Tespih Taneleri – Mıgırdiç Margosyan. “Her bir tespih tanesi bir yaşamdır. Yanyana dizdiğimiz tespih taneleri hiç dağılmasın.”

Mıgırdiç Margosyan’ın “Tespih Taneleri”, yazarın doğduğu yer Diyarbakır?ı, oradaki Ermenileri, Kürtleri, Türkleri, Süryanileri, Keldanileri, Yahudileri, bugün artık tarih olmuş bir kent yaşantısının en içten hikâyelerini anlatan, derin bir duygusal yolculuğun güncesi niteliğinde bir yapıt. Mıgırdiç Margosyan, Türkçe, Kürtçe ve Ermenicenin olanaklarından ve özyaşam öyküsünden yola çıkarak dağılan hayatları anlatıyor.
Dişçi Sarkis… Ya da Dişçi Ali… 17 yaşına kadar bir Müslüman gibi yaşayan, Ermeni kimliğine bir hayat alanı bulamayan ve bu nedenle de çocuklarının Ermeniceyi öğrenmelerini özellikle isteyen Dişçi Sarkis, oğlu Mıgırdiç Margosyan?ın İstanbul?a gitmesine karar verir. ?Tespih Taneleri?, bu kararın ardından Karnig Dayı?nın denetiminde çıkılan yolculukla başlıyor. Diyarbakır?dan İstanbul?a hareket eden trenin yolcuları, en büyükleri 15 yaşında olan bir grup çocuk. Hepsi de hedefini bilmedikleri bir yolculuğa çıkan bu çocuklar, İstanbul?a geldiklerinde soluğu, üzerinde büyük harflerlerle ?Karagözyan Askayin Vorpanots? yazan Karagözyan Ermeni Mahallesi?nde alır. ?İstanbol?a gidin, ana lisanınızi öğrenın, adam olın…? diyen büyüklerin kararıyla geldikleri bu okulda, en az Diyarbakır?daki kadar yabancıdır dördü Liceli, ikisi Diyarbakırlı bu 6 çocuk. Diyarbakır?da Gâvur Mahallesi?nde yaşayan ‘gâvurlar?dır; İstanbul?da, diğer Ermeni çocuklarının arasında, konuştukları Diyarbakır Türkçesi nedeniyle ‘köylü Kürtler?dirler… Yani her yerde yabancı, her yerde kimliksiz…
Margosyan, ?Söyle Margos Nerelisen?? isimli kitabına da isim olan soruyu kim bilir kaç kez duydu, kaç kez sordu kendisine. Yazarın ?Tespih Taneleri? isimli anı roman niteliğindeki kitabı, bu soruyu bir kez de okurların sormasına ön ayak oluyor. Çünkü kitap, Ermenice, Kürtçe ve Türkçenin dil olanaklarını ve her bir dilin içinde yaşayan kültürel dokuyu bilen bir kalem erbabının özyaşam öyküsünden alıyor kaynağını. Yazarın, kimi dramatik ve hatta trajik, fakat kimi de sıcak, yumuşak, komik hikâyelerle beslediği kitabında tespih tanelerinin çok anlamlı bir yeri var.
Yazarın Diyarbakır?daki çocukluk yıllarında bir evde toplanan büyükler, başka hiçbir eğlence aracının bulunmadığı o dönemde eğlenceyi sohbetlerde bulurmuş… ?Babam, uzun kış geceleri tespih çekerdi. 1950?li yılların ortamında insanlar bir araya geldiğinde sohbet ederlerdi. Ve sohbetin ilerlemesiyle birlikte, biz çocukların duyması istenmese de konu eninde sonunda hep aynı noktaya bağlanırdı… O insanların büyük bir çoğunluğu şu veya bu şekilde 1915 tehcir olaylarıyla baş başa kalmıştı. Diyarbakır?da ‘kafle? deriz biz; kafileler halinde yüründüğü için. Orada tehcir, sürgün, soykırım lafları kullanılmaz. İşte babam, kafleye gidenlerin arkasından kalanları tespit etmek için tespihinden bir tane boncuk çekerdi ve ‘Şurada şu kadar Ermeni kaldı,? derdi. Bir tür oyuna dönüşmüştü bu…?
Her bir tespih tanesi bir hikâye içerirmiş elbette. Bir yanıyla Margosyan?ın romanına konu olan çocukların her biri de bir tespih tanesi… Hepsinin yaşı, yaşadığı yer, ailesi, özetle hikâyesi farklı…
Margosyan, yaklaşık 5 yıl çalışmış kitabı üzerinde. Daha önceki kitaplarında dağınık olarak anlattıklarını bu kez bir defada anlatmak niyetiyle yazmaya başlayan Margosyan?a o kaçınılmaz soruyu soruyoruz: ?Nerelisiniz??
Yanıt, birden çok sorunun cevabını içeriyor aslında… ?Hasbel kader Diyarbakır?da doğdum ama bana sorarsanız Heredanlıyım. Çünkü Heredan benim babamın doğduğu, Diyarbakır?ın şimdiki adıyla Dicle, eski adıyla Piran kazasına bağlı bir köyü. Ben daha 2- 3 yaşındayken babam sorardı; ‘Söyle Margos nerelisen?? diye…
Hemen arkasından da ‘Heredanlısın? derdi. Şimdi ben de çocuklarıma soruyorum aynı soruyu; onlar da beni mutlu etmek için aynı cevabı veriyor. Babamla aramızdaki bu diyalogun anlamı büyük. Babam Ermeni kimliğini tam olarak yaşayamamış ve bunun ezikliğini duymuş hep… Bu yüzden önceliği Ermeniceyi öğrenmemiz yönündeydi. O bizi hep, yaşayamadığı hayatla bütünleştirmek istedi.?
?1960?lardan sonra Diyarbakır?dan bir göç başladı; tespih çekiyorum ama kimse kalmadı!? diyor Margosyan. ?Tespih Taneleri?, hem bir anı-roman olarak hem de yakın tarihe başka bir bakış olanağı olarak okunmalı…
 (*) “Gavur Mahallesi (1992), Söyle Margos Nerelisen? (1995) ve Biletimiz İstanbul’a Kesildi (1998) adlı hikâye kitaplarıyla tanımıştık Mıgırdiç Margosyan’ı. Diyarbakır’ın Hançepek Mahallesi’nde, diğer adıyla ‘Gavur Mahallesi’nde doğmuş bir Ermeni’ydi o. Diğer Ermeni çocuklar gibi onun adı da Kürt çocukları tarafından sokakta konmuştu; Gavur! Haksızlık etmek istemem. Belki de ‘öteki’leştirilmenin acısını bizzat deneyimlediklerindendir, şimdilerde kimse gavur diye seslenmiyor Diyarbakır’da Margosyan’a. Hemşeri sayılıyor artık, dostluk ve ilgi görüyor. Mıgırdiç Margosyan’ın Diyarbakır sevgisini ise anı-romanı Tespih Taneleri’nde izliyoruz.
“Tepesindeki yuvarlak, küçük sac tabelada zeytuni zemin üzerine beyaz harflerle ‘Karagözyan Ermeni Yetimhanesi’ yazılı demir kapıdan ürkek, çekingen adımlarla içeri girdiğimizde, adımlarımızın bizleri nereye, hangi istikbale doğru götürdüğünü bilemediğimiz gibi, hayal etmemiz de mümkün değildi” diye başlıyor Margosyan’ın hikâyesi. Öyle ya, denizi, ilk kez Haydarpaşa Garı’nın zaman tünelinde aşınmış mermer merdivenlerinden aval aval seyredip, ardından tıkıştırıldıkları bir kaptıkaçtıyla yandan çarklı bir arabalı vapur yolculuğundan sonra, kısmetlerine çıka çıka bir yetimhane kapısı çıktığına göre, hayal güçlerini hangi pembe tablolar süsleyebilirdi bu çocukların?
Margosyan, belki de babasından aldığı hayat dersiyle pembeleştirecektir her köşesi iç karartıcı renklerle boyanmış tabloyu. “Günün birinde, ansızın, hiç beklemediği çığlıklar içinde bulduğu yaşamını, daha sonra ilmek ilmek örerek, alın teriyle yoğutup imbikten süzerek kendi hassas terazisiyle tartıp özetleyen babasının “Dünyada en güzel şey, yaşamağtır oğlım” sözünü tutacak ve sırf etnik kökeni nedeniyle göğüslemek zorunda kaldığı onca zorluğa rağmen yaşama sevincini yitirmeyecektir.
1953 yılında, genç Mıgırdıç on beş yaşındayken gelmiştir yetimhanenin kapısına. Yaşları on iki ile on beş arasında değişen bir gurup Ermeni çocuğu Diyarbakır’dan İstanbul’a getiren neden anadillerini öğrenme isteğidir. Anadilleri ya da etnik kökenleri hakkında bildikleri kulaktan dolma üç-beş cümleden öteye gitmemiş yoksul ve cahil çocukların yüreklerin ansızın yanan bir ateş değil elbette öğrenme isteği. Burada bir kez daha Margosyan’ın babası çıkıyor sahneye: “Henüz dört yaşlarındayken doğduğu köyü Heredan’dan tehcir edilen, ‘Kafle’ye çıkıp tesadüfen sağ kalan, ömrü boyunca hiçbir okulda okuma fırsatı bulamadığı için, ileride okuma yazma kurslarına katılıp ‘şahadetname’ dediği diplomasını büyük bir keyifle duvara astıktan sonra, artık ceketinin cebinden eksik etmediği en az iki adet günlük gazetenin yanı sıra bir de ordan burdan bulup buluşturduğu kitapları okudukça ‘dünyada en mühim şey oğhımağtır’ düsturunu benimseyen adam…” Annesinin bütün göz yaşlarına, Mıgırdıç’ın bütün kayıtsızlığına rağmen, babası elinden düşürmediği Rousseau’nun Emil (Eğitime Dair) kitabına duyduğu imanla, İstanbul’a giden trene bindirecektir oğlunu.
Diyarbakır’da kalsa Terzi Antranig gibi işinin ehli ustaların veya Kuyumcu Ghaço’nun, Süryani kuyumcu ustası Emsih’in, o da olmazsa Keldani aktar Kör Yusuf’un yanında çıraklık yapmaktan başka şansı olmayan Mıgırdiç Margosyan’in kaderi hiç kuşkusuz tam bu anda değişmiştir. Oysa okuyup ‘böyüg adam’ olmak için oğlunu İstanbul’a postalayan adamın hayatında hiçbir zaman okul zili çalmamıştır… “Onun yaşamında, okuyup yazmaya başlayacağı günlerde çalan ilk zilin sesi, ölüm ve kalım arasındaki ‘Kafle’ çığlıklarıdır… Ve çok sonra kendi kendine şu soruyu soracaktır Margosyan; “henüz dört yaşındayken köyünden sürülmekle başlayan ve anasız, babasız, kardeşsiz, bin bir çile ve eziyetle sürüp giden yaşam kavgasında ‘cahil’ kalmanın acısını, oğlunu okutup ‘büyük adam’ yapma hırsıyla çözmeye, böylece ‘tariğh’ten bu yolla ‘hisap sorarak’ öcünü mü almaya çalışıyordu?”
Her neyse, sonuçta bileti İstanbul’a kesilmiş, Karagözyan Ermeni Yetimhanesi’nde yepyeni bir hayatın kapısı açılmıştır. Genç Mıgırdıç’ın hayatından iki yılı anlatıyor Tespih Taneleri. Okumasını, öğrenmesini, Ermeniceyi sökmesini, bütün bu süreçteki zihinsel ve ruhsal değişimlerini yakalıyor. Ve delikanlılık çağını yaşayan Mıgırdıç’ın 6 Eylül 1955 tarihli İstanbul izlenimleriyle noktalanıyor; tarihin ilki kadar şiddetli olmasa bile sanki tekerrür ettiği bir şiddet anıdır bu.
Aynı coğrafya aynı dil
Anı-Roman olarak nitelenen anlatı türü roman yazmanın en kolay yolu sanılır. Oysa kişinin başından geçenleri yazıya döktüğü kitapların büyük çoğunluğu edebiyatın değil tarihin ilgi alanına girmiştir. Margosyan ise hem tarihi hem edebiyatı gözeterek yazmış Tespih Taneleri’ni. Metnin tarihsel arka planı önemli; ama resmi tarihe alternatif bir tarih yazmak amacı yok. Bir gün ansızın değişen kaderleri, parçalanmış aileleri, oraya buraya savrulan çocukları, artık kaybolmuş kültürleri, hayata tutunmaya çalışan sıradan köylüleri, kısacası geçmişte cereyan etmiş olayların bireyin hayatına yaptığı etkileri anlatıyor Margosyan. Hafızanın katlarını açarak, hafızada iz bırakan önemli anları yakalayarak anlatıyor.
“Geçmişin acı deneyimleriyle ilişkisini, esas itibarıyla ‘unutma’, daha doğrusu ‘bastırma’ üzerine kurmuş bir toplumda; ‘unutturma’yı, hatta belli konularda ‘hatırlama yasağı’nı ‘bir idare tekniği’ olarak kullanan bir devlette yaşadığımızı; siyasal tarihimizin ‘üst üste yığılmış nisyan katmanları’ndan oluştuğunu söylemek abartı olmaz.” Edebiyatın ikincil işlevlerinden belki de en önemlisi o üst üste yığılmış ‘nisyan katmaları’nı toplumun tarihine yeniden kazandırmaktır. Ortak bir ‘sivil hafıza’ya sahip olmak, tarihin çoğul bir okumasını yapabilmeyi, başka pencerelerden bakan, başka sokaklara açılan tarih anlatıları olarak anılarımızdan ve edebi metinlerden beslenmeyi gerektirir. Tespih Taneleri’nde yazar tam da bunu yapıyor işte.
Ama bir metnin edebiyat içerisindeki yerini belirleyen onun birincil işlevini yerine getirmesi, hikâyesini beli bir biçimde, yani edebi değer sorununu gözeterek anlatması gereklidir. Tespih Taneleri de dili, üslubu ve kurgusuyla iyi bir roman. Margosyan, iki zamanlı bir kurgu içerisinde aktarmış hikâyesini. Hikâyenin anlatım zamanı 1953-1955 yıllarını kapsıyor. Ancak bu süre içinde, yetimhanede karşılaştığı eşyalarla, insanlarla, duyduğu sesler, yediği yemeklerle geçmişe, Diyarbakır’a, çocukluğuna, ailesine dönüyor Margosyan’ın belleği. Eşyalar eşyaları, insanlar insanları, sesler sesleri hatırlatıyor ve uzun bir tarihsel döneme uzanıyor. İşte böylelikle çok renkli ve neşeli yaşanmışlıklara tanıklık ediyoruz. Gavur Meydanı’nda Dacig dedikleri Müslüman, Türk ve ‘Moşe’ dedikleri Yahudi yaşıtlarıyla yaptıkları kıran kırana ‘çüt kale’ maçlar, kafa göz yarmalı kavgalar, kırık leblebiler, dayısının yanındaki demirci çıraklığı, yazlık sinemalar, Diyarbakır kabadayıları, İstanbul Ermenilerinin gözünde nasıl da kürt ve köylü sayıldıkları birer birer canlanıyor. Elbette belleğin derinliklerine yapılan yolculukta seçme şansı yok; kimi zaman yakınlarının tehcir anılarını, Yahudi komşularının göçünü, sevdiklerinin ölümlerini de hatırlıyor ve hatırlatıyor Margosyan. Ancak şunu vurgulamak isterim. Anlatının bütününe yayılmış bir hoşgörü, kişisel nefretten arınmış bir bellek var karşımızda. Kırgınlık ve düşmanlık duygularını bir kenara bırakmış, karşıdakiyle aynı coğrafyayı, aynı dili paylaştığını bilen, intikam alma arzusu taşımayan bir yazar, bu toplumun değiştirilmesi artık mümkün olmayan ortak tarihinde dolaşıyor. Değiştirilmesinin mümkün olmadığını bilen, ama acıların dindirilmesinin, hatta daha iyi bir başka durumun mümkün olabileceği umudunu barındıran bilinciyle Margosyan, tarihin öznesi olarak bir sorgulamaya girişmiş.
Yeniden edebiyatın o sözünü ettim birincil işleve dönelim: Tespih Taneleri’de Türkçenin bir edebi metinde ne denli zenginleşebileceğini sergileyen bir dille karşılaşacaksınız. Yazarlar için her zaman tehlikeli olmuş yerel ağızları ustalıkla kullanan, farklı tarihsel dönemleri dilde ayrıştıran, görsel ve işitsel imgeleri yazıya döken ve ironik duruşunu hiç yitirmeyen anlatısıyla Tespih Taneleri, okuyucusunu geniş bir zamana ve mekana yayılan roman dünyasına çekiyor.
Tuzak bir soruyla bitiriyorum; Türkçe yazan Ermeni ya da Kürt yazarlar hangi edebiyat içinde yer almalılar?
( *) A. Ömer Türkeş’in 01/12/2006 tarihinde Radikal Gazetesi’nde romana dair yazısı

 Evrim Altuğ’un Yazarla Kitap Üzerine Söyleşisi
528 sayfa, kaç yıla, ve nasıl bir hayata tekabül ediyor?
Yaklaşık dört buçuk yıla tekabül ediyor. Benim çocukluğumdan, ilk gençlik yıllarıma kadar olan anılarımın, bir yerde derlemesi.
Son dönemde karşımıza çıkan yaşamöyküsel kitaplarda genellikle ?Nehir Söyleşi? biçimine yöneliniyor. Siz ise, bu kitapla birlikte bir roman kurgusundan yana tavır alıyorsunuz. Bunun nedeni, okurla daha yakın bir ilişki kurabilme niyeti mi?
Aslında ben burada illâ bir roman, ya da anı veya hatıralar gibi değil de, kalemime geldiği gibi yazdım. Herhangi bir masanın etrafında kurgu yapmadım. Mümkün olduğu kadar gerçek olaylardan yola çıkarak, babamın anlattıklarımı, çevremden duyduklarımı olduğu gibi aksettirmeye çalıştım. Tabii içerisinde ufak tefek kurgular da var…
Şimdiki nesil ve sonrakiler için, bugünkü manzaraya bakıldığında, size göre nasıl kitaplar yazılabilir?
Aslında yazılması gereken, evvelâ içtenlikle olmalı. İnsanlar, kendi düşünceleri ? doğru veya yanlış ne ise ? onu aksettirmeleri gerekiyor; tabii Evrensel boyutlarda, insanları kucaklayacak, barışa yönelik kitaplar, bence bugün için en elzem olması gerekendir.
Son dönemde gündeme gelen Fethiye Çetin (Anneannem / Metis Yayınları) ve Elif Şafak imzalı kitaplar (Baba ve Piç / Metis Yayınları) aracılığıyla Türkiye?de, Ermeni cemaati üzerine edebî alandan kaynaklanan bir çok bilgi, kamuoyuna yansıdı. Bu zincirde, ?Tespih Taneleri?nin yeri, ya da duruşu nedir?
Bu kitapta ben, öyle sanıyorum ki, bugüne kadar ülkemizde konuşulmuş, veya zaman zaman üstü kapalı konuşulmuş Ermeni sorununa, satır aralarında yer verdim. Ama bunu yaparken, mümkün olduğunca gerçeklerden yola çıktım. O olayları 1915?te yaşamış olanlardan, ki bunlardan biri meselâ babam ve yakın akrabalarım; onlardan aldığım izlenimleri satır aralarında yansıtmaya çalıştım. Yani benim buradaki mesajım; insanlara mümkün olduğu kadar geçmişte yaşanan bir takım yanlışların irdelenip, bir daha bu tür yanlışlara tevessül etmemeleri konusunda bir mesaj.
Bu ?yanlışlardan? söz edersek?
Yani meselâ bir soykırım lâfı geçer. Ama bu, illâ soykırım mıdır, tehcir midir, sürgün müdür şeklinde tartışmaları olur. Ben bu kelimeler üzerinde durmak istemiyorum ama, acı hepimizin tecrübesi. Ve bunu dile getirmeye çalıştım. Bu gibi tartışmaların hepimize bir şekilde ders verebileceğini düşünüyorum.
Kitabın farklı dillere çeviri olasılığı nedir ? Örneğin Kültür Bakanlığı?nın da bir çeviri projesi var…
Benim bire bir bir niyetim yok ama, öyle bir talep okuyucular tarafından bir talep gelirse, bu kendiliğinden gerçekleşir… Ben yazdığım kitapların şu veya bu şekilde insanlara ulaşmasını isterim, benim için sadece ve sadece bir okuyucu bahis konusu, onların etnik kökeni de, düşünceleri de beni ilgilendirmez. Hodri meydan. Ben kitabımı yazmışım. Bakanlık isterse tercüme eder, isterse etmez, isterse rafa kaldırır, isterse bunun hakkında şu veya bu şekilde karşı propaganda yapabilir; herkes düşüncelerinde özgürdür. Benim o konuda herhangi bir endişem yok. Kitap ortada. Okuyucular isterse, istedikleri gibi yorumlarlar.
Kitap hangi yılda sonlanıyor?
Yaklaşık altı ay önce kitabı yayınevine teslim ettim. Yani beş yıllık bir emek var burada.
Sizin için kitabın tek bir cümleyle anlamı nedir?
Valla, kitabın adı, ?Tespih Taneleri.? Herkes alsın, herkes kendine göre bir tespih çeksin.
?Tespih Taneleri?nin anlattığı…
Margosyan, Tespih Taneleri?nde, Diyarbakır?dan okumaya geldiği İstanbul?a hayali bir köprü kuruyor. ?Kafle? yollarında her birinin ailesi ?berdan berdan? olmuş, tespih taneleri gibi dağılmış anne ve babasının, oğullarının ?adam olması?nı, ?anadili?ni daha iyi öğrenmesini sağlamak için İstanbul?daki Ermeni ruhban okuluna gönderdiği küçük Mıgırdiç, kâh bu yeni çevresinde karşılaştığı gariplikleri, kâh hasretiyle yandığı Diyarbakır?ı, bir türlü kavuşamadığı ilk aşkını, kimi siyasal-toplumsal olayların örgüsü içinde, büyük bir ayrıntı ve renk cümbüşü içinde hikâye ediyor.
Çocukluktan ilk gençliğe geçtiği o delikanlı çağında, ailesini, kardeşlerini, Diyarbakır ?küçe?lerinde oynadığı arkadaşlarını ardında bırakan mahzun Mıgırdiç, İstanbul?da kendilerini ?Koşun, Kürtler gelmiş!? çığlığıyla karşılayan akranlarının arasına girdiğinde, geleceğe hem biraz kaygı, hem de biraz umutla bakıyor. Yazarın doktor babası Sarkis Margosyan ile, Yeşilçam?ın o unutulmaz kederli ama vefakâr çehresi, aktör Sami Hazinses?in babasını bir arada, bir diş muayenesinde gösteren ?Tespih Taneleri?nin kapak tasarımı ise, Mehmet Sinan Niyazioğlu?nun emeğiyle oluşturulmuş.
Yazarın, kitabı üzerine sunuş konuşmasından: ?…Gâvur Mahallesi?ni ilk yazdığım zaman bana, ?Bu kitabın ismi niye Gâvur Mahallesi ?? diye sormuşlardı. Ben de demiştim ki, onu bana değil, bu ismi bize lâyık görenlere söyleyin. İyi de olmuş. Gâvur Mahallesi, orada yaşayan azınlıkların hiç olmazsa bir bölümünü okuyuculara getirdi ve paylaştık. Ve çok mutluyum. Tahmin edemeyeceğim kadar ilgi gördü…. Tespih Taneleri benim için zor oldu; şöyle: Tespih Taneleri içinde hangi tarihleri dizecektim; nasıl dizecektim ? İnsanlara nasıl bir mesaj verecektim ? Yanlış anlaşılmak istemiyordum. Çünkü her bir tespih tanesi, benim için bir yaşamın ta kendisi idi. Burada sadece, benim yakın akrabalarım ya da beraber yaşadığımız insanları değil, aynı tespih taneleri içinde hiç tanımadığımız insanlara da merhaba demeyi çok arzu ettim. Evet, tespih taneleri yanyana dizildi. Umarım bundan sonra, hiç birimizin yaşamında beraber olmayı düşündüğümüz, yanyana dizdiğimiz tespih taneleri hiç dağılmasın. Hep böyle sevecen, birbiriyle kucaklaşan ilişkiler içerisinde, hep iyiye, mutluluğa bizleri götürsün. Ama yaşam, maalesef her zaman tespih tanelerinin içinde arzu ettiğimiz gibi olmuyor… Bu gerçek bir yaşamın da öyküsüdür. Dün akşam, kendi kendime diyordum ki, yarın böyle muhterem zatlar gelecek, ben orada ne konuşacağım ? Sonra dedim ki, yahu sen çık orada içinden geldiği gibi konuş… Zaten satır aralarında vermeye çalıştığım tespih taneleri de ortada. İsteyen o taneleri istediği gibi çeker, İmamesini kendisi tayin eder; ve o tespih taneleri, hepimize belki bazı konularda ders verir.?

Kitap Hakkında Yorumlar:

Nereden geliyorsun, kul olayım sesine turna
Bizim diyarlardan bir haber yok mu turna?
Süryani Edebiyat Dergisi Heto?nun Ocak 2001 tarihli sayısına verdiği mülakatta ?benim çerçevem insandır? diyordu Mıgırdiç Margosyan. Gavur Mahallesi (1992), Söyle Margos Nerelisen? (1995) ve Biletimiz İstanbul?a Kesildi (1998) adlı öykü kitaplarında bu felsefeye uygun olarak kendisinin ve çevresindeki insanların gündelik yaşamlarını anlatıp Diyarbakır?ın 1940?lar ve 1950?lerdeki zengin mozaiğini ve kültürünü gözler önüne sermişti. Margosyan son kitabı Tespih Taneleri?nde de anlatısının merkezine insanı koyuyor ve tespih taneleri misali farklı coğrafyalara saçılmış yaşam öykülerini anlatıyor. Çoğu doğdukları topraklara bir daha dön(e)memiş ve oralara olan özlemlerini çocuklarıyla, şiirleriyle, hikayeleriyle ve romanlarıyla ifade etmiş insanların öykülerini?
Tespih Taneleri?nin çoğu kahramanı yaşadıkları mekanların ötekileridir. Ötekilik kimi zaman gavurlukta kimi zaman Kürtlükte ifade bulur. Margosyan ve Gavur Mahallesi?nde oturan diğer ?Ğhaçolar? ?top sehasi? yüzünden meydan savaşına tutuştukları Müslüman çocukların gözünde gavur oğlu gavurlardır. Gavur Mahallesi?nin Ğhaçosu babasının ?şimdi oğhımağ zamanidir? buyruğuyla anadilini öğrenmek için İstanbul?daki Bezciyan Yetimhanesine geldiğinde ise oradaki Ermeni çocukların gözünde Diyarbakır?dan gelmiş bir Kürt?tür. Yetimhanedeki bu karşılama merasimi ve Margosyan?ın İstanbul?daki ilk yıllarına dair okuyucuya sunduğu kimi kesitler farklı coğrafyalarda yaşayan ve farklı toplumsal sınıflara mensup Ermeniler arasındaki gerilimlere göndermeler yapıyor. Dolayısıyla Türkiye?deki azınlık toplumlarının heterojen yapısına dair önemli ipuçları sunuyor.
Tespih Taneleri?nin küçük insanları büyük adamların insan unsurunu göz ardı ederek oluşturdukları milliyetçi anlatıların içini boşaltıyor. 1915?te yaşananlar ?Kafle? yollarında beş çocuğunu kaybeden ve kızı Mirye ile oğlu Sarkis?i ancak yıllar sonra bulabilen Saro Nine?nin, İncil?e el basıp annesine memleketi Haredan?a gitmeyeceğine söz veren Dişçi Sarkis?in, Amerikalı Bill Nacaryan ve yeğenlerinin; Kıbrıs?ta 1950?li yıllarda yaşananların Türkiye?de yarattığı gerilimler Kıbrıs mitingleri sırasında suratlarında kavun karpuz kabukları patlayan Diyarbakır Demirciler Çarşısı?ndaki Ermeni zanaatkarların; 6-7 Eylül 1955?te İstanbul?da gerçekleşen yağma Zulal ile Mıgırdiç?in hikayeleri üzerinden okunduğunda milliyetçi tahayyüllerden arınmış daha eşit ve adil bir dünyaya duyduğumuz ihtiyaç kendini en çıplak şekliyle gösteriyor.
Kaynak: http://www.suryaniler.com

MIGIRDİÇ MARGOSYAN, TESPİH TANELERİ, ERGANİ…
” Bi ana çocığını hanki dille severse sevsin, heç fark etmez. Anaların dili onların yüreğinin sesidir .” (s: 493.)
Bu satırlar, Mıgırdiç Margosyan’ın yeni yazdığı Tespih Taneleri kitabından alıntı. Kitabı okudum; sürükleyici ve düşündürücü. Okuyanı kendi iç dünyasında yolculuğa çıkaran, kendi geçmişiyle yüzleştiren bir yapıt. Bir Diyarbakırlı olarak bu kitabı okurken, biraz yaşadığım diyarın geçmişteki yaşamı gözümde canlandı, ama daha çok da geçmişte yaşanan acı olaylar nedeniyle yüreğim burkuldu. Kitap güzel bir anlatımla kaleme alınmış, bir solukta okunacak türden.
Mıgırdiç Margosyan kimdir, Tespih Taneleri ne anlatmaktadır?
Mıgırdiç Margosyan, hemşerimizdır. 23 Aralık 1938’de Diyarbakır’da, Hançepek Mahallesi’nde (Gâvur Mahallesi) doğdu. Eğitimini Süleyman Nazif İlkokulu, Ziya Gökalp Ortaokulu, daha sonra İstanbul’daki Bezciyan Ortaokulu ve Getronagan Lisesi’nde sürdürdü. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nü bitirdi. O, çeşitli işler yapsa da, hep edebi çalışmaların içinde oldu. Ermenice yazdığı öykülerinin bir bölümünü, 1984 yılında Mer Ayt Goğmerı (Bizim Oralar) adıyla kitap haline getirdi. Bu kitabıyla 1988’de Ermenice yazan yazarlara verilen Eliz Kavukyan Edebiyat Ödülü ‘nü (Paris-Fransa) aldı. Gâvur Mahallesi (Aras Yayınları-1992), Söyle Margos Nerelisin? (Aras Yayınları-1995), Biletimiz İstanbul’a Kesildi (Aras Yayınları-1998) adlı Türkçe kitaplarını, 1999’da ikinci Ermenice kitabı Dikrisi Aperen (Dicle Kıyılarından) izledi. Gâvur Mahallesi Avesta Yayınları tarafından Li bam e, Li wan deran (Bizim O Yöreler) adıyla Kürtçe olarak yayınlandı (1999). Evrensel gazetesinde yazdığı makalelerin bir bölümü Belge Yayınları tarafından Çengelliiğne adıyla yayınlandı (1999). Aynı gazetede ” Kirveme Mektuplar ” adlı köşesinde yazmayı sürdüren Margosyan’ın bu makalelerinin bir bölümü de Lis Basın-Yayın tarafından Kirveme Mektuplar adıyla kitaplaştırıldı (Diyarbakır, 2006). Tespih Taneleri, en son çıkan kitabıdır (Aras Yayınları-2006).
Tespih Taneleri kitabı, Margosyan’ın Diyarbakır’dan İstanbul’a parasız yatılı Ermeni okuluna gidişini ve bu gidişle birlikte geçmişte yaşadıklarını ve kendisinden yaşça büyük olanların anlatımlarını esas alan mükemmel bir kurgulanmış anı-roman türünde bir kitap. Kitapta tespih, Ermenileri; tespih taneleri de Diyarbakır’daki Ermeni hanelerini, evlerini simgelemektedir. Tespih Taneleri, bir anlamda, geçmişte yaşanan ve halen etkileri devam eden talihsiz olaylar sonucu, tespih taneleri gibi dünyanın dört biryanına savrulan Ermenilerin yaşanmış öykülerin bütünü.
Margosyan, Tespih Taneleri ‘nde nenelerini-dedelerini, analarını-babalarını, amcalarını-dayılarını, halalarını-teyzelerini, kardeşlerini-bacılarını, kızlarını-oğullarını ” tehcir “de kaybeden acılı insanların dramını anlatırken, diğer yandan da o günün Diyarbakır ve İstanbul’una ait ekonomik ve sosyal yaşamına, siyasi olaylarına, köylü şehirli, Ermeni, Kürt, Türk, Süryani, Keldani, Yahudi… ilişkilerine, Ermenilerin dini yaşamlarına ait anı ve gözlemlerini bir çocuk saflığı ile, tipik bir Diyarbakırlının anlatımı tarzında sunmaktadır. “T ehcir “in insanların yaşamını nasıl parçaladığını, bütün boyutlarıyla, ama umudu yeşerten hümanist anlatımdan sapmadan gözler önüne sermektedir.
Tespih Taneleri , bir bütün olarak, Margosyan’ın babası Serkis, nam-ıdeğer Dişçi Ali gibi küçük yaşlarda, henüz ana kucağındayken köylerinden, evlerinden çıkartılıp ” tehcir ” edilenlerin kimisi hastalıktan, kimisi açlıktan veya sefaletten ölürken, kimisi de yol boyunca şu veya bu köyün civarından, şu veya bu dağın eteğinden, vadilerden ” kafle “ler halinde hangi meçhule doğru yürüdüklerini bilmezken, kimi insanlar tarafından sahiplenilip evlat edinilen, yaşamlarının bu bölümünü bu kez de hiç tanımadıkları, hiç bilmedikleri bu yeni ana ve babalar sayesinde sürdürürken, terk ettikleri diyarlardan, Bakırmaden’den, Pertek’ten, Harput’tan, Muş, Bitlis, Erzincan, Sivas, Tokat, Erzurum’dan, Konya, Kütahya, Bursa, İzmit, Tekirdağ’dan, Urfa, Antep, Maraş’tan, Diyarbakır’dan, Malatya’dan, Arapkir’den yollara düşüp Arap çöllerine, Der Zor ‘a doğru gidenlerin hasbelkader ” kılıç artığı ” olarak sağda solda, orda burada kimi kaza veya bucaklarda, nahiye ya da köylerde kaldıkları için çoğunlukla ilk meslekleri çobanlık olan bu ” Fılla uşağları “, daha sonraları hayat denen ince uzun yolun bir noktasında nasıl ve nedenini kendilerinin de bilmediği yepyeni koşullarda kimisi palancı, kimisi yemenici, kimisi demirci, nalbant, kalaycı, sobacı, marangoz, dokumacı, taşçı, terzi veya kuyumcu olarak birer meslek sahibi olup çoğunlukla küçük yaşta kaybettikleri için babalarını tanımazken, yine de irsi bir hastalık gibi babalarının, dedelerinin mesleklerini onların bıraktığı yerden devralıp, hayatın kahırlı gergefinde yaşamlarını sürdüren acılı bir kuşağın romanı.
Margosyan, Tespih Taneleri ‘nde Ergani’ye yaptıkları bir yolculuğu da anlatır:
” Ergani’ye gidiyorduk. Ergani’de bir dağa tırmanacak, oradaki Meryem Ana Kilisesi’ni ziyaret ederek şifalı suyu yüzümüze sürüp bol bol da içecek, böylece tüm günahlarımızdan kurtulup bir de dileklerimizin gerçekleşmesi için dua edecektik.
…Ergani’ye vardığımızda, ben en önde yürüyen dayımın elinden tutmuş yamaçtan ilerlerken, uzakta, dağın zirvesinden bizlere göz kırpan Meryem Ana Kilisesi’nin harabelerine ulaşmaya çalışan kafilemizin en sonunda Senem nenem tıknefes soluyarak bizlere ulaşmaya çalışıyor, arada bir de sağ elinin baş, işaret ve orta parmaklarını birleştirip yüzünde haç çıkarırken titrek dudaklarıyla dualar mırıldanıyordu. …Yolda tek tük rastladığımız yabani “alüce” ve “payam” ağaçlarından topladığı alıç ve bademleri avuçlarıma dolduran dayım benim sevincime bakıp keyifleniyor, ben de bir taş parçasıyla bademleri kırıp yerken yorgunluğumu unutuyordum.
Hepsi de Diyarbakır Gâvur Mahallesi’nden yola çıkıp uzun bir tren yolculuğundan sonra Ergani’deki tek tük Ermenilerle buluşup ikili üçlü kafileler halinde patikalardan tırmanan, kimisi yaşlı olduğu için elindeki “çögen”ine dayanan, kimisi yoruldukça bir kaya parçası üzerinde oturup biraz dinlendikten sonra tekrar yola koyulan bir sürü “baco” ve “emmo”larla nihayet dağın doruğunda, vaktiyle hâkim bir uçurumun kenarında inşa edilmiş, yarısı yıkık, içinde keçilerin otladığı harabe kilisede toplanıyorduk; ama ortalarda şarıl şarıl akan bir “katsal” görünmüyordu.
…Akşam ayazında tüm “bacolar, emmolar” kilisenin harabeleri arasında rüzgârdan korunabilecek kuytu bir köşede küm küme oturup, getirdikleri kilim ve battaniyelere sarılıyor, çıkınlarını açıp karınlarını doyuruyor ve gece boyunca dileklerini sıralayıp sabahı iple çekiyor, sonra da güneşin ilk ışıklarıyla beraber kiliseden ayrılıp gerisingeri trenle Diyarbakır’a dönüş için acele edip, tutulan dileklerin gerçekleşmesini Meryem Anamızın saf ve temiz kalbine havale ederek bu “ziyaret”i ede ediyorlardı .” (s: 134-136.)
Ha, kitapta Erganili bir Ermeni’nin hayatta olan çocuklarına dair dramatik bir öykü de var: Bill Nacaryan adlı Ermeni bir Amerikalı, ta Amerika’dan gelip, Ergani’de yaşayan erkek kardeşinin Müslüman olmuş iki oğlunu, yani yeğenlerini ABD’ye götürmek istiyor. Sonuç: Tespih Taneleri’nde… Kitabı bulup okumanızı öneririm.
Margosyan usta sen çok yaşa, ellerin dert görmesin.
27 Nisan 2007 tarihinde Ergani Haber gazetesinde yayınlandı.

Mehmed Uzun?un04/03/2007 tarihinde Radikal Gazetesinde kitaba dair yorumu
?Sesi alçaktan çıkanların anlatısı
Mıgırdiç Margosyan’ın Tespih Taneleri, ipi kopmuş tespihin tanelerinin sağa sola dağılıp kaybolmalarını anlatıyor. Dağılıp kaybolanlar, Margosyan’ın anlattığı insanlar. Yerinden yurdundan edilmiş, kocaman alemde bir mekân sahibi olamamış insanlar
Son bir yılda edebi sayılabilecek dört anı kitabı okudum; Elias Canetti’nin ll. Dünya Savaşı yıllarında İngiltere’de geçen yaşamını anlatan kitap, V. S. Naipaul’un, yazar olmaya karar vermiş bir genç olarak Karaibler’den (Trinidad) İngiltere’ye uzanan serüvenini anlatan kitap, G. G. Marquez’in çocukluk ve gençlik yıllarını anlatan kitap ve şimdi de Mıgırdiç Margosyan’ın yeni kitabı ‘Tespih Taneleri’. Bu tür anı kitapları, yazarların çileli yazmak ve yaratmak eylemlerinin arka planını ve mutfağını okuyucuya sunduğu için önemli.
Sözünü ettiğim bu dört anı kitabının ilk ikisini geçen yıl, tam da bu zamanlarda, hastalığım baş göstermeden okumuştum. Son ikisini de yeni, düzelmeye başlayıp tekrar kitap okuyabilecek hale geldiğimde okudum. Bu dört anı kitabından Marquez’in anıları ötekilerden, dil, üslup ve anlatı olarak, epeyce farklı. Marquez’in anıları şen şakrak. Sayılamayacak kadar çok isim, mekân, ilişki var kitapta. Ve yazarın dışında hiç kimsenin aklında tutması mümkün olmayacak kadar çok meyhane, kerhane, şölen, orospu, pezevenk var. Marquez’in kitabı tam bir şenlik; özel yaşamının ötesindeki okuyucusunu hiç düşünmeden, yüzlerce sayfa boyu, durmadan anlatıyor. ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ ve ‘Kırmızı Pazartesi’ gibi muhteşem romanlar yazan ve her fırsatta dilin tasarruflu kullanılması gerektiğini söyleyen bir yazardan beklenmeyen bir savruklukla, çalakalem yazarak, gazete, bar, meyhane anılarını keyifle anlatıyor. Zaten kitabın ismi de ‘Anlatmak İçin Yaşamak’.
Ancak öteki üç anı kitabı Marquez’in kitabından çok farklı. Onlar anlatmak için yaşamıyor, yaşamak için anlatıyor. Soydaşları dünya tarihinin en korkunç soykırımıyla yok edilirken soluğu İngiltere’de alan Musevi Canetti, Trinidad’ın kendisi bile bir koloniyken, oradaki yerliler (siyahlar) tarafından aşağılanan, horlanan yersiz-yurtsuz Hindu çocuğu Naipaul ve bir tehcir, tenkil çocuğu olan Ermeni Margosyan hayatta kalabilmek, yaşamak ve öldürülmeden, horlanmadan, sürekli rencide edilmeden hayatlarını sürdürebilmek için anlatıyor.
Bu yazarların anıları çok önemli; egemenlerin sürekli yok etmek istedikleri mazlumlara ait bir tarihi, bir hafızayı, Marquez’inkinden çok farklı olan bir ruh halini de canlı tutuyorlar.
Kendilerinin, yakınlarının ve kavimlerinin yaşadığı acıları ve hüzünleri asla bayağı bir mazlum edebiyatıyla anlatmıyorlar. Ama hepsinin de anlatısında içten içe akan bir keder, bir tedirginlik, bir yabancılık, şiirsel bir ağıt var. Satır aralarına sinmiş bir vakur başkaldırı arzusu, her şeye rağmen başarılı olma özlemi var.
Bu anı kitaplarını okurken bir olguyu daha yakından duydum. Canetti, Naipaul, Margosyan türü yazarlarla Marquez türü yazarlar arasında ciddi bir fark var. Marquez hiçbir zaman, en sefil ve parasız dönemlerinde bile, öteki yazarların yaşadıklarını yaşamadı. Ülkesindeki sayısız aptal diktatörle hep çelişki içinde yaşamasına rağmen hiçbir zaman birey, aile, toplum ve kavim olarak yok edilme tehdidi altında yaşamadı, derisinin renginden, ya da etnik, dini, toplumsal aidiyetlerinden dolayı aşağılanmadı, horlanmadı. Tarihi, hiçbir zaman, vicdansız, acımasız bir yük olarak yaşamadı. Hiçbir zaman bir türlü geçmiş haline gelmeyen, felaketlerle dolu yakın geçmiş, bir gölge gibi onu kovalamadı, nefesini kesmedi.
Canetti, Naipaul, Margosyan türü yazarların anlatısı, Margosyan’ın deyimiyle, “sesi alçaktan çıkanların” anlatısıdır.
* * *
Gittiği Londra’da zor da olsa ikbal kapılarını aralayan, Oxford’da okuyan, yazar olan, yazdığı İngilizce’yle İngiliz edebiyatını zenginleştiren, İngiliz aristokrasisinin beğenisini bile kazanan, Kraliçe tarafından Sir unvanıyla ödüllendirilen Naipaul’un konumuzla ilgisi bu kadar. Ama Canetti’nin anılarına ilişkin söylemem gereken bir-iki söz daha var. Bir anı anlatma ustası olan ve daha önce yayınladığı, dünya edebiyatının şaheserlerinden sayılan üç ciltlik muazzam anılarıyla Canetti, ölümünden önce bu anıları derleyip toparlamaya çalışmış. Ancak ömrü vefa etmemiş. Bu nedenle uzun zamandır herkesin merakla beklediği bu anıları, ötekilerin ayarında değil. Ama yine de oldukça ilginç ve Canetti ile eşi Viza’nın, Nazi uçaklarının aralıksız bombardımanıyla sarsılan İngiltere’deki yaşamına ışık tutuyor. Canetti anılarında İngiliz entelijansiyası ve yazarlarına ilişkin çarpıcı yorumlarda bulunuyor. En sevdiği şahsiyet Bertrand Russell, en nefret ettiği de T.S. Eliot. Nefretle andığı bir başka yazar da Iris Murdoch. Canetti’nin Eliot ve Murdoch’la ilgili yargıları, evrensel ölçülere uygun anlatmaya ve yaratmaya çalışan bir yazardan beklenmeyecek oranda acımasız. Canetti’nin, Oxford kökenli ve felsefi romanlarıyla bilinen Murdoch’la ilişkisi de ilginç. Murdoch, o yıllarda Canetti’nin sevgilisi de. Ama bu yoğun ilişki bile Canetti’nin yargılarını değiştirmiyor ve Murdoch’un 20’den fazla romanını önemsiz, hatta anlamsız bulduğunu söylüyor.
* * *
Canetti’nin bu tanımı, Türkiye gibi sürekli militarizm ve ultramilliyetçilikle pompalanan ülkeler için çok önemli. Çünkü bu tür ülkelerde edebiyat, yalanlarla dolu resmi ideolojilerin dolaysız bir vasıtası gibi. Söz konusu olan, egemenlerin kahraman çılgınlıklarını anlatan ve resmi bakışlara argümanlar sağlayan vasıfsız, değersiz, kokmuş kitaplar çöplüğü. Bu çöplüğün içinde vasıflı, değerli ve önemli yapıtlar bulabilmek çok güç. Ama kimi zaman, tüm önyargılara, engellere rağmen bu tür yapıtlar da çıkabiliyor.
İşte Margosyan’ın ‘Tespih Taneleri’ böylesi bir yapıt; önemli, gerekli ve geçerli. O kokmuş çöplükte her nasılsa günyüzüne çıkmış bir gül fidanı. Margosyan’ın yazarlığını önemsiyorum. Hem Ermenice hem Türkçe yazabildiği için, katledilmiş, horlanmış, dışlanmış olanları, onların içinden anlattığı için, kendine özgü bir dil ve üslup yaratabildiği için. Daha önce ‘Gavur Mahallesi’, ‘Söyle Margos Nerelisen?’, ‘Biletimiz İstanbul’a Kesildi’ kitaplarından tanıdığımız Margosyan’ın yeni kitabı, denilebilir ki tüm bu kitapların geniş bir toplamı. Kitabın isminden ve kapaktaki ilginç fotoğraftan bile farklı bir kitapla karşı karşıya olduğumuz hemen anlaşılıyor. ‘Tespih Taneleri’, ipi kopmuş tespihin tanelerinin sağa sola dağılıp kaybolmalarını anlatıyor. Ama dağılıp kaybolanlar, Margosyan’ın anlattığı insanlar. Yerinden, yurdundan edilmiş, kocaman alemde bir mekân sahibi olamamış insanlar.
Kitabın kapağında ise iki kişi, Margosyan’ın babası Dişçi Sarkis, nam-ı diğer Dişçi Ali ve “has arkadaşı” aktör Sami Hazinses’in babası Taşçı Mıgırdiç, nam-ı diğer Zıfkar, kameraya poz veriyorlar. Margosyan 1940’larda çekilmiş bu fotoğrafa bir not düşmüş: ‘Kafle artığı iki Heredanlı’. Fotoğrafa ilişkin iki şey çok dikkatimi çekti. Nam-ı diğer ve Kafle artığı.
Margosyan’ın anlatısı, işte bunların öyküsü. Anlatıda herkesin bir nam-ı diğeri var. Yani bir Ermenice isim (cemaatte kullanılan) bir de bir Müslüman ya da Kürt- Türk ismi (cemaat dışındaki dünya için geçerli olan). Bir iş, meslek, konum sahibi olabilmek, dikkat çekmeden yaşam sürdürebilmek için bu ikinci isim zorunlu. Kafle ise, 1915’teki büyük Ermeni tehciri. O korkunç tehcire kafle dendiğini bilmiyordum. Türkiye’nin her yerinden yollara dökülmüş kafileler, ulaşılması olanaksız menzile doğru akan ve yollarda yok olan insan kitleleri. Margosyan’ın babası, annesi, halası, dayısı, ninesi birer kafle artığı. Bu söz hani biraz da kibirle, tehditvari söylenen o meşum tanımın eşanlamlısı, kılıç artığı.
Kitap, 15 yaşındaki yazarın, bir grup Ermeni çocuğuyla, Diyarbakır’dan İstanbul’a yaptıkları yolculuğun öyküsü. Üsküdar’da yeni açılacak bir Ermeni okulunda okumak için yola çıkmış garod (özlem) dolu çocukların anlatısı. Margosyan acele etmeden yumuşakça, gündelik dile çok yakın diliyle, kurduğu uzun cümlelerle çocukların hayatını tümden değiştirecek bu serüveni anlatıyor. Ama buna paralel, ustaca geri dönüşlerle, ardında, Diyarbakır Gavur Mahallesinde bıraktıklarının da hem dünyasını hem de şahsi öyküsünü anlatıyor. Böylelikle bizimle birlikte yaşadıkları halde hiç tanımadığımız, hayatları keder ve hüzünle örülü insanların yaşamlarını ve trajedilerini öğreniyoruz.
Ve utanıyoruz, hem de çok utanıyoruz.
“Oğlım,” diyor yazarın babası Dişçi Sarkis oğluna kendi öyküsünü anlatırken, “bılisen ki ben heç okıla getmemişem. Zatani dört yaşında kefle’ye çığhmişam, oğhimaği yazmaği çooğh sora öğrenmişem…” Konuşan geçmişini, acı dolu deneylerini dayanılması olanaksız bir kambur gibi sırtında taşıyan bir babanın zor duyulan hüzünlü sesidir. Margosyan, isabetli bir seçimle, bu sesi, Türkçe’nin Diyarbakır şivesiyle yazıyor. Böylelikle hem anlattığı gerçeklere daha yakın oluyor hem de edebi dili daha geniş bir zemine kaydırıyor. İyi edebiyatın çöplük edebiyatından farkı da işte bu; tekleştirme, totaliterleştirme yerine çoğaltma, farklılıklarla zenginleştirme.
Evet, yaşamak için anlatmak, yaşanmış olanları yaşayanlara aktarabilmek için anlatmak.
İşte ‘Tespih Taneleri’, buyurun okuyun…?
Mıgırdiç Margosyan’ın Yaşam Öyküsü
1938?de Diyarbakır?da, Hançepek Mahallesi?nde (Gâvur Mahallesi) doğdu. Eğitimini Süleyman Nazif İlkokulu, Ziya Gökalp Ortaokulu, daha sonra İstanbul?daki Bezciyan Ortaokulu ve Getronagan Lisesi?nde sürdürdü. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü?nü bitirdi. 1966-1972 yılları arasında Üsküdar Selamsız?daki Surp Haç Tıbrevank Ermeni Lisesi?nde müdürlüğün yanı sıra felsefe, psikoloji, Ermeni dili ve edebiyatı öğretmenliği yaptı. Daha sonra öğretmenliği bırakarak ticarete atıldı. Edebi çalışmalarını aralıksız sürdürdü. Marmara gazetesinde yayımlanan Ermenice öykülerinin bir bölümü Mer Ayt Goğmerı [Bizim Oralar] adıyla kitap haline getirildi (1984); bu kitabıyla 1988?de, Ermenice yazan yazarlara verilen Eliz Kavukçuyan Edebiyat Ödülü?nü (Paris-Fransa) aldı. Gâvur Mahallesi (1992), Söyle Margos Nerelisen? (1995) ve Biletimiz İstanbul?a Kesildi (1998) adlı Türkçe kitaplarını, 1999?da ikinci Ermenice kitabı Dikrisi Aperen [Dicle Kıyılarından] izledi. Gâvur Mahallesi Avesta Yayınları tarafından Li ba me, Li wan deran [Bizim O Yöreler] adıyla Kürtçe olarak yayımlandı (1999). Evrensel gazetesinde yazdığı makalelerin bir bölümü Belge Yayınları tarafından Çengelliiğne adıyla yayımlandı (1999). Aynı gazetede ?Kirveme Mektuplar? adlı köşesinde yazmayı sürdüren Margosyan?ın bu makalelerinin bir bölümü Lis Basın-Yayın tarafından Kirveme Mektuplar adıyla kitaplaştırıldı (Diyarbakır, 2006).

Bir yorum

  1. eline sağlık margosyan 1950 lerin diyarbakırı v türkiyesi ve ermeni cemaati ancak bu kadar candan ve samimi anlatılabilirdi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir