Tanpınar’a nasıl “huzur” verilir?

Tanpınar bir anlamda ne sağa ne de sola yaranamamış (bunu da istememiş) bir yazardır: “Gariptir ki eserimi sathî (yüzeysel) okuyorlar ve her iki taraf da ona göre hüküm veriyorlar. Sağcılara göre ben angajmanlarım –Huzur ve Beş Şehir– hilafında (uygun olmayarak) sola kayıyorum, solu tutuyorum. Solculara göre ise ezandan, Türk musikisinden, kendi tarihimizden bahsettiğim için ırkçıların değilse bile, sağcıların safındayım. Halbuki ben sadece eserimi, şahsen yapabileceğim şeyi yapmak istiyorum. Ben maruz müşahidim (etkilendiklerimin tanığıyım). Sempatilerim var… İnkılâpların (devrimlerin) taraftarıyım ve dil meselesindeki ifratlar (aşırılıklar) hariç, geriye dönmek, bir adım bile istemem.”

Ahmet Hamdi Tanpınar (1901-1962), edebiyatımızdaki yeri cesurca saptanmış yazarlardan değildir. Adının yanına en rahat konulan ve itiraz edilmeyen sıfat “estet”tir. Son yıllarda adına düzenlenen uluslararası edebiyat şenliklerine, öykü ve romanlarından yapılan sayısız çeviriye rağmen onu mistik ya da sağcı sayan bunu açıkça dile getirmese de adını anarken duraksayan bir kitlenin varlığı yoksayılamaz. Bu durumun Tanpınar’ın Osmanlı uygarlığını kabulünden kaynaklandığı da inkâr edilemez. 1953’te Mehmet Kaplan’a yazdığı bir mektuptaki cümlenin cesareti görmezden gelinmiştir: “Nasıl olur da dünyanın en meşru hakkı olan kendi dilinde dua etmeyi bile kendimize yakıştıramıyoruz?”

1970’lerde, ölümünden epey sonra özellikle Huzur romanı merkez alınarak yapılan tartışmaların onun durumu için değişmeyecek bir sonuca vardığı da söylenemez. Hatırlanacağı gibi tartışma Fethi Naci’nin Huzur romanını, “Türkçede yazılmış en güzel aşk romanı” olarak duyurmasıyla başladı. Yine Fethi Naci’ye göre romanın güzelliği arka planda sürekli tasvir edilen ve Tanpınar’ın da büyük bir aşkla bağlandığı İstanbul şehrinden gelmektedir. Roman boyunca Boğaziçi başta olmak üzere, Tarihi Yarımada ve Beyoğlu gibi semtler âdeta bir roman karakteri gibi karşımızdadır.

Roman bu özelliğinden çok Mehmet Kaplan’ın da dikkat çektiği psikolojik içeriğiyle gündeme geldi: “İnsanoğlunun ıstırabı kadar tabii ne vardı! Varolmayı gerçekten varolmayı ödüyordu.”

Bugün genç eleştirmenler rahatça onun “Türk modernleşme sürecinin ürünü ve itici gücü” olduğunu ifade edebiliyorlar. “Verimli çelişki” yanını ekleyerek.

Oğuz Demiralp, Tanpınar ile ilgili denemelerini Tanpınar’a Biraz Huzur Verelim başlığıyla toplamış. Kendi içinde bir açıklama, savunma ve eleştiri skalasını kapsayan bu daha önce yayımlanmış denemelerin kimi ayrıntılarının korunması beni rahatsız etti. Tanpınar için verilen bir konserden önce yapılan konuşmanın “vesile” bölümünün yazıda fazlalık olduğu görünüyor mesela. Demiralp “Türk kültür dünyasında birleştirici etmen” olarak gördüğü, haklı da olduğu Tanpınar için yazdığı yazılardaki kimi ayrıntılarda biraz ayıklayıcı davranabilirdi.

Tanpınarın edebiyattaki yerini : “Romanlarında, öykülerinde insanı yalnızca basit toplumsal gerçekliği içinde değil, bireysel /ruhsal derinliğiyle işlemiştir. Metafizik sorunlara değin uzanmaya çalışmıştır. Eski /yeni çatışmasını tarihsel süreklilik kavramı çerçevesinde aşmaya çalışmıştır. Türk iç insanını kurmaya, bu insana tarihsel boyut kazandırmaya çalışmıştır. Yazınsal etkinliği hiçbir zaman işlevselci bir düzeye indirgemeden, Cumhuriyet insanı ve Batılı olarak, geçmişimizi yeniden kazanabileceğimiz bir alan haline getirmiştir. Geçmişimize yabancılaşmak sorununu modernlikten ödün vermeden biraz olsun aşabiliyorsak; modernleşmenin, Batılılaşmanın geçmişimize yabancılaşmayı gerektirmediğini bugün daha iyi anlayabiliyorsak, bunda Tanpınar’ın katkısı büyüktür. Bu açıdan bakıldığında Tanpınar’ın yanına bir ikinci ad yazmak oldukça güç görünmektedir” değerlendirmesini yaptıktan sonra, kendi emeğine biraz titiz davranabilirdi.

Tanpınar ve şehir
“Hiçbir eski binayı kendi elimizle yıkamayız. Çünkü onları hepsi bize ömrümüzün bir devama bağlı olduğunu zaman boyunca uzanan bir zincirin bir halkası olduğunu hatırlatır. Bu zincir o mucizeli devam duygusuyla milli hayatın ta kendisidir. İşte bu bina benden dört yüz bu kadar sene evvel yapıldı. Bir Türk ustası tarafından yapıldı. Bana kadar geldi. Benden sonra da devam edecek. Ben ona bakarken benden evvelki nesillerle birleşiyorum. Sanki onlar da ben de yaşıyorlar ve ben onlar gibi genişliyorum, büyüyorum ve doğrusu da budur.”

Tanpınar’ın bu yazısı İbrahim Paşa Sarayı’nın yıkılma olasılığı yüzünden yazılmış. Kendi geçmişinden kopmadan Avrupa’yla bağlanmayı doğru bulan anlayış yalnız Batı’yla değil Doğu’yla/kökleriyle de ilişkisini korumaya çalışmaktadır.

Tanpınar, geçmişten kopmamayı savunurken sınıf farkları, sınıfsal anlayışın etkilerini gözden kaçırmıyordu: “Şimdi Boğaziçi Tarabya’nın lüks rıhtımıyla Anadoluhisarı ve Çengelköyü arasındaki zevk farkında tereddüt ediyor. Hiçbir asaleti olmayan manasız ve havasız bir lüksle küçük imkânların gelişigüzel tasarufuyla ve kolay faydaların telkiniyle eski İstanbul’un bu mücadelesi nasıl halledilecek?”

Tanpınar bir anlamda ne sağa ne de sola yaranamamış (bunu da istememiş) bir yazardır: “Gariptir ki eserimi sathî (yüzeysel) okuyorlar ve her iki taraf da ona göre hüküm veriyorlar. Sağcılara göre ben angajmanlarım –Huzur ve Beş Şehir– hilafında (uygun olmayarak) sola kayıyorum, solu tutuyorum. Solculara göre ise ezandan, Türk musikisinden, kendi tarihimizden bahsettiğim için ırkçıların değilse bile, sağcıların safındayım. Halbuki ben sadece eserimi, şahsen yapabileceğim şeyi yapmak istiyorum. Ben maruz müşahidim (etkilendiklerimin tanığıyım). Sempatilerim var… İnkılâpların (devrimlerin) taraftarıyım ve dil meselesindeki ifratlar (aşırılıklar) hariç, geriye dönmek, bir adım bile istemem.”

Ahmet Hamdi Tanpınar için hazırlanmış bu kitapta, onun TBMM’deki çalışmaları kadar, siyasal tutumuna da eleştiriler var. Bu tür eleştiriler, eleştirilen tarafından yanıtlanamayacaksa gündeme getirilmesi uygun bir tutum değil.

Kitapta pek çok aydın/yazar yaşamöyküsünde görünen ve kimse için değişmeyen bir durum var: parasızlık. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın akademisyenliği bile onun kolayca yayıncı bulmasına yaramıyor. Dostlarının yazılarındaki “acıma” tonu ise onu yaralıyor: “Adalet’in yazısı güzel değildi. Şairden, şairin hastalığından böyle bahsedilmez. Kadıncağız yarım sütunu doldurma gayretiyle neredeyse beni cami kapısına bırakılmış piç yapacaktı. Hele o ‘Hamdicikler’…”

Oğuz Demiralp’in önerisi Tanpınar kadar bütün yaşamayan aydınlar için geçerlidir: “Tanpınar’ı değeri bilinmemiş, harcanmış bir aydın imgesi olarak değil, kültürümüzün sürekli olarak yararlanabileceğimiz bir gömüsü olarak görmeliyiz.”

SENNUR SEZER
19.09.2014,http://kitap.radikal.com.tr/

TANPINAR’A BİRAZ HUZUR VERELİM,
Oğuz Demiralp,
Yapı Kredi Yayınları,
2014, 180 sayfa

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir