuzluğu da içine katarak yürümüştür kimi Cumhuriyet dönemi aydınında. Peyami Safa’nın, Tarık Buğra’nın ideolojik donanımının belirleyen ve de estetik ölçütlerini kuran bir sahiplenme düşüncesi ise Tanpınar için bütünsel bir batı- doğu algılaması ve bunu estetik değerler sisteminde adeta doğu ve batı mitolojilerinin ortak bir algılamada ve birlikte yeniden kurgulanması gibi bütünlük üzerinden yürümek zorundadır. İkili varoluş olarak adlandırılabilecek bir gerçekliğin saptamasıdır bu. Gündelik yaşamın içindeki uyanıklıkla uyku halinin karşıt gibi görünen bir birleşimi ya da bilinçle bilinçaltının bireyi bütün olarak harakete geçirmesi olarak da algılanabilir bu durum. İnsan benliğinin Tanpınar romanlarında kendi varoluş köklerini yeniden keşfe çıkması olarak özetleyebiliriz bu yaklaşımı. Tanpınar romanların karakterize edilen temel bir varoluş sorunu olarak sunulan bu ikili durum bilinci bir batılılık durumu ve iç beni doğulu özgeçmiş olarak ele alır. Ancak Bergson’un vurguladığı şekilde iç-benin kendisi aşması ve değişikliğe uğratması bir zorunluluktur. Bu noktadan bir korumacılık değil bir yargılama ve doğu-batı kavramsallıklarını çözümleme zorunluluğu vardır. Zaman bir iç yüzümüz olarak bizi kuşatıyorsa Tanpınar için iç- ben içindeki belirgin bir akış, duyuların gerisinde bir çözümleme zamanın içinde an kavramına yaklaştırır bizi. Osmanlı bir kültürel değer olarak bu anlamda bütünsel bir andır…Eşya bu anlamda kendi dünyası içerisinde zaten bir kök, bir geçmişi barındırır. Eşyanın ve varlığın içerisindeki derinliği keşfetme çabası Tanpınar’ da kültürü ve uygarlığı da bir derinlik içerisinde çözmeyi zorunlu kılar. Belirgin bir metafizik yaklaşımdır bu ancak estetiğini bir yandan Yunan dünyasıyla kuşatan diğer yandan doğunun masalsı öğeleriyle, tasavvufun derinleşen aşk kavramıyla birleştiren bir İstanbul duyarlılığıdır. 19 yy’ dan 20 yy’ a farklı mirasları taşıyarak geçen bir İstanbulluluk. Bir yandan Osmanlı’nın çöken konak ve saray aristokrasisinin yıkılışına tanık olmak, diğer yandan 40’larla birlikte yeni kültürün, apartmanlarda yaşamaya başlayan yeni bir küçük burjuva kuşağın doğuşuna tanık olmak…

Huzur’ u yaratan, Sahnenin Dışındakiler’ i doğuran, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ nde kendi yalanlarına inanan yeni cumhuriyet kuşağını yargılayan Tanpınar’ ın sorgulama evreni bu ikili varoluşla anlam kazanır. Bir türlü zamanın içerisinde tam olarak var olamayan, “Ne İçindeyim Zamanın” dizelerinde ortaya konulan bir ara kişiliğin romanlarda ve dizelerde kendisini var ettiği ortadadır. Bütün roman kahramanlarında var olan bir dinginlik arayışı, bilincin tanık olduğu yirminci yüzyılın genel seyrine tanık olma durumunda edilgen kalış, bütünüyle edilgen olunuş Tanpınar estetiğinde elbette belirleyicidir. Bir karmaşık dünyanın içerisinde var olma durumu yine “Ne İçindeyim Zamanın ” başlıklı şiirin şu dizelerinde kendisini ortaya koyar. Temel olarak tarihsel süreçlerin ya da genel bir yaşanılmış kesitlerin ikili varoluşu bu iki dizede yansıdığı üzere bir varolma sıkıntısını da var ya da kesin bir taraf seçme sıkıntısı:

Kökü bende bir sarmaşık
Olmuş dünya sezmekteyim

Geçmiş zaman tavrı olarak nitelendirilebilecek Tanpınar’ ın estetik tavrının elbette güncelle bağını bütünüyle kopardığı varsaymak haksızlık olacaktır. Başlangıç olarak bir çelişki olarak görülen eski ve yeninin ortak köklerini keşfetme yolculuğu olarak nitelendirilebilecek Tanpınar metinleri, Tanzimat’tan başlayıp 1923’e kadar olan devreyi kılıç artığı gibi eski ve yeninin mücadelesi üzerine kuran bir yapay kurgunun karşısında duruştur sanırız. Köksüz bir doğuda ya da geleceksiz bir doğunun var oluşu da köksüz bir batılı formla eşdeğerleşir o zaman. Bu noktada hepimizin tanısını rahatlıkla koyabileceğimiz ve ekonomi politikle- bilimsek perspektifle bağlarını kopartan Tanzimat batıcılığının ithal ikameci modernizmine tepkiyi yalnızca bir sağ-muhafazakarlık olarak da nitelendirmek yanılgı olacaktır. Ve de Tanpınar’ ı bu noktada sağ-muhafazakar perspektif etrafında değerlendirmek bambaşka bir yanılgıyı yaratacaktır. Tanpınar’ ın doğru bir tespitle Tanzimat’ı geçmiş zamanın ölüm fermanı olarak değerlendirmesi sanırız belirgin bir haklılığa sahiptir. Elbette ilk dönemde “frenk züppeleri”ni yaratan kuşak I. Dünya Savaşı’nın gündönümünde hain Heine(Berna Moran’ın nitelendirmesiyle) ya da coğrafyasız veya aidiyetsiz bir batıcılığı oluşturacaktır. Ancak büyük bir boşluğun içerisinde kalan bir aydın kuşağı da yaşayacaktır aynı tarihsellikte:

“yüzyıldır eşiğinde başımızı kaşıyarak durduğumuz bir medeniyeti nihayet olduğu gibi kabulleniyoruz. Batılı, Avrupalı bir ülke olup çıkacağız.”

Tanpınar bu noktada asıl soruyu sorar:”Niçin geçmiş zaman bizi bir kuyu gibi çekiyor. (…)Hayır aradığım şey ne onlar, ne de zamanlarıdır.(….)Hayır muhakkak ki bu şeyleri kendileri için sevmiyoruz. Bizi onlara doğru çeken bıraktıkları boşluğun kendisidir. Ortada izi bulunsun ya da bulunmasın, içimizdeki didişmede kayıp olduğunu sandığımız bir tarafımızı onlarda arıyoruz.”

Geçmişle hangi düzlemde bir bağ kurulabilir. Tanpınar için temel bir sorunsal da budur. Bir kimlik buhranının var olduğu saptaması üzerinden gelişen bu tavır Hamlet’ ten daha keskin bir ‘olmak veya olmamak’ davası içerinde var olmanın bir sonucudur. Osmanlı’nın külleri üzerinden kurulan yeni cumhuriyet yeni bir ideolojinin de kendisin var etme zorunluluğunu getirir elbet. Tam da olmak ya da olmamak sorusunun karşılığı olarak. Tanpınar’ ın bu anlamda savunduğu bir devamlılık zincirinin kabulüdür. Ölü kalıntının değil canlı kökün yeni bir ‘kurgu’ yla inşası olarak nitelendirilebilir bu durum. Temelde bir kültürel sürekliliğin inşası olarak yorumlanabilir bu durum…Romanların altyapısını irdeleyerek açarsak bu tespiti temel olarak şu örneklendirmeler üzerinden yürüyebiliriz. Temelde tüm kahramanların yaşamlarının derinliklerinde varolan Osmanlılık çatışması-yeninin sunduğu ya da Cumhuriyet ideolojisinin bıraktığı genel bir belleksizlikle birlikte yaşanır. Bir nehir roman niteliğini barındıran Sahnenin Dışındakiler-Mahur Beste- Huzur üçlemesindeki Abdulhamit istibdadı-İttihat ve Terakki ve I Dünya Savaşı’nın İstanbul’a yansıması-40 lı yılların temel psikolojisindeki kahramanların devamlılığı bir sıçramayla birlikte Tanzimat’tan başlayan batılılaşmanın temel yargılamalarını da içerir elbette.

Huzur’ da yiten umudun bir sürekliliğin yeniden kopuşu olarak görülmesi gerektiği ifade ederek biraz Huzur’ un penceresinden Tanpınar söylemini değerlendirmeliyiz. Bu kopuş Sahnenin Dışındakiler’ de I Dünya Savaşı’nın başlamasıyla, Huzur’ da II. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla somutluk kazanır. Bir çağ adeta olmak ya da olmamak savaşımını yıkımlarla, yıkıntılarla benliğin sürekli öncesini reddetmesiyle var edebiliyor bu anlamda Tanpınar metinlerinde. Aslında ayaklarımızın dibine yıkılan babamızın cesedinden başka bir şey değildir. Çağın korkunç bir cinayeti olarak nitelendirilebilir bu durum. “Tanzimat’tan bu yana yaşanan bu noktada sürekli bir Oidipius kompleksidir. Yani bilmeyerek babasını öldürmüş adamın kompleksi. Osmanlı’ nın da çağa özgü olanın karşısında duruşu diğer bir bunalım kültürünü yaratmıştır Tanpınar’a göre.

Tanpınar’ın Batı İdeolojisiyle belli bir hesaplaşmayı yaparken irdelediği bir başka nokta daha vardır. Modernizmin ideolojisinin resmettiği karanlık ve büyük işkencelerin, dogmatizmin uzun çağı çağı Ortaçağın bir mirasçısı da Rönesans’ın kendisidir. Bütün Ortaçağ’a yayılan suçun diğer bir yayılım alanı Tanpınar’ dan bir parça koparsak Fransız Devrimi’ne yüklenen ilericiliğin kapitalizmin gelişme çağı ardından yeni emperyalizm çağı kültürüyle yeni bir Ortaçağ’ a doğru evrilmesi değil midir? Bu boyutuyla Tanpınar söyleminin geniş bir değerlendirmesini yapmaya mecburuz. Batıyı yargılamanın temel bir zorunluluğu olarak değerlendirmeyi gerektiren bu durum Tanpınar’ ın Osmanlı estetiğini Batılı estetiğe karşı otonom bir duruş olarak görmesini zorunlu kılmıştır.

Tanpınar’ ın bütünüyle estetik olandan yana oluşunun sonucunu tüm değerlendirmelerin ötesinde İslamlık estetiğinin belli bir oranda sahiplenilmesi üzerinden geliştiğini kabul etmeliyiz Bursa’da Zaman’ da ortaya konulan zaman sorunsalı tartışmaya çalıştığımız doğunun kültürel mirasları,mimarisinin ve edebi birikimin sahiplenilmesi üzerinden gelişir. Sorun müslümanlığın Tanrı’ sı değil adeta Tanrısına nasıl tapındığı ve dinsel estetiğin nasıl geliştiğidir.

VE ROMANLAR

Roman kahramanlarının genel psikolojisi ve romandaki taşıdıkları genel konum etrafında bir değerlendirmeyle başladığımızda Tanpınar metinlerinde bir psikolojik derinliğin romanların konu bütünlüğünde belirleyici olduğu dile getirmeliyiz. Doğu’ nun insan psikolojisini estetiğinde reddedişine karşıt bir duruş olarak. Kahramanlar doğu’ yu bu anlamda bir batı olmayan olarak değerlendirmekten uzaktır. İhsan’ daki Yahya Kemal benzetmesinin ötesinde batının bir aydın olarak doğru irdelenme çabası Huzur’ da yalnız İhsan için değil Mümtaz ve Nuran için de geçerlidir. Bir tanışma, İhsan’ ın edebiyatın masalsılığındaki dünyayı Nuran’ da keşfetme çabası, Sanatın doğu ve batısında bütünleştirici olma kaygısı Huzur’ daki merkezdeki üç kahramanı bambaşka bir yolculuğa çıkarır kendi doğusunu keşfetme, batısını da anlama ve romanın çerçeve zamanı olan 24 saatin gerisinde İstanbul’un belki mistik belki tarihsel bir hesaplaşmasını yapma isteği…Bir yanından doğanın , sanatının ve aşkın derinliğine ve güzelliğine ulaşma çabası, Şeyh Galip’ in Hüsn-ü Aşk’ ın derinlikli sevginin bir savaş gündönümünde kimlik arayışıyla birlikte aranışı….Bütün bunlar Tanpınar söyleminin romandaki yansımalarıdır. Aşkın bitişi yazın bitimidir romanda. Tanpınar mesnevinin masalsılığını bir romanda yeniden kurgulamayı dener bu anlamda. Değişen bir Müslümanlığın, değişen bir yaşamın kültürel olarak sahiplenilmesi de romanın genelinde mevcut olandır. Mümtaz’ın , İhsan’ın dünyasında bir eskiye dönüş özlemi yoktur. Yeniyi kabul ile birlikte eskiden yararlanma isteği vardır. Ki karşıt tip Suat’ın eşi Nuran’ın Mümtaz’la evlilik kararına tepkisini intihar ederek ortaya koyuşu romanın masalsılığındaki sonu kırar bir başka trajedinin yaratıcısı olarak bütünlüğün bir aşkla sağlanacağı umudundaki Mümtaz, II. Dünya savaşının başlangıç buhranlarını Nuran’ın evlilikten vazgeçmesiyle birlikte yaşar. İstanbul kadar masalsı ve idealleştirilen kadın Suat gibi Cumhuriyet’in 40’lı yıllarının batıcı, hain tiplemesinin intihatı ardından bir suç işlediğini düşünür. Düş bitmiştir artık. Mümtaz’da Nuran’dan ayrılmak zorundadır. Daha masalsı ve mesneviye benzer anlatımla özdeşleşen bu dil Tanpınar söyleminde ağırlıklı yer taşırken Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde bambaşka bir anlatım öğesine evrilir: İRONİ.

Roman bambaşka bir anlatım düzleminde uygarlık bunalımının yansıtılmasıdır. Hayri İrdal’ın gözlemlerinden başlayan bir umut oyunun, çıkarlar dünyasıyla barışmasıdır diyebilir. Bu tanımlamayı biraz açalım hiciv geleneği üzerinden şekillenen romanda zaman kavramının kendince bir sorgulamasının sonucu Dr. Ramiz’ in psikanalizm testlerine muhatap kalan İrdal’ ın aslında yaşanılan coğrafyada kimliğini bulamama sorunun karmaşık bir olay olay örgüsünde irdelenir roman boyunca. Tanzimat’ tan bu yana süre giden bir batılılaşma serüvenin eleştirel bir irdelemesi sayılabilir bu anlamda roman. Mahalle insanının Seyit Lütfullah ismindeki gaiple iletişim içinde olduğunu söyleyen adama anlaşılmaz bağlılığı, evdeki mübarek isimli saatin ailenin temel uğursuzluk nesnesi sayılması…Ve bütün roman kahramanların sahte bir masala kendilerini inandırması…Halit Ayarcı ile karşılaşan İrdal’ın düzmece bir enstitü projesinin aslında öznesi değil bir nesnesi olması. Spritizma Cemiyeti2nin kuruluşu çerçevesinde batıl, boş inançlarının İstanbul’un batılı dünyasında inandırıcılık kazanması romanın küçük ümitlerden büyük düş kırıklıklarına giden macerasının bir uzantısı gibidir.

Romanın diğer aşamalarında ne işe yaradığı bilinmeyen Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün kurulması, eski saatin yerine yeni zaman diliminin çevresinde eğlence alışkınlıklarıyla, yeni tüketimci ideolojileriyle birer batılı mitler yaratılması romanın eleştirelliğini belirginleştirir. Canlı hayatın peşinde olan Halit Ayarcı ve Enstitü, zamanın en ufak gerilemesine karlı kendi önlemini alır. Bu önlem Enstitü şubelerinde görevli memurların saatleri ayarlaması ve bundan enstitünün makul bir para kazanmaya başlamasıdır. Seyit Lütfullah’ ın ve onun gaible iletişim kurduğunu varsaydığı Ahmet Zamani Hazretleri’nin derin(!) kişiliği üzerine kitaplar yazılır. Aslında yaşadığı bile meçhul olan bu adamın ne zaman yaşadığı, ölüm ve doğum tarihi belirlenir, mezarı bile enstitü tarafından keşfedilir. Yaşam değişmeye başlamış, İrdal’ ın ailesi bu saatleri ayarlama masalına kendilerini inandırmış, bir sınıf atlamanın memnuniyeti ile İrdal’ ın kişiliği sadece sadece bir gözlemci olarak kalmıştır ailesi için.. Her gün düzenlenen balolar ve eğlenceler içerisinde kızının şarkıcı olma düşleri, o çirkin sesine karşılık bu düşünü bir şekilde yaşama geçirebilmesi…Bütün bunların artık yalnızca gözlemcisidir Hayri İrdal. Ama her şey enstitü düzmecesinin kabulü üzerinden yürümeyecektir..İstanbul’un dört tarafında ayarlama şubeleri açan enstitünün çalışanları için yaptırdığı evlerin saat, dakika, saniyelere benzetilmesi ve değişil ve anlaşılmaz bir mimariyle inşa edilmesi çalışmaların bu evlere taşınmamalarına yol açar. Eski yaşam alışkanlıklarından vazgeçmek niyetinde değillerdir. Amerikalı bilim adamlarının enstitünün gerekliliğine dair ciddi soru işaretleri barındırmaları, enstitü düzmecesinin sona yaklaştığının göstergesidir . Tüm bunlar Tanpınar’ ın batıcılığa tek başına bir genel kıyafet olarak bakmadığının aynı zamanda ekonomik altyapının, liberal ideolojinin kimi eleştirilerinin romanda yerini koruyabildiğinin göstergeleridir sanırız.

Tam olarak bir arayış öyküsünün, bir bütünlük düşünün kimi zaman yıkıntılarla karşılaştığı bir söylem yolculuğu olarak görülebilir bu anlamda Tanpınar dili.


Kaynaklar (Taranan Yayınlar)

Tanpınar metinleri:
1-Huzur
2-Mahur Beste
3-Sahnenin Dışındakiler
4-Saatleri Ayarlama Enstitüsü
5-Aydaki Kadın
6-Beş şehir
7-Abdullah Efendi’nin rüyaları (Öyküler)
8-Bütün Şiirleri
9-Yaşadığım Gibi (Deneme)
10.I9. Asır Türk Edebiyatı Tarihi

Diğer
1.Kitap-lık,Sayı 40/Mart-Nisan 2000, YKY, İstanbul
2.Hece, Türk Öykücülüğü Özel Sayısı,Sayı:46/47,Ekim- Kasım 2000, Ankara
3.Berna Moran,Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, İletişim Yay., 1996,İstanbul
4.Doğu Batı (Gericilik Nedir?), sayı:3, Mayıs-Haziran-Temmuz 1998,Felsefe Sanat ve Kültür Derneği,Ankara
5.Littera Dergisi, Postmodernizm Özel Sayısı,1992, İstanbul
6.Kitap-lık,seçki,YKY ,İstanbul,200

Yazan: Erinç Büyükaşık

Yazarın İletişim Adresi:
erincbuyuk@gmail.com


2 Comments

  1. Huzurdaki Mümtaz ve Nuran’ı her andığımda 150 gram beyaz peynir çıkarıp rakı içesim gelir.

    Tebrikler Büyükaşık, sıkı çalışma.

  2. Huzur romanındaki Suat karekterini bazı eleştirmeler tarafından “kötü karekter” olarak gösterilmiş ve bu karakter üzerinden kötülüğün etkileri olarak gösterilmiştir.Kanımca bu varsayım çok yanlıştır.Çünkü Suat karakteri kötülüğü temsil etmiyor.Suat,çağın insanında egemenler tarafından giydirilen kılıfı temsil etmektedir.Bu kılıf yozlaşmış bir bireyin ve başka bir dünya görüşü taşıyan kişinin dramını yansıtmaktadır.Ya da o dönemin yaşamına uyum sağlayamayan bireyin hazeyanleri olarak okuyabiliriz.Kendi olamamış bir bireyin çevresindeki mutluluğu balatalama ya da o sözde mutlulukta kendine bir yer ayırma mücadelesi Suat karekterini ölüme götürür.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Previous Story

Acı Günler, Maksim Gorki

Next Story

PEN Türkiye Yazarlar Derneği Barış Komitesi 1 Eylül 2008 Barış Bildirgesi

Latest from Ahmet Hamdi Tanpınar

“Coğrafya kaderdir” sözü kime aittir?

Coğrafya kaderdir, yaşanılan coğrafi alanın ve iktisadi durumun insan refahı üzerine etkilerini betimleyen, genellikle olumsuz anlamda kullanılan bir söylemdir. Türk dilinde yaygın olarak kullanılırken
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ