Termal Kaynaklarımıza Sahip Çıkmak – Müslüm Kabadayı

Doğanın evrimi, bu alanda yapılan bilimsel çalışmalarla ortaya konurken, canlı hücrenin oluşumu için gerekli 6 elementin yoğunlaştığı bölgelerde su kaynaklarının ne denli önem kazandığı hemen dikkat çekmektedir. Uygarlık tarihi incelendiğinde de görülmektedir ki büyük nehirlerin ağızlarında, deltalarında yaşam olanağının daha güçlü olduğu ortadadır. Sümer, Hitit, Mısır uygarlıkları bunun en somut örnekleridir.
Doğanın evriminde ve özellikle insanın gelişiminde bu denli önemi bulunan su kaynaklarının, kapitalizmin hızla geliştiği 19. ve 20. yüzyıllarda nasıl kirletildiği, giderek temiz su kaynaklarının azaldığı da herkesçe biliniyor. Tuna nehrinin Karadeniz?e zehir saçtığı, altın aramaları nedeniyle siyanürlü suların çoğaldığı, Porsuk Çayı?nda fabrika atıklarından balıkların öldüğü, Irak işgalinde Körfez?deki canlıların petrol atıklarına gömüldüğü, herkesin bir biçimiyle belleğine kazınmış durumda. Peki, bu durumun yol açtığı tehlikeyi bilince çıkarıp hak ve adaleti vicdan karinesinden geçirenler, neden ayağa kalkıp bunun önüne geçemiyorlar?
Greenpeace gibi uluslararası düzeyde, bizdeki TEMA Vakfı gibi ulusal çerçevede faaliyet yürüten çevre örgütlerinin arkasında, doğanın kirlenmesine, tahribine yol açan şirketler, sermaye grupları bulunduğu ve bu alanda samimiyetle ciddi çalışmalar yapan çevre örgütlerinin de önünde engel oluşturdukları için, bu bilinç kitleler içinde eylemli bir davranışa dönüşmüyor. Tabii temel nedenlerden biri bu. Duyarsızlık, cehalet, çıkar, manipülasyonlar da var. Bilindiği üzere HES (Hidro Elektrik Santral) uygulamalarıyla birlikte özellikle Karadeniz bölgesinde gelişen çevre bilinci ?Derelerin Kardeşliği Platformu?yla örgütlü bir güce dönüşünce ülkemizin gündemine oturan ciddi bir eylemlilik süreci başladı. Hukuk mücadelesinde birçok HES?in yapımı durduruldu. Ancak esas mücadele yeni başladığından, 9 Nisan?da Ankara?da yapılacak miting sürecinde yaşananlar, sermayeyle ilişkili örgütlerin nasıl manipülasyon yaptıklarını göstermeleri bakımından da veriler sunuyor. Dolayısıyla insan yaşamının eşit ve özgür bir düzene kavuşturulması kadar, doğanın üretkenliğini sağlayan yasalarına da uygun biçimde ekolojik sistemin korunması her zamankinden daha çok önem taşıyor. Bu çerçevede termal sulara dair gözlemlerimi de paylaşmak istiyorum.
Türkiye, termal sular açısından Dünya?da 7., Avrupa?da 5. sırada olan bir ülke. Zaten şu biliniyor, fay hatlarının bulunduğu her bölgede mutlaka kaplıca da vardır. Bu sular magma tabakasından besleniyor çünkü. Ancak, bu sulardan gerek kentlerin ısıtılmasında, gerekse şifa amaçlı kullanımında yeterli altyapısı olmayan bir yönetim anlayışı nedeniyle bu alandaki geliri 20 milyon doları geçemiyor. Oysa Çek Cumhuriyeti, termal sularından yılda 1 milyar dolar kazanıyor.
Son yıllarda kaplıcalara, içmelere giden insanların sayısı artıyor; ancak buralara yağma Hasan?ın böreği cinsinden el atan sermaye grupları, halkın yararlanma olanaklarını elinden alıyor. Lüks oteller pahalı hizmet verdikleri için su kaynaklarını tekellerine almaya çalışan bu firmaların, devremülk anlayışıyla büyük bir Pazar yaratmaya çalıştıklarına tanık olunuyor. Özellikle Kazdağları eteklerindeki Güre kaplıcaları, Afyon Gazlıgöl son zamanlarda bu uygulamaların merkezinde yer alıyor. Şimdilerde aynı uygulamayı, Hattuşa Astyra Sağlık Merkezi?ni (Balıkesir Güre?de) yapan firma, Ayaş Hitit Sağlık Merkezi projesiyle başlatmış durumda. Bir vesileyle davet edildiğimiz bu projenin uygulanacağı sahadan öğrendiklerimizi özetlemek istiyorum.
Ankara?ya 57 km uzaklıkta, nerdeyse Ankara?nın burnunun dibindeki bir ilçede bulunan kaplıcalar, 2000 yıllık bir kullanım geçmişine sahip. Romalılar döneminde burada hamamlar yapıldığı biliniyor. Hitit, Frig, Galat, Roma, Bizans ve Osmanlı yapılarının birçok örneklerine rastlanan Ayaş bölgesine Selçuklularla birlikte Türkmen oymakları, özellikle de Barak obaları yerleştiriliyor. Bu insanların yaşadıkları topraklarda dut başta olmak üzere birçok meyve, domates başta olmak üzere birçok sebze yetiştiriliyor. Organik tarım bakımından en uygun mineral zenginliğe sahip suların aktığı bu coğrafyada, bu yönde de ciddi bir yatırım yapılmıyor. Termal sular bakımından zengin olduğu bilindiği halde, 1950?lerden sonra buraya tesis yapılmaya başlanıyor. Ancak Ankara?nın burnunun dibinde olan bu sulardan gerek ısınma gerekse şifalı su olarak yeterince yararlanılmadığı da biliniyor. Bu gerçeği, Ayaş Hitit Sağlık Merkezi tanıtımı sırasında konuşma yapan, firma sahiplerinden Çorumlu Mehmet Ali Doğan?a Sevda Kılıç Kabadayı, şu soruyla dile getirdiğinde, katılımcıların büyük çoğunluğu bundan etkileniyor. ?Devlet, bu kadar faydası olan bu suları Ankara?ya götürecek olanaklara mı sahip değil, yoksa sizlerin burada yatırım yapmanız için mi kamu hizmeti götürmüyor??
9300?ü aşkın minerali ve özellikle arsenik-bor içermeyen suyu ile dikkat çeken Ayaş kaplıcaları, bugüne kadar neden kamu hizmeti olarak Ankaralıların yararlanmasına sunulmadı, sunulmuyor? Sermayenin önceliğinde ?kâr? bulunduğundan, halkın sağlığı, ülkenin kalkınması için kamu hizmetlerinin eşit ve parasız biçimde yaygınlaştırılmasının önemi, Ayaş gerçeğinde de somutlanıyor. Burada 150-200 m?den çıkan termal suların zenginliği dikkate alındığında, bu sularla Ankara?nın ısınma problemi önemli oranda çözülüp doğalgaz bağımlılığı azaltılabileceği gibi, romatizma başta olmak üzere birçok hastalığa çare sağlanabilir. ?Sorun, birilerinin cebini doldurması mı yoksa yer altı kaynaklarından halkın eşit biçimde yararlanması mı?? sorusunda anlam kazanan kamu hizmetinin yararı, aynı zamanda doğal dengenin korunması bakımından da önemli.
Japonya?daki deprem sonrası oluşan nükleer tehlikenin, hükümet yetkilileri tarafından saklandığı ortaya çıkınca, sermayenin kârdan başka bir şey düşünmediği bir kez daha görüldü. ?Japon hükümeti ve Tokyo Elektrik Enerji Şirketi TEPCO, kaza seviyesini önce 3 sonra 4?e ve ardından 5?e çıkardı. Nükleer Denetim Kurumu, bu kazanın Çernobil kazasından bir alt seviyede, yani 6 seviyesinde olduğunu söyledi.? şeklinde verilen haberler ve radyasyon oranının, besinlerle ilgili bilgilerin, TEPCO şirketi zarar görmesin diye halktan gizlendiği ortaya çıkınca, ?kâr hırsı?nın ne denli vahim bir içerik taşıdığı anlaşılıyor. Türkiye?de de bazı özel çay şirketleri zarar görmesin diye Çernobil nükleer santralinin patlamasıyla oluşan tehlikeyi gizlemek üzere dönemin Sanayi Bakanı Cahit Aral?ın tv?de halkın gözünün içine bakarak yalan söylediği, o dönemi yaşayanların belleğindedir.
Dolayısıyla hem doğanın evriminin sağlıklı sürmesi hem de insan yaşamının eşit-özgür bir sistemle verimli kılınması için, yer altı kaynaklarımızın da yaygın bir kamu hizmetine kavuşturulması zorunlu. Yoksa ?yağma? düzeninin kurbanı olacağız. Boyun eğmek ve kurban olmak istemiyorsak, tüm kaynaklarımıza sahip çıkarak, bunların eşit ve parasız biçimde kamu hizmetine sunulması için mücadele etmek zorundayız.

Müslüm Kabadayı

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir