Tozan Alkan’dan ‘açık kapı’lar ağıtı

Bilinçli şiir okuru bilir, şiir kitapları bir öykü ya da roman gibi okunmuyor. Anlam, çağrışım ve üst dil özellikleri bakımından metne yoğunlaşmak gerekiyor. Derin kazı ve söz yolculuğu, şiir okumalarında bir tutum, bir tarzdır. Okunur okunmaz kendini fark ettiren bir şiir, aynı zamanda estetik bilincin yaratımı duygu bölünmelerine de sürükler okuyucuyu. Uzak bir coğrafyada taş ustasının ellerine bakarken bulabilirsiniz kendinizi örneğin. Ya da bir mektubun içinde. Şiiri bir ışığın yansıması olarak düşündüğünüzde, sizi zor sokakların yol göstericisi olarak ta selamlayabilir. O yüzden bitirip kitaplığınıza kaldırsanız da o kitabı, eliniz devamlı üzerindedir.

Sevgilim
‘kalp zamanı’ bir ceylan göreceksin
Seine nehrinin sularında
sana kimselerin bakmadığı bir anda
beni hatırla

sonra küçük balıklara dönüşeceksiniz
sen ve o, ‘ölüm fügü’nde
nice şiir nice mektup nice yangında
ateş ve su gibi
beni hatırla

Tozan Alkan’ın “açık kapı”sından içeriye girer girmez şunu fark ettim ki, bir kahve içimi dahi soluklanacak zamanım yok. Öyle ki, tutup kolumdan beni Paris’in ortasına, ince ruhlu iki sevgilinin arasına bırakıp kaçıyor. Ingeborg Bachmann’nın yakıcı hüznü yüzümün bir yarısında, Paul Celan’ın inişli çıkışlı ömrü ise diğer yarısında. Başımı ölüm fügü’ne dayayıp Seine nehrindeki melodiyi dinliyorum: “bir şeyler yaz bana”

Birden bire kendimi Kalp Zamanı’nı yeniden karıştırırken buluyorum.

Hani, Ingeborg Bachmann’la Paul Celan’ın birbirlerine yazdığı mektupların kitaplaştığı Kalp Zamanı. Hani, Paris, Zürih ve Roma adresli mektuplar. İki şair, uzak mesafeler, yakın duygular; bu mektuplar yakıcı, tutkulu ama daha çok yalnızlığa postalanmış. Yaşamın güçlü gerçekleri arasına sıkışmış “gölgede kalanlar”ın da öyküsü vardır bu mektuplarda. Sonrası bildiğimiz gibi: Celan’ın bedeni Seine nehrinde huzur bulacaktır, Bachmann’ınki ise alevlerin içinde. Tozan Alkan, acımasız insanların arasında dolaştırırken beni, bir anımsatmayı da kulağıma fısıldıyor: Bu iki bedeni, ateş ve su olarak bu şiirde buluşturduğunu… Metafiziğin o özdeşlik ilkesine bir karşı duruş gibi söylüyor bunu bana. O iki bedenin şiirsel bir akımla kendi objelerini oluşturduğunu ve böylelikle kendi mutluluklarına karışarak boyut değiştirdiklerini anlatıyor. Çık şiirin içinden çıkabilirsen…

Sonra tutup kolumdan başka bir şiire götürüyor beni.

Bir ağzın konuşamadıklarından
okunur niyeti gecenin
uyku karanlıktır, dağılır
tılsımlı sesinle

kimselerin değilse
içimizde biriken heyelan
sarhoşlar fahişeler sokak köpekleri
kimselerin değilse

çıkar yüzünü ıssız odalardan
kaldır eteğini
bir suçu al üstüne
dökülsün tenin.

Bir yığın anı birikmiş, geçmişle gelecek arasında öylece sıkışıp kalmış. Benzerini arayan her yüz, sesini çağıran her söz, açık kapılar dilenmekte bu yaşamdan. Sürekli bir arayış mı demeliyiz yoksa insanın zihnini yoran tüm sorulara. Böyle gelip geçerken dünya yanımızdan içimize tüneyen aldatıcı hazlar, yalanlar ve yargılayıcılar, o büyük eşikte, ne içerideler ne de dışarıda. Aşk ve sevgi, günah ve ten kavramları kimsenin üstüne alamayacağı kadar ağırlıkta belki de. Bu yüzden, zamanın bize verdiği yalnızlık korkusu daha bir yoğun ve ürkütücü. Oysa Tozan Alkan, “bıraktım omzuma gerili çarmıhı” diyecek kadar da suçunu kabullenip yeryüzüne çıkıyor. Büyük hesaplaşmaların defterini açıyor.

Ben de okuyorum:

Gel otur şöyle
sok cebine o kanlı mendili
yazı kışın içinden geçirmek iyidir
sonra düello etmek bütün bir halkla

Belleğin vicdanından, insan ilgisizliğine kadar uzanan sayısız düşünce üretiyorum kendi kendime. Bir sürü adı yutkunuyorum, bir sürü ölümü. Umutsuzluk gerçeği bir yanımda diri hâlâ. Diğer yanım, düş nöbetini devralıyor. Sonra anlıyorum ki, Umutsuzlar Parkı’nda “kendimi saklıyorum ya, bir yığın ölüden gelen kendimi” demişti ya Edip Cansever, bu denli yakıcı bir dizeyi aşacak sözü beklemişim meğer. Tozan Alkan uyarıyor beni: “sus ve ölüleri düşün / adlarını düşünen ölüleri”

Uzun bir yaza giriyoruz, ölülerimize ad olmak için. Güzel yüzlü çocuklarla yürüyoruz her dizeyi her harfi. Evlerin yas tutan pencerelerinden bakıyoruz dünyaya şimdi. Dekorlar ve coğrafyalar değişiyor bir tek, ölüm aynı soğuklukta. Annelerin yüzündeki acı aynı donuklukta. “ölüm düşmüş yollara” bir kere, “evlerinin önü berkin, evlerinin önü fırın” diye diye. Sonra bu uzun yazdan çıkıyoruz, ardımızda “kimsesizliğin şehri”.

Bir baba öldüğünde sözcükler yetim kalır
evdeki bazı eşyalar gibi
koltuğa şiirin adı yazılır
aynaya annenin, masaya oğulun, kızın
torunun adı yazılıdır tel dolaba
‘Bir baba öldüğünde kapı açık kalır’

Tozan Alkan, Milan Kundera’nın Bir Buluşma kitabından ayartıp bu cümleyi konuk etmiş “açık kapı” şiirine. “Bir baba öldüğünde kapı açık kalır…” Bu sözün yükü, acının omuzlara dökülüşü kadar ağır ve içimize işlediği kadar eski. Yazılmış ve orada duruyor işte, babaların boşluğuna inat bir eda ile. Küçüktüm, o zamanlar hiç dikkatimi çekmemişti. Akşamları en son babam eve girerdi ve sokak kapısının anahtarını iki kere çevirirdi. Şimdi düşünüyorum da, o anahtar sesi, babamın “ben geldim, evdeyim artık” deyişinin sembolik sesiydi. O büyük varlık, kendini bu sesle hissettiriyordu demek ki. Babamdan sonra kapıyı kim kilitledi hiç anımsamıyorum. Belki de hâlâ açıktır…

Tozan Alkan’ın “açık kapı” şiiri ile aynı kapılardan ölüler uğurlamış Mesut Aşkın’ın “babasız kaldığınız gün büyürsünüz” dizesi, ete kemiğe bürünmüş bir söz akrabalığını hissettiriyor. Mesut Aşkın’ın Terk Divanı’nı yazarken aşağı yukarı şöyle bir cümle kurmuştum: “Hangi şiirini okusam, hangi sözüne eğilip baksam, kitapta bir dize var ki dönüp dolaşıp ona geliyorum ve sırtımı dayayıp kalıyorum.” Bu büyük buluşma için de, -Alkan’ın “Bir baba öldüğünde sözcükler yetim kalır” dizesi ile Kundera’nın sözü- aynı cümlemi tekrarlıyorum. Çünkü hangi zamanda ya da hangi kalpte yaşanırsa yaşansın ölümün karşılığı çoğu zaman aynı sözlere denk gelebiliyor.

“açık kapı”, Edip Cansever’in deyimiyle “ölümsüz özlerden” beslenmiş şiirlerden oluşuyor. Şiirin alçakgönüllüğü diye bir kavramdan söz edeceksek, Tozan Alkan şiiri için bunu kolaylıkla söyleyebilirim. Aramızda sıkça dolaşan sözcükleri, cümleleri şiire ustalıkla yedirmeyi biliyor. Bu yüzden içeriği büyük şiirler yazıyor. Metinlerarası ilişkinin sıcaklığını, geleneksel ile modern şiirin buluşma noktalarını ve geleceğin şiirine esas olacak dinamikleri öz öz hissettiriyor okura. İnsanla şekillenmiş sözcüklerin, duyguların ve durumların sözcülüğünü yapıyor. Hani hep tartışılır ya, duygunun mu düşüncenin mi şiiri diye. Tozan Alkan’ın şiirinde üçü bir arada: Duygu, düşünce ve dünya…

Çünkü:

taze bir ölüden kalma buğulu sabah vakti
kalkıp dünyayı gezdim
yıllar önce bir gencin urumelinde unuttuğu

Son bir şey daha; “açık kapı” devamlı elimin altında olacak, bitirip kitaplığıma kaldırmış olsam da…

Ömer Turan
25/11/2014 http://haber.sol.org.tr/

Açık Kapı/Tozan Alkan / Islık Yayınları, Kasım 2014

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir