Tarık Akan: Düşündük taşındık, yalnızca ‘mutluyuz’ demeyi kararlaştırdık.

tarik-akanFilmin sonlarına doğru duruşmalar başladı.
Ağustos 1981 olmuştu. İşte gene Selimiye’nin koridorlarında bekliyordum. Yanımda Burhan Apaydın vardı, ikimizden başka da kimse de yoktu.
Tutuklanacağımla ilgili kaygımdan kurtulamıyordum. Burhan Ağabey rahattı, bu oturumda bir şey olmayacağını, korkmamamı söylüyordu, ama yapamıyordum. Asker salona çağırdı.

Yargıçlar ve savcılar yerlerine oturdular. Bu gergin
haldeyken, birden gözüm yargıçlardan birine
takıldı; oturduğu yerde dosyaların arkasında kaybolmuştu,
yalnız tepesindeki saçlarının birazı gö­-
rünüyordu. Bakışlarımı ondan ayıramıyordum.
Kimlik soruşturması yapıldı. Yargıç konuşmaya
başladı:

“Devletin hariçteki itibar ve nüfuzunu kıracak
şekilde devletin dahili vaziyeti hakkında yabancı
bir memlekette asılsız ve mübalağalı maksadı
mahsusa müstenide ve milli menfaatlere zarar
verecek şekilde faaliyette bulunmak iddiasından…”

Yargıcın konuşması uzadıkça uzuyordu. Aylardır
duymaktan bıktığım, aslı astarı olmayan
bir yığın laf. Bir ara, bana, söyledikleri hakkında
ne diyeceğimi sordu.

“Efendim, ben ‘Birinci Kurtuluş Savaşı’nı
kaybettik, ikinci Kurtuluş Savaşı’nı kazanacağız’
diye bir söz söylemedim. Zaten konuşmam siyasal
bir içerik taşımıyordu, kültürel bir içerik
taşıyordu. ‘Kültür emperyalizmine karşı İkinci
Kurtuluş Savaşı’nı da kazanacağız’ dedim. Tercü­
man gazetesi, durumu çarpıtarak yazmış. Konuş­-
ma metnimi vermiştim, dosyada bulunmaktadır.
Ortada bir suç yoktur,” dedim.

Sonra tanıkların dinlenmesi kararıyla ileri bir
tarihe gün verildi. İlk duruşmayı rahat bir şekilde
atlatmıştım.

Filmin bitimine yakın Şerif Gören’den, Hülya
Koçyiğit ve Cihan Ünal’la ‘Herhangi Bir Kadın’
adlı filmde hamal rolü oynamam için ikinci bir
öneri geldi. Yapımcı Selim Soydan’dı. Filmin sosyal
içerikli, güzel bir konusu vardı. Kabul ettim.
Zaten Selim Soydan sansürden geçmeyi kolaylaştıracak
pek çok yüksek rütbeli subayı tanıyordu.

Filme başladık. İki hafta sonra Selim Soydan
sete geldi. Beti benzi atmıştı, sesi titriyordu:
“Tarık… Delikan’m sansüre takıldığını biliyor
muydun?”

Gülmekten yere düşecektim neredeyse:
“Yahu hiçbir şey yok o filmde,” dedim.
“Ne yapacağım ben şimdi? Bizim film sansürden
hiç çıkmaz. Perişan oldum…” diyordu.
Çok kaygılı ve telaşlıydı. Onu öyle görmenin
ötesinde, sıradan bir aşk filminin bile sansüre takıldığı
bir ortamda film çekmeye kalkmış olmak,
mahkemenin gerginliği, Yeşilçam’daki durumumun
sallantıda olması, sinirlerimi iyice bozmuş­
tu. Selim yakındıkça ben gülmekten yerlere
yatıyordum.

“Korkma Selim, sen yolunu bulursun,” diye
avutmaya çalışıyordum ama sonuçta film yapımcıları,
böyle böyle benden uzaklaşacak, kimse benimle
iş yapmak istemeyecekti. Çünkü ‘Tarık
Akan’m filmleri sansürden çıkmıyor’ olacaktı.
Daha sonra Selim Soydan filmi sansürden
kurtardı, nasıl yaptı bilmiyorum. Sekiz-dokuz ay
sonra, Selim’in filmini emsal göstererek Delikan
da mahkeme kararıyla kurtuldu.

* * *

Bir yandan mahkeme sürüyordu tabii. Tüm
duruşmalara gitmek zorundaydım. Her seferinde
bir-iki arkadaşım ifade vermeye geliyordu, Gülsen
Bubikoğlu, Müjdat Gezen, Halit Kıvanç, Perran
Kutman… Asıl korkuyla beklediğim Osman
İşmen’in ifadesiydi.

1981’in Ekim’i gelmişti. Yeşilçam Sokağı’nda
bir arkadaşımla konuşuyordum. Ne yapıyorsun,
ne ediyorsun derken,
“Ben de yarın İsparta’ya Yılmaz Ağabey’e gidiyorum,
biletimi bile aldım,” dedim. Arkadaşın
yüzü karıştı, hık mık etti, sakın ha, falan diye bir
şeyler geveledi.
“Ver bakayım biletini…”
Allah Allah… Ben de kuzu kuzu çıkardım bilet-
i, gösteriyorum aklım sıra. Aldı bileti, soktu cebine.
“Gitmiyorsun bir yere, sonra konuşuruz,” deyip
gitti.

Ertesi gün gazetelerin baş sayfalarına ‘Yılmaz
Güney Kaçtı’ diye kocaman manşet atılmıştı.
Hepimiz tahmin ediyorduk, ama hiçbirimiz
nasıl ve ne zaman olacağını kestiremiyorduk. O
gün, mutlaka bizi çağırırlar diye bekledik, çağırmadılar.
Mahkemeye yansır mı, diye bekledim,
neyse ki o da olmadı.

Günlerim çoğunlukla Orhan Apaydın ve Burhan
Apaydınla birlikte geçiyordu. Yemeklere çı-
kıyorduk. Avrupa’dan baro başkanlarını ağırlıyorlardı;
bu buluşmalarda ne konuşuluyorsa Avrupa
gazetelerine yansıyordu. Ankara’nın ’80 sonrası
kaybettiği toplumu temsil gücünü, sivil toplum
örgütçüsü olarak Orhan Apaydın üstlenmiş gibiydi.
Orhan Ağabey de içeri girmekten korkuyordu,
ama onun korkusu benimkinden farklıydı tabii.
O, hapse girmek için yaşının geçtiğini ve artık dayanamayacağını
da biliyordu.

Almanya’dan arkadaşlarım Erol Özgür, Gürdal
Çeliköz tanıklık için geldiler, ifadelerini verdiler.
Osman İşmen’e hâlâ sıra gelmemişti. Şimdilik
duruşmalar sorunsuz gidiyordu. Ama aylar ilerledikçe
Yılmaz Güney’in Paris’ten haberleri geliyordu
ve ‘Yöl’un Cannes Film Festivali için hazır
edileceği söyleniyordu. ‘Yol’ gösterildiğinde mahkeme
sürüyor olursa durumum tehlikeye girebilirdi.
Avukatlarımın dikkatini bu yöne çekmeye
çalıştım. Duruşma sonlarında yargıç
“…falanca tarihe ertelendi,” dediği anda Burhan
Ağabey,
“Efendim, o tarihte filanca yerde duruşmam
var, öne almak mümkün mü?” diyerek tarihi öne
çekiyordu.
26 Şubat 1982’de Orhan Apaydın tutuklandı.
Birinci Barış Davası. Otuzu aşkın aydın içeri
alınmıştı.
31 Mart 1982 günü Osman İsmen ifadeye geldi.
Heyecandan dizlerim titriyordu. ‘İşte şimdi ayvayı
yedin’ der gibi gözümün içine bakıyordu
yargıçlar. İçlerinden biri sormaya başladı:
“Siyasi Şube’de ve Sıkıyönetim Başsavcılı-
ğı’ndaki ifadelerinde, Almanya’da, Frankfurt’taki
spor salonunda Tarık Akan’ın sahneden halka,
‘Birinci Kurtuluş Savaşı’nı kaybettik, İkinci Kurtuluş
Savaşı’nı kazanacağız’ dediğini duymuşsun;
ne diyeceksin?”

Avukatıma baktım; çok sakindi, hiç bana bakmıyordu.
Hayatımın en heyecanlı ânıydı. Osman’ın
ağzının içine bakıyordum. Biraz duraladıktan
sonra Osman konuştu:
“Efendim, ben müzisyenim. Tarık Akan konuşurken
ben alt kattaydım, oraya ses gelmez. Ne
konuştuğunu duydum, ne de ne dediklerinden
haberim var…”
O anda orada içim boşaldı. Yargıç da, savcı da
neye uğradıklarını şaşırdılar.
Soru yinelendi.
Osman aynı ifadeyi verdi.
Yargıç bağırmaya başladı. Arka arkaya,
“İfadeni ret mi ediyorsun? Şube’de ve Savcı-
lık’ta söylediklerine mi inanalım, burada söylediklerine
mi? Yalan mı söylüyorsun? Hangisi doğ­
ru?” diye bağırarak soruyordu.
Burhan Ağabey, çok rahat görünüyordu: Mü­
dahale etmeye niyeti yok gibi duruyordu.
“Savcılıktaki ifaden yeminli, şimdi tersini mi
söylüyorsun yani?”
“Efendim, o ifadeleri Siyasi Şube’de okumadan
imzaladım, Savcı Bey de, ‘İfadeni kabul ediyor
musun?’ diye sorunca, ‘Evet,’ dedim, ama orada
ne yazılı olduğunu bilmiyordum…”
Yargıcın gözlerinden alevler fışkırıyordu.
“Bana bak, seni yalan ifade vermekten tutuklarım.
Bir kere daha soruyorum. Ne diyorsun?”
“Böyle oldu efendim, ben bir şey duymadım.”
“Buradan hapse gidersin!”
Osman susuyordu. Ben avukatıma bakıyordum.

Böyle giderse Osman içeri girecekti. Yargıç,
aşağıda oturan sekreter kıza baktı, kararlı bir şekilde,

“Peki, yaz kızım,” dedi.
Yargıç, yasa maddelerini yazdırırken Burhan
Ağabey ağır ve vakur ayağa kaktı, konuşmaya
başladı. Gözüme büyük bir aktör gibi görünüyordu.
Uzun uzun, güzel güzel emsal davalar gösterdi.
En sonunda da yargıcın gözlerinin içine baka
baka savunmayı yaptı:
“Sayın yargıç, sayın savcının almış olduğu yeminli
ifade geçersizdir; çünkü savcılık, hukuka
aykırı olarak yeminli ifade almıştır, oysa yeminli
ifade alma hakkı yalnızca yüce mahkemenindir…”

Burhan Ağabey konuyla ilgili yasa maddelerini
söylemeye başladı, ama yargıçlar çoktan şaşıp
kalmışlardı. Birbirlerinin kulaklarına bir şeyler
söylediler ve mahkemeye yarım saat ara verildi.
Burhan Ağabey, beraat kararı alacağımızdan
emindi.
Neden sonra yeniden salona alındık.Yargıçlar
yerlerini aldılar. Gözlerinin içi gülüyordu, hatta
biri bana göz kırptı. Uzun bir konuşmadan sonra
yargıç,
“…BERAATİNE,” dedi.
Tarih: 31 Mart 1982 idi.

* * *

Davamın bitmesinden bir buçuk ay sonra,
Mayıs 1982’de, ‘Yol filmi Cannes Film Festivali’nde
‘Altın Palmiye Ödülü’ kazandı. Türkiye’nin
film tarihinde ilk kez Cannes Festivali yarışmak
bölümüne bir film girmişti ve büyük ödülü kazanmıştı.
Haberi aldığım anda çok büyük bir mutluluk,
çok büyük bir sevinç duydum.
Sabah saat dokuzda Yeşilçam Sokağı’na geldim.
Neden buraya geldiğimi bile bilmiyordum.
Sinema yaşamımızı simgeliyordu bu sokak, belki
de o yüzdendi. Baktım, Şerif Gören de karşıdan
geliyor. Birbirimizi kutladık, sarıldık.
Yine de aklımız karışıktı. Bir kere film nedeniyle
hakkımızda bir soruşturma açılıp açılmayacağını
merak ediyorduk. Öte yandan film koskoca
Cannes Festivali’nde birinci olmuştu Gazeteciler
de film olayını fırsat bilip ilgili ilgisiz sorular soracaklardı
şimdi. Filmle övünüyorduk ama gazetecilerin
bu coşkumuzu malzeme yapıp hakkımızda
yalan yanlış yeni soruşturma nedenleri yaratmalarını
da istemiyorduk.
Düşündük taşındık, yalnızca ‘mutluyuz’ demeyi
kararlaştırdık.
Gazeteciler akın akın gelmeye başladılar. Sorular,
sorular. Biz yalnız, ‘Mutluyuz, çok mutluyuz’
diyorduk.
“Bu film ne zaman yurtdışına kaçtı?”
“Sıkıyönetim zamanı çekimleri nasıl yaptınız?”

“Filmi sansürden nasıl geçirebildiniz?”
“Mutluyuz.”
Ertesi gün hiçbir gazete, bizim ağzımızdan
‘mutluyuz’ ‘sevinçliyiz’ dışında bir söz yazamadı.
O akşam Cannes Film Festivali’nde muhte­
şem ödül töreni yapılıyordu. Burada bulunamamak,
o heyecanı yaşayamamak sanatçının unutamayacağı
en büyük acısı.
Şeref Gür Ağabeyim, Atıf Yılmaz, Zeki Ökten,
A li Özgentürk, Yaman Okay, Şerif Gören, Onat
Kutlar ve ben, Yeşilçam Sokağı’nm arkasındaki
kebapçıda kendi ödül törenimizi düzenledik.
“Yılmaz Güney şu anda ödülü almıştır, eli havadadır,”
diyor, biz de rakıları havaya kaldırıyorduk.

O gece hepimiz rakıdan değil, ama mutluluktan
sarhoş olduk.
* * *
Orhan Apaydın’ı Barış Derneği’ndeki arkadaşlarımı
hapishanede ziyarete gidiyordum. Beni
bazen hapishaneye kabul ediyorlardı. Bazen etmiyorlardı.
Orhan Ağabey’in sağlığı gittikçe bozuluyordu.
Barış Derneği tutukluları Şubat 1982′-
de içeri girdiler. 1984 ortalarında tutuksuz olarak
yargılanmak üzere serbest bırakıldılar. Orhan
Ağabey de içlerindeydi, ama sağlığı çok kötüydü.
1984 sonlarına doğru 46 kişi daha Barış Davası’na
eklendi, aralarında ben de vardım.
141. ve 142. maddelerden yargılanıyorduk;
birçokları idamla yargılanıyordu.
Beş yıldan on ik i yıla kadar hapsim isteniyordu.
1979 yılında İzmir’de Nâzım Hikmet’in do­
ğum yıldönümüne katılmaktan ve Barış Derne-
ği’ne üye olmaktan yargılanıyordum. İzmir’deki
spor salonuna binlerce insan katılmıştı, ama bir
tek bana dava açılmıştı. Ayda ik i defa, İstanbul’un
epey bir dışındaki mahkemeye gidip geldik; yazkış,
hepimiz… ve hepimiz yıllar sonra beraat ettik.
1986. Soğuk bir şubat gecesi. Saat on bir-on
i k i gibi, Çapa Hastanesi Nöroloji Bölümü’nden
içeri girdim. Orhan Ağabey’i yeni getirmişlerdi.
Tahta bankın üzerine yan yatmış, elini kocaman
başının altına koymuştu. Gözleri kapalıydı ve hafifçe
terlemişti. Dizlerimin üzerine çöktüm, gözlerimi
ayıramıyordum.
Elimle başındaki terleri sildim; saçları dökülmüş,
zayıflamış, küçücük kalmıştı. Aklıma kötü
kötü şeyler geliyordu. Bir yığın dalga gözlerime
hücum etti. Kendime hâkim olamamaktan korktum;
uyandığında beni böyle görmesini istemiyordum.

B ir türl ü aklımı dağıtamamıştım, gözlerimin
nemlenmesini de önleyemiyordum. Kalkıp gideyim,
dedim kendi kendime, ayağa kalkmak üzereyken
Orhan Ağabey’in gözkapakları hareketlenmeye
başladı. Kendine gel Tarık, kendine gel,
kendine gel… Dişlerimi sıkıyordum, bağırtılarım
kafamın içinde yankılanıyordu.
Gözlerini yavaş yavaş açtı, baktı, baktı, baktı.
Sonra kısık, yavaş bir sesle:
“Mu m sönüyor Tarık, mu m sönüyor…” dedi ve
gözlerini kapadı.
28 Şubat 1986
…ve hepimiz yıllar sonra beraat ettik.
28 Nisan 1987
Bu kitabı yazmaya karar verdim.
28 Şubat 1997
Ülkem, artık rahatladı, sıkılan çember kırıldı,
28 Şubat 1997’yi de, 11 Eylül 2001 faciasını da gördü;
ne mutlu bana rahatım.
28 Şubat 2002

Tarık Akan
Anne Kafamda Bit Var : 12 Eylül Anıları
Can Yayınları
8. Bölüm
Mahkemede

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir