Öykü edebiyatımızın olanaklarını zenginleştiren yazarların ilk akla gelenlerinden olan Vüs’at Orhan Bener; babası Raşit Sina?nın askere ?Samsun Sahil Koruma? ya geri çağrılmasıyla, 1922 de Samsun? da doğdu. İlkokulu Erzincan? da, orta okulu Sivas? ta okudu. Bursa Işıklar Askeri Lisesi ve Harp Okulu? nu bitirdikten sonra ordu da yüzbaşılığa kadar çıktı. ?Dost, Yaşamasız? gibi kitaplarını Etimesut? ta, nöbetçi olduğu zamanda yazdı. 1953? te ordudan istifa etti. 1957? de Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdikten sonra Ticaret Bakanlığı? nda raportör, Karayolları Müdürlüğü? nde ise Hukuk Müşaviri olarak görev yaptı (1941-1948). Halit Mısırlıoğlu? nun çağrısı üzerine 1978-1992 döneminde 13 yıl bir sendikanın danışmanlığını yürüttü.
Çok okuyan, özellikle edebiyatı iyi bilen bir aileden gelen Bener; ?Ben eleştirmen olmayı düşünüyordum. Belki de babamın Farsçayı, Arapcayı, Fransızcayı iyi bilmesinden gelen bir şey, annemde Fransızcayı çok iyi konuşurdu. Osmanlıcayı ve dili genelde çok iyi kullanabilmem babamın sayesinde oldu; aslında kendisi fizikçiydi. Salim Şengil? in, Erhan?ın, diğer arkadaşların baskılarıyla öyküler yayımlamaya başladım?, diye anlatır bir söyleşide.

Mevlevi tarikatı soyundan gelen babası, birinci dünya savaşından sonra İstanbul? a döner. İstanbul? dan Anadolu?ya geçer, harita okur. Halep İdadisi? de okuduktan sonra İstanbul? a dönünce Maarif Müdürlüğüne atanır. İlk aldığı talimat misyoner okullarını kapatmaktır. Bu misyoner okulları arasında; Merzifon kadısı olan dedesinin, kızını okuttuğu misyoner okuluda vardır. Bener bu konu da şunları anlatır.

?Merzifon? da, Fransızların açtığı bir misyoner okulunda annemi okutur dedem. Dedem de Merzifon? da kadı. Kadı efendi de tek Türk kızı olarak kızını o okula veriyor. Kadı dedem de son derece uyanık bir adam, 1908? de İkinci Meşrutiyet ilan edilmiş. ?Kadı kızını gavur etti? demişler. Ne ki, demiş ki, ?Kızım Müslüman. Ona dini bilgiler vermeyin ama bir dil öğrenmek, kültür öğrenmek, sizden isteğim bu?.

Anadolu? nun çoğu kentinde yaşayan ve gezen Bener; şehirleri ara sokakları, değişmeyen eski halleriyle sever. Çocukluğu Amasya mağaralarında, mezar ve türbelerinde geçer. Dedesinin mezarının bulunduğu Amasya yazılarına da girer. Kıbrıs? ta İngilizce Koleji?nde okur.

Ankara? ya 1948?de gelir. ODTÜ? lü hocalardan, Ayşe Bener Ilıcalı ile evlenir. Vüs?at O.Bener? in Ankara sevgisi hep başkadır. Bilge Karasu, Oktay Akbal, Oğuz Atay, Cevat Çapan? la tanışıklığı çok genç yaştan başlayarak gelişir. İlhan Berk, Cevdet Kudret, Sevgi Soysal? la kendiliğinden oluşan dostluklar, Bener? e ayrı bir başkent havası verir Ankara. Atatürk Orman Çiftliği?ne çok giderdi. Kendisi çiftliği şöyle anlatır: ? Çiftliğin çok güzel bir bahçesi vardı, orada müzik yapılırdı, piyano keman ve benzeri müzik eşlik ederdi. Gençken arada bahçede dans ediyorduk. Küçük lokantalar vardı ve o arada da Çiftlik lokantası. Çiftlik lokantası?nın hem bir bina olarak ilginç bir yanı vardı, yemek salonu çok hoştu. Servisi iyiydi, özeldi, Karpiç gibi. Karpiç de çok özeldi: Yazarlar, gazeteciler, Can Yücel, pek çok yazar ve şair.?

Çankaya? da Sedat Simavi Sokak? ta, tanıdıkların aracılıyla bulduğu kapıcı dairesine, bir masa, bir yatak atar. Sadece kendisine ait olduğu ?çalışma evi? ne kapanır. ?Buzul Çağın Virüsü? nü burada yazar. Daha sonra aynı binanın başka bir dairesinde yıllarca yaşar.

?Her ne kadar kendim için yazıyorum derseniz deyin, bunun toplumda bir yankı bulmasını istiyorsunuz. Kolay da olmuyor?, diyen Bener; Ben profesyonel değilim, bilgisayarla yazmıyorum. İlla kalem ve kağıt, kalemin kağıt üzerindeki izini, hışırtısını izleyeceğim?? der.

Yaratıcı, sıra dışı, kendine özgü, atak dil kullanan has yazarlardandır. Birinci kişi tekil anlatımla olayları aktaran, iç derinliği, kişinin iç çatışmaları toplumla olan çatışmaları ve kendini acımasızca nasıl eleştirdiğini sanatsal bir dille okuyucuya ustalıkla aktarır.

Bener 50?li kuşağındandır. Modernist estetiğin ve varoluşçuluğun hem iç hem dış, hem zihniyet hem yeni ifade imkanları anlamındaki etkileri edebi metinlere bireyin iç dünyasına ağırlık veren, ?bilinç akım? ya da iç monolug teknikleriyle yazılan hikaye ve romanlarla yansımıştır. Kimilerinin ?bunalım edebiyatı? adlandırmasına rağmen, bu akım içerisinde roman kahramanları dış çevreden ne tamamıyla yalıtılmış ne de dünyaları kişisel duygularla sınırlanmıştır; tersine, toplumsal gerçekler ve toplumsal eleştiri apaçık ortadadır.

Vüs?at O. Bener bu tarz bir anlatımı benimsemiştir. Hikaye ve romanlarının çoğunda benzer bir anlatıcı çıkar karşımıza. Dili, uyumsuzluğunun farkında olan bireyin zaman zaman öfkeli, kimi zaman kırık, çoğunlukla hem kendisine hem topluma karşı acımasız iç dildir.

Bireyin dış dünya karşısında huzursuz ve uyumsuz iç mekanını, tutku ve acılarını, korku ve nefretlerini, çatışma ve çelişkilerle örülmüş ruh halini sergileye bilmek için uzun iç monologlara dayalı bir ?bilinç akımı? tekniği kullanmıştır. Bu anlatımıyla zihnindeki düşünce süreçlerini tam da olduğu gibi, şekilsizliği, karmaşıklığı, tamamlanmamış ve çelişkili halleriyle yansıtırken, kendine özgü bir dil yaratmıştır; süssüz, sade. Kısa bir alıntıyla örnekleyelim:

?Salaklar! Ne bulacaklarını sanıyorlar? Yasa dışı örgüt üyelerinin adlarını mı? Zarflardan ayıklanmış yığınla mektup geçmedi ellerine tutuklandığım gün. Sevindim. Oysa ne kalacaktı onlardan başka, ölümle yüz göz olacağım yalnızlık çağına? Pösi? ciğim, kırbıyık ayıcığım, okur okur, iç çeker, gülümser, baş sallar, arada bir kataraktlı gözlerin dalar, sulanırdı.?

Hikaye ve romanlarında otobiyografik kesitler de bulabilirsiniz. Bir söyleşisinde, ?Belleğime oldukça güveniyorum? diyen Bener, anlatılarındaki bu yaşanmışlıkları yadsımaz. ?Yaşadığım, bir bakıma yaşamayı tasarladığım şeyleri kolayca yazıya dökemedim. Yaşamadığım şeyleri pek iyi yazamıyorum galiba. Şimdi vakanüvislik derken de, tabii tanık olduğum şeyleri de ilginç noktalarda, belli nirengi noktaları olarak yazılarımda, öykülerimde kullanmışımdır,? der.
Zamanı yazmaya başladığı bir anda hayatın her hangi bir yerinden kavrar, olaylar kronolojik bir sırada ilerlemez, olup bitenleri bilincinde yansıdığı gibi, bilinç akışını izletecek biçimde, kendisini anıların yankılarına bırakarak nakleder; bir yeniye, bir eskiye götürür.

Klasik anlatım geleneğinin dışına kaçan, bir anlatıcının zihnine odaklanan ama bireyi öne koyduğu hikayelerinde toplum ve birey arasındaki çatışmayı, toplumsal nesneleri yakalamayı da bilen Bener; trajikle komiği, komikle trajiği ironik anlatımıyla birleştirmiştir.

Öykü ve roman edebiyatımızın özgün ve yalın türkçesiyle önde gelenlerinden olan Bener; edebiyat dünyasına 1950? de New York Heralt Tribune gazetesi ile İstanbul gazetesinin ortaklaşa düzenledikleri öykü yarışması için yazdığı ?Dost? adlı hikayesiyle adım attı. 1950- 1957 yılları arasında yazdığı öyküler, Varlık, Yedi tepe ve Seçilmiş Hikayeler adlı dergilerde yayınlandı. Bu öykülerden bir bölümü ?Dost?(1952) bir bölümü de ?Yaşamasız?(1957) de kitaplaştırıldı. İlk tiyatro oyunu ?Ihlamur Ağacı? 1963 yılında Türk Dil Kurumu?nun tiyatro armağanı kazandı. İkinci oyunu olan ?Ucu? 1980 Abdi İpekçi Armağanı? nı bir başka yazarın yapıtıyla paylaştı. Öykücü ve romancı kimliğiyle tanınan Bener? in ?Dost? adlı öyküsü Fransızca? ya, ?İlki? adlı öyküsü İngilizce? ye çevrildi. Bir süre yazın hayatına ara veren Bener, 1984? te ?Buzul Çağın Virüsü? romanıyla, dil ve anlatım biçeminde heyecanlı bir giriş yaptı. İkinci romanı ?Bay Muannit Sahteği? nin Notları? 1991? de basıldı. ?Siyah Beyaz? ile 1993 Yunus Nadi yayımlanmamış öykü ödülü ve 1993 Sedat Simavi Vakfı ödülü; Edebiyatçılar Derneği Altın Madalya Onur Ödülü? nü aldı. ?Mızıkalı Yürüyüş? 1997), Kara Tren? (1998), ?Kapan? (2001) diğer eserleri olarak sıralanabilir. Bir de ?Manzumeler? (1993) adında şiir kitabı bulunmaktadır.

?Buzul Çağın virüsü?

Sana yirmi beş yaş dayanılmaz haşarılığını kanıtlayan yazılarından kopya ettiğim birkaçını gönderiyorum. Kızma! Biliyorum yanlıştı sana gelmem. Kalan yanlışlıklar değil midir zaten. Karşılaştığımız ilk gün gözlerinde beliren huysuzluğu duyum sanmıştım. Seni değişmiş görmeyeceğim hiç. Görmek de istemiyorum. Hep o aynı aşk adamı, töre kaçkını delikanlı. Birdenbire gecikmiş çöküntüye dayanamayan Byron portesi. Ben çürüdüm senin adına durmadan, bilerek. Ellerime baktın. Çoraktı, çatlaktı. Belki tek vurgunluğun gözlerimeydi. Onlardı eskitilemeyen. Yıpranmazdılar ben isteseydim bile. Bir süre oyalama gücü veren sana. Yakınmıyorum.

Yanlışlığın nerede olduğunu tam kestiremeden öleceğim gene de. Kin tutmaya ödün vermez bir ölüm olacak, umutlanma. Bunalımlarını neye dayandırmak istersen iste, açılamazdın, açılmana yardım edemezdim. Tüm cayabileceklerimi ellerine tutuşturmaya kalkışsaydım, nasıl küçülürdüm biliyorum. O bilişi, onurlu alınganlığını yerleştirdiğin yüreğimin suçu ne? Biz bir varoluşun içinde ya da dışındaydık, onu hiçbir payanda ayakta tutamazdı. Susacaksın kuşkum yok, bu susku?yu senden önce salt unutulmuşluğa götürmeyi diliyorum. Kanayan tutkularında neyi parçalasan içinde ben varım, dahası ruhgöçüne uğrayarak ben olacağım!… Mutluyum, nasıl isterdim bunu bilmeni. Bildiğini bilmek umudu, artırmıyor mu sanıyorsun acımı. Aynı zamanda şaşkın bir doğa çarpığı. Ne İskender?ler imgeledim, ne Salvador Dali?ler sende. Bir gün beni yersiz yücelterek içini rahatlatmaya zaman bırakacağımı da seziyorum. Kocadı yüreğim artık, durmaya gönüllü. Duymayayım da yanıl, kutsa benden sonra beni, bağışladım şimdiden. Masalımızı yazamayacaksın yaşadığıma inandıkça. İşin kötüsü, yok olduğuma da inanmayacaksın! Gene de esirgeyeceğim seni, kesin ardıma bırakacağım, senin dileğin de bu, öylesine hırpalıyorsun çünkü, değmez bulacak, insanlık tragedyası karşısına çıkarılmış clown fantezisi sayacaksın, bize göre dünyamızın çocuk kalmış sevdasını! Oysa, bir kez ölümlü bakışını durdurabilseydin zamansızlıkta? Dur, yokla bedenini, bak ne sıcacık! Hep kıskandın kendini, kendinden canım aptalım benim. Sen hep yanılgı ve yenilgilerden oluştuğun için yaşayabilensin!?

Siyah Beyaz

Yürüyen kaldırımda duruyorum. Renk körlüğü mü başladı, okumuş muydum, uyduruyor muyum, köpekler siyah-beyaz görürmüş güya nesneleri, köpekleştim mi yoksa? Kuşkuya düştüğümü şimdi düşünüyorum. Her şey siyah-beyaz: Kıpkırmızı olması gereken ?neden?- bakara gülleri, yemyeşil olması gereken- niçin?- çimenler, bordo olması gereken ? niye?- spor arabasından mutlu çift gülücüklerini sergileyen reklam panoları? Bilinmeze götürüldüklerinden habersiz görünen soyunuk, ne erkek, ne dişi insanlar da duruyor,sırtları birbirlerine dönük, nereye baktıkları belli değil. Gökyüzü kapkara. Sağanak yağmur öncesi. Ben giyiniğim, ama titriyorum. Daha yürüyen yollara sıra gelmedi anlaşılan. Çift katlı otobüslerden biri önümde yavaşladı. Pencereleri tozlu. Durdu galiba. O mu, kaldırım mı?Hep aynı hizadayız. Düz mantık gereği ne o, kaldırım öyleyse. Arka sıralardan bir pencerenin camı açık. Bu ?ben? miyim? Biri kürek kemiklerimin arasında sokulu anahtarı çevirmeye başladı, sol kolum- belki de sağ- kırık kırık kanıyor. ?Ben? de beni görmüş olmalı, başını çıkardı pencereden- dev balyozlar pamuk yığınlarına dalıp çıkıyor, çıt yok, dudaklarının kıpırdanışını izliyorum ?ben?in ?buluşalım? demeye mi getiriyor? Sanırım. Ama nasıl, nerede, kaç yüzyıl sonra? İçimdeki gramofon ? His Master?s Voice- habire baştan çalıyor cızırtılı plağı: Saçmalama. Benimle mi ilgili bu uyarı? Sinirlenmemeliyim,oysa unutmuş olmalıyım öfkeyi. ?Ben? konuşmayı sürdürüyor gibi. Sözcüklerin tek tek karşılıklarını bilmenin anlamsızlığını, birleştirildiklerinde bile anlam kazanamayabileceklerini anlamaktan uzağım. Zorla belleğini, anımsa kendini! Sabredin, buluşabilirsiniz. Hiç de inandırıcı değil artık, umut yok. Belki bir an duraklarsa itici güç, o andan yararlanabilirsek, yenileyebiliriz kesintiye uğrayan zamanı. Zaman kesintiye uğramaz, yinelenmez.

O çok bilmişin duyamadığım bilgisayar ekranına yansımaya başladı. Birden duyumsadım, okuyabildiğim, anlayabildiğim şaşkınlığı, gülünç savı yansımış olmalı gözlerime. Tansiyon ilacımı damlatmış mıydım? Çoğun savsaklıyorum da? Sorular, sözde yanıtlar sıralanıyordu ekranda; sormadığım halde. Geç kaldın. Yoksadığın zaman seninle oynar, sen onunla oynamayı başaramazsın. Yenik düştüm öyleyse. Yenik düşmeyi yeğlersen, yenilirsin. Bilinç sana özgü. İlk vuran kazanır. Kazanmak aklımdan geçmedi. Yanıt aramadın. Arayamadım, fırsat bulamadım, doğrulardan nefret ettim. Yanlışları mı irdeledin sadece. Belki. Peki nedir sence yanlış? Güçlü olduğu varsayılan zaman kavramından korkmak. Onun içi mi üstüne yürüdün? Bilerek diyemem, genlerimin işi. Beni neden suçluyorsun öyleyse? Yalnız seni mi? Suçlanabilecek her şeyi, özellikle siyah-beyazı; suçlamak sorgulamayı getirir ardından. Tersi de düşünebilir bence. Aferin! O da olabilir. Aklanmayı beklemezsen.

Boşaldı ekran. Düz bir çizgi akıp gidiyordu. Durmuş olmalıydı yüreğim. Son bir çırpınışla ağzımı açtım, bağıramadım:

BEKLEMEDİM. YENİLMEKTEN KORKMADIĞIMI SANDIM. YENİLDİM.
Hala yağmur yağacak.

Kaynakçalar:
Kitap-lık 2006 sayı 95 yky yayınları
Metafor yazı ?Kapan?: Aysu Erden 14112001
?Bulamadığımız, Bulamayacağımız Kitaplar? A.Ömer Türkeş.
Sahaf@pdNDordcom.tr.
?Siyah-Beyaz? Vüs?at O Bener yky. yayınları

Ayşe Kaygusuz

Previous Story

Burnundan kıl aldırmayan okurun Yedinci Gün’e bakışı – Cem Kalender

Next Story

Yeni Sinsiyet ve Bazı Enstrümanları – Zafer Yalçınpınar

Latest from Ayşe Kaygusuz

Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ