Türkiye İşçi Romanları: Bir Derleme ve Değerlendirme – Diyar Saraçoğlu

Türkiye işçi romanları diye bir başlık atmak, bir yandan tarihsel bir koridordan geçip öte yandan tarihsellik içerisinde işçi sınıfını (ve çalışma gereği işçi romanlarının) değişimini incelemeyi gerektiriyor. Bu nedenle böyle bir çalışmaya başlarken ?işçi romanları? çerçevesi çizmek, zorunlu olmasının yanı sıra zor bir görev olarak da karşımıza çıkıyor.

İşçi romanları için, işçilerin çalışma ve yaşam koşullarını merkezine alan ve aldığı konuyu tüm çıplaklığıyla aktarırken edebi üretim olduğunu ?aklından çıkarmayan? çalışmalar diyebiliriz kısaca. Günümüzde ?çalışma yaşamına övgü? niteliği taşıyan birçok eserde dahi işçilerin günlerinin büyük bir kısmını geçirdikleri işyerleri, çalışma koşulları anlatılmazken, bu konuya eğilen bazı eserler ise kuru bir gözlem aktarımından öteye gidemiyor. Yazı boyunca bu iki gerilimi aşabilen romanlardan bahsedeceğiz. (Tabi işçilerin anlatıldığı öyküler, şiirler de ayrı bir çalışmanın konusu olabilir.)

Dünya Edebiyatında İşçi Romanları
Roman türünün ilk örneklerine erken kapitalistleşen Avrupa ülkelerinde rastlıyoruz. Bu ülkelerde roman, feodalitenin sona erdirilmesiyle beraber varlığını burjuva toplum yapısında buluyor. Fethi Naci’nin de belirttiği gibi burjuva toplumun insan örneği olan ?birey?’in ortaya çıkmasıyla beraber edebi alanda da roman örneklerine rastlamaya başlıyoruz. Roman türünden bahsettiğimizde aklımıza Balzac’ın Vadideki Zambak’ı, Dosyoyevski’nin Suç ve Ceza’sı, Tolstoy’un Savaş ve Barış’ı, Hugo’nun Sefiller’i gibi örnekler geliyor.

İşçi romanlarının da ilk örnekleriyle yine Avrupa’da karşılaşıyoruz. İlk birikim dönemlerinde topraklarından koparılan köylülerin fabrikalardaki çalışma koşullarını anlatan romanlarla birlikte işçi romanlarından bahsedebilmek mümkün oluyor. Sınıf bilincinin gelişmediği bu dönemlerde yazılan romanlarda daha çok fabrikalardaki/madenlerdeki zor çalışma koşullarına odaklanılıyor.

Zola’nın Germinal’i(1885) işçi romanı dediğimizde aklımıza ilk gelen kitaplardan biridir. Zola natüralist akımın da etkisinde kalarak maden işçilerinin yaşam koşullarını Germinal’de başarıyla anlatmıştır. Kitap maden işçilerini anlatan birçok kitap için de esin kaynağı olmuştur. Benzer içeriğe sahip bir romanın Türkiye’de yayımlanması için aradan 44 yıl geçmesi gerekecektir.

Jack London’ın Alın Teri isimli romanında çalışmak zorunda olan bir çocuğun gözünden farklı iş kollarındaki çalışma güçlükleri anlatılmıştır.

Meyve toplama işçilerinin grev süreçlerinin anlatıldığı Steinbeck’in Bitmeyen Kavgası(1936) da yine aklımıza ilk gelen işçi romanları arasında yer almaktadır. Steinbeck’in (ve belki de Upton Sinclair’ın da) başka çalışmaları da işçi romanlarına örnek olarak gösterilebilir.

Henüz Türkçe’de yayınlanmayan Jack Conroy’un maden ve demiryolu işçilerini anlattığı The Disinherited(1933)’i ve Thomas Bell’in çelik işçilerini anlattığı Out Of This Furnace(1941) isimli romanı, ‘işçi romanı’ olarak adlandırabileceğiz çalışmalar arasında yer alıyor.

Daha yakın dönemde yazılmış kitaplar arasında da Jose Saramago’nun Umut Tarlaları (1980) isimli romanı önemli bir yerde durmaktadır. Saramago Portekiz’in politik atfosmerini de aktardığı romanında bir aileye 4 nesil boyunca odaklanarak tarım işçilerinin çalışma koşullarını, ilk grevleri, yaşanılan tutuklanma süreçlerini başarıyla aktarıyor.

Türkiye İşçi Romanları (1927-2012)

Türkiye işçi romanlarına geçmeden önce roman türünün Türkiye’deki gelişimine kısaca bakmakta yarar var. Roman türünün gelişimi için ?birey?’in önemine değinmiştik. Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da ekonomik/toplumsal değişmeler(sınıf mücadeleleri) olağanca şiddetiyle sürüp bağımsız, ?özgür? birey tarih sahnesine çıkarken Osmanlı’daki toplumsal yapı bireyin gelişmesi önünde büyük engel teşkil ediyordu. Sencer Divitçioğlu bu konuda şöyle diyor: ?Bir iktisadi fonksiyon üzerine kurulan reayanın ve devletin anonim varlığı, toplum içinde birey?insan yetişmesini engellemiştir. Osmanlı toplumunun devlet ve reaya arasında birlik yaratan iktisadi mantığı, bireyin toplum içinde özel ve bağımsız olarak ortaya çıkmasını önlemiştir.? Bağımsız bireyin henüz etkin olarak ortaya çıkmadığı 19.yüzyıl sonlarında, roman türü, Tanzimatla başlayan batılılaşma sürecinin bir parçası olarak (kültürel birikimin doğal bir sonucu değil) Avrupa’dan ithal edilmiştir. Öyle ki farklı etkiler/akımlar olsa da 1950’li yıllara değin Türkiye’de yayınlanan romanlarda hakim tema ?batılılaşma? olmaya devam etmiştir.

Türkiye’de roman türünde ilk eserler daha çok çeviri olarak yayınlanmıştır. Yusuf Kamil Paşa’nın 1862 yılında çevirdiği Fenelon’un Tercüme-i Telemak’ı, Şemsettin Sami’nin çevirdiği Hugo’nun Sefiller’i(1880) ilk çevirilerdendir. Bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu Fransa ile yakın siyasi ve kültürel ilişkiler içinde olduğu için, Türkçe’de Fransız romanının etkisi ön plana çıkmaktadır. Böylece bir süre Fransız romanlarının çeviri ve uyarlamaları okunmuş ve benzer örneklerin yazılması için zemin hazırlanmıştır. Türkiye’de yayınlanan ilk roman(çeviri olmayan), Şemsettin Sami’nin 1872 yılında yayımlanan Taaşşuk-i Talât ve Fitnat adlı romanıdır. (Tesadüf olarak 1872 yılı, başka bakımdan da önemli bir yıldır: İlk işçi grevi, 1872 yılında Kasımpaşa tersane işçilerinin yaptıkları grevdir.) Ahmet Mithat Efendi’nin Felatun Bey’le Rakım Efendi’si(1875), Namık Kemal’ın İntibah’ı(1878), ve de Recaizade Mahmud Ekrem?in Araba Sevdası(1896) ilk romanlar arasında yer almaktadır.

1800’lü yılların sonu aynı zamanda Osmanlı’daki sanayileşme adımlarının da atıldığı yıllardır. Birçoğu dış sermaye merkezli olan sanayi kuruluşları bu yıllarda kurulmuştur. İlk işçi eylemlilikleri de bu tarihlerde ortaya çıkmıştır. 1900’lü yılların başlarından itibaren ise Osmanlı’nın ardı adına savaşlara girmesiyle beraber sanayi gelişiminde kesintiler baş göstermiştir. Bu dönemde kahramanlık, yiğitlik öykülerini konu alan eserler daha çok yazılmıştır.

Kemalist burjuva devriminin ardından yapılan sanayileşme adımlarıyla birlikte geniş kitlelerin fabrikalarda çalışma süreci başlamıştır. Böylelikle de işçi romanların yazılması için gerekli nesnel zemin hazır hale gelmeye başlamıştır. Sanayileşme adımlarının atıldığı, beş yıllık ekonomi planlarının yapıldığı bu dönemde köy sorunu yakıcılığıyla devam ederken köyü merkeze alan romanlarla karşılaşmaktayız. Sadri Ertem, bu dönemde köyü eleştirel biçimde romana konu eden ilk yazardır. Çıkrıklar Durunca’da(1931) Ertem, ithalat nedeniyle işsiz kalan el dokuma tezgahlarını ve dağ köylerinin sıkıntılarını anlatmıştır.

İlk İşçi Romanı: Çulluk(1927)
Mahmut Yesari’nin Çulluk isimli kitabı birçok araştırmacı tarafından Türkçe’de yayınlanan ilk işçi romanı olarak kabul ediliyor. Yesari Çulluk’ta, Cibali Tütün Fabrikası ile Cağaloğlundaki bir matbaada çalışan işçilerin çalışma koşullarını anlatıyor. Tabi ilk dönemlerde yazılan diğer işçi romanlarında da göreceğimiz gibi bu kitapta da işçi sınıfının kurtuluşu ile ilgili herhangi bir tezahür yok. Ama dönem itibariyle de yazın alanında bu anlamda yüksek bir beklenti içine girmenin de gerçekliğinin olmadığı düşünüyorum.

Afrodit Buhurdanında Bir Kadın(1939)
Aynı dönemde yazılmış romanlardan Afrodit Buhurdanında Bir Kadın da ilk işçi romanlarımızdan sayılabilir. Benzer konulara daha sonraki romanlarında da değinen Reşat Enis’in bu kitabı edebi açıdan zayıf olarak kabul edilse de maden ve fabrika işçilerinin çalışma koşullarını anlatması nedeniyle önemli bir roman olarak karşımıza çıkıyor.

Aganti Burina Burinata(1945)
Halikarnas Balıkçısı’nın Aganti Burina Burinata isimli eseri işçi romanları arasında çok sık karşılaşmadığımız deniz emekçilerinin öyküsü anlatıyor. Kitapta yük taşıyan yerli teknelerle yolcu taşıyan yabancı teknelerde çalışan deniz emekçilerinin çalışma koşulları anlatılıyor.

İlerleyen yıllarda toplumcu gerçekçi sanat akımının etkisiyle beraber köyü eleştirel bir biçimde anlatan kitapların yanı sıra işçi romanları da daha sık yazılmaya başlanıyor. Tabi işçi romanları (ve öyküleri) dediğimizde karşımıza sıklıkla Orhan Kemal ismi çıkıyor. Orhan Kemal yazdığı romanlarda işçilerin yaşam koşullarını abartısız, ustaca anlatırken birçok yazarımızın karşılaştığı estetik aktarım sıkıntısını da aşabiliyor. Cemile, Murtaza, Bereketli Topraklar Üzerinde, Orhan Kemal’in akla ilk gelen işçi romanları arasında yer alıyor.

Bereketli Topraklar Üzerinde(1954)
1954’te 288 sayfa, 1964’te ise 427 sayfa olarak yayınlanan kitapta bir ayağı köyde bir ayağı şehirde olan köylü-işçiler anlatılmaktadır. Çalışmak için köylerinden Çukurova’ya gelen 3 arkadaşın ?bereketli topraklar?’da yaşadıkları kitaba konu olarak seçilmiştir. 3 arkadaşın temsil ettiği farklı karakter üzerlerinden çalışma yaşamının tüm zorbalığı kitapta ustaca anlatılmıştır.

Orhan Kemal’in eserleriyle birlikte 50’li yıllar ve sonrasında işçi romanlarına daha sık rastlamaya başlıyoruz. Sendikal mücadelenin 60’lı yıllarda artmasıyla beraber ezilen, hor görülen işçilerin bireysel çıkışlarının yanı sıra sendikal örgütlenme de romanlara konu olarak seçiliyor.

Sarı İt (1968)
Sendikal mücadelenin anlatıldığı ilk eser olarak görülen Sarı İt’de Reşat Enis sendikal mücadele ve (özel olarak sarı sendikalar), Almanya’ya işçi göçü gibi konulara değinmiştir. Benzer bir dönemde benzer bir konuya (senaryosunu Vedat Türkali’nin yazıdığı) Ertem Göreç?in Karanlıkta Uyananlar filminde değilnilmiştir. Bu filmde de, grevin artık yasal bir hak haline geldiği 1963 sonrası ilk dönemde bir boya fabrikasında çalışan işçilerin örgütlenme çabaları, bilinçlenme ve greve gitme süreçleri anlatılmıştır.

70’li yıllara gelindiğinde türkiyede sosyalist hareketlerin güçlenmesiyle birlikte edebi alanda da politik üretimlerde artışlar olmuştur. Bu dönemde ağırlıklı olarak köyden kente göç, yoksulluk sorunu ve devrimci özne konuları romanlarda anlatılırken edebiyatımız içerisinde önemli bir yerde duran Tutunamayanlar ve Bir Gün Tek Başına gibi kitaplar bu dönemde yazılmıştır. Dönemin politik atmosferine rağmen işçi romanı olarak değerlendireceğimiz romanları sayısı yine de çok sınırlıdır diyebiliriz. Fethi Naci dönemin yazarları ile ilgili şöyle bir saptamada bulunuyor: ?Küçük burjuvaları çok iyi anlatan Sevgi Soysal, Adalet Ağaoğlu, Pınar Kür gibi romancılamızın, işçilerden söz açtıkları zaman, ortak bir tutumla, işçileri idealize ettiklerini görüyoruz.?

Şimdi bu dönemde yazılan birkaç romana göz atalım:

Grevden Sonra (1976)
Kendisi de bir matbaa işçisi olan Hakkı Özkan, Grevden Sonra isimli kitabında yenilgiyle sonuçlanan bir grev sonrası İstanbul’a gelen Nuri’nin öyküsü anlatıyor. Nuri’nin İstanbul’da bir matbaada çalışırken ?ailecek başlarını sokabilecekleri? bir gecekondu inşa etme çabası kitaba konu olarak seçilmiştir.

Ölümün Ağzı (1979)
Madencilik işkolu hem çalışma şartlarının kötülüğünden hem de bu alanda verilen mücadelelerden ötürü önemli bir yerde duruyor. Söz konusu Türkiye olunca bir de ?mükellefiyet? dönemi gibi koşulların daha da kötü olduğu bir dönemle karşılaşıyoruz. İrfan Yalçın Ölümün Ağzı isimli romanında Zonguldak’taki maden ocaklarında mükellefiyet döneminde yaşanılan zorla çalıştırılma konusuna odaklanıyor.

E-5 (1979)
Güney Dal E-5 isimli romanında edebiyatımızda başka örneklerine de rastladığımız göçmen işçi konusuna değinmiştir. Fikrimin İnce Gülü(1976), Memeleri Büyüyen İşçi(1976) gibi romanlar da göçmen işçiler konusunda aynı dönemde yazılmış işçi romanları arasında yer alıyor.

1980 Sonrası

12 Eylül’ün etkileri, sosyalist bloğun çözülüşü, sermayenin yeni saldırı planları 80 sonrası dönemde her alanda olduğu gibi edebiyat alanında da büyük değişikliklere yol açıyor. Genel bir eğilim olarak politik romanlar yazımından kaçınılması elbette işçi romanlarının yazılmasını da etkiliyor. Öyle ki çok az sayıda ürünün ortaya çıkması çoğu zaman nitelik tartışmasını bile yapılamaz hale getiriyor. Bu dönemle ilgili Ömer Türkeş’in tesbiti son derece yerinde:
?Metalar dünyasının ve dolayısıyla zenginlik imgesinin ekonomik hayattan sanki bağımsızmışcasına hikaye edilmesi, taşranın ışıklarının sönmesi, emekçilerin ve meselelerinin roman içeriğinden dışlanışı, hiç kuşkusuz Türkiye’nin siyasi, ekonomik ve toplumsal gelişmelerinden zihinlerin medyada yansıyan metalarla işgal edilmesinden, o metalara sahip olmak ya da hiç durmadan gözler önüne serilen şık ve eğlenceli mekanlarda yer alabilmek arzusunun şiddetindendir.?

Şimdi 1980 sonrası yazılan birkaç esere değinelim:

Berci Kristin Çöp Masalları(1984)
Latife Tekin’in tamamen çöpten yapılmış bir mahallede, çöpten geçinen kişileri anlattığı kitabı anlatım tarzı itibariyle de özgün bir işçi romanı olarak karşımıza çıkıyor.

Direnen Haliç(1-2) (1988)
Kendisi de işçi olan Nejat Elibol kitabında, Alibeyköy’de 1975 yılında farklı fabrikalarda yaşanan direniş süreçlerini anlatıyor. İşçilerde sınıf bilincinin uyanış sürecinin detaylıca incelendiği kitapta dönemin politik atmosferi de başarıyla aktarılıyor.

Can Dostu(1999)
Yücel Sarpdere, yoksul bir gecekondu mahallesinde geçen romanında, işçilerin yanı sıra mahalledeki diğer seslere de kulak vererek zihinsel gelişimini tamamlayamamış bir genç ile onunla dostluk ilişkisi kuran devrimci bir çiftin(Oya ve İbo) öyküsünü anlatıyor.

Grizu(2005, 2006, 2007, 2011)
Muzaffer Oruçoğlu’nun 4 kitaplık bir seri olarak yayınladığı romanı, maden işçilerinin yaşam koşullarının anlatıldığı oldukça hacimli bir çalışma. Oruçoğlu’nun ocaklarda çalışmadan dışarıdan edindiği belgeler ve yoğun bir araştırma sonucu yazdığı seriye yönelik, anlattığı dönemi çok iyi yansıtamama, abartılı ögeler içerme gibi eleştiriler olsa da maden işçilerini konu alan önemli eserler arasında bu seriyi kolaylıkla yazabiliriz.

Türkiye’de işçi romanları neden yazılamıyor?

1927’den günümüzde işçi romanlarına hızlıca bir değindikten sonra işçi romanlarının neden bu kadar az sayıda yazıldığını ve yazılanlarda da neden nitelik sorunuyla karşılaştığımızı masaya yatırmak gerekiyor.

İşçi romanlarının az yazılma nedenlerini irdelediğimizde nesnel koşulların yanı sıra öznel tercih sorunuyla da karşılaşıyoruz. Türkiye’nin geç kapitalistleşmesinden kaynaklı roman türüyle (ve de işçi romanlarıyla) geç tanışması nesnel nedenlerin başında yer alıyor. Roman türüyle 1800’lü yılların sonunda batılılaşma politikaları sonucunda tanışılırken işçilerinin hayatlarının romana yansıması 1923 burjuva devriminin sonrasını buluyor. 1900’lerin başlarından itibaren savaş dönemine giren Osmanlı’da sanayileşme adımlarının yavaşlaması(hatta durma noktasına gelmesi), işçi romanlarının yazılması için gerekli koşulların bujuva devriminden sonra oluşmasına neden oluyor. Savaş dönemi edebi üretimlerinde ise (ve konumuz gereği özel olarak romanlarda) kahramanlık, yiğitlik konuları daha sıklıkla işleniyor. Halide Edip Adıvar’ın çalışmaları bunlara örnek olarak gösterilebilir.

Burjuva devrimi sonrasında ise sanayi atılımı, bazı işletmelerin millileştirilmesi sürerken ideolojik alanda ?Türk toplumunun sınıfsız olduğu? anlatılmaya çalışılmıştır. Sınıfların olmadığı, herkesin çıkarlarının ortak olduğu bir toplumda işçilerden neden bahsedilsin ki?!!! Bu dönemde (ve sonrasında) muhalif yazarlar üzerindeki baskı da işçilerin yaşamlarının romanlarda yer bulmasını güçleştirmiştir.

Bir yandan sanayi atılımları sürerken edebiyat alanında batılılaşma sorununun yanı sıra köy sorunu da kendisine yer bulmaya başlamıştır. Çıkrıklar Durunca gibi eserler köye toplumcu gerçekçi açıdan yaklaşımın ürünleri olarak karşımıza çıkmıştır. İşçi romanlarında da değineceğimiz gibi köy sorununa odaklanan birçok eserde köye giden ?fedakâr aydın? profili çizilmiştir. Bu bir yandan köy sorununun romanlara konu alması itibariyle olumlu gibi görünürken öte yandan köye dışarıdan, çoğu zaman gerçekçi olmayan bir bakışla yaklaşılması ve köylünün niyetten bağımsız bir şekilde hor görülmesi gibi sorunlara yol açmıştır.

İşçi romanlarının böyle bir ortamda doğması işçi romanlarının birçok sorunu bünyesinde barındırmasına neden olmuştur. Nicelik ve nitelikle ilgili bu sorunlara kısa kısa değinelim.

Sınıf hareketinin gelişmemesi sorunu
Osmanlı döneminde ortaya çıkan ilk işçi eylemliliklerinin (ve sosyalist örgütlerin) devamlılık sağlayamaması, kemalist kadroların baskısı, işçi sınıfının geç oluşması vb birçok neden sınıf hareketinin geç gelişmesine neden olmuş ve dolayısıyla işçilerin hayatlarının romanlarda yer bulması gecikmiş, zorlaşmıştır. İş kanunları da, sendikal örgütlenme önündeki engeller de bu zorluğun tuzu biberi olmuştur. İşçi romanlarıyla işçi hareketlerinin yükseldiği dönemler arasında kesin bir ilişki ortaya koymak yanlışken genel olarak işçi romanlarının yazılma sıklığının sınıf mücadelesinin yükseldiği 60’lı yıllarla beraber arttığını görebiliyoruz.

?Yoksulluk Edebiyatı? Tehlikesi
Türkiye’de işçilerin çalışma/yaşam koşullarının anlatılmaya çalışıldığı birçok üründe deyim yerindeyse ?yoksulluk edebiyatı? tuzağına düşülmüştür. Yoksulluğun, sefaletin ne kadar kötü olduğuna odaklanan bazı romanlar, işçi sınıfının ilk oluşum dönemlerinde gerçekliği yansıtması nedeniyle olumluyken sonraki dönemlerde dünyayı değiştirecek bir perspektiflerinin olmaması nedeniyle umut kırıcı bir sonuç çıkmasına neden olmuşlardır. Öyle ki bu yaklaşımın sonuçlarını mekan özelinde kolayca gözlemlenebiliyor. Birçok işçi romanında daha iyi koşullarda(evlerde) yaşamak ümidi sunulmazken gecekondu güzellemeleriyle karşı karşıya kalıyoruz.

Devrimci Özne/Parti’ye Odaklanılması
Özellikle 70’li yılları incelediğimizde devrimci özneye/partiye odaklanan çalışmaların büyük oranda arttığını ama işçi romanlarındaki artışın görece düşük olduğunu gözlemliyoruz. Dönemin politik atmosferinin sonucu olan bu gözlem elbette politikleşme sürecinden kaynaklı olumluyken(belki de zorunluyken) işçilerin hayatlarının romanlarda yeterince anlatılamaması nedeniyle de bir eksiklik olarak karşımıza çıkıyor.

Anadil, Kadın İşçiler Sorunları
Göç ile büyük şehirlere gelmek zorunda kalan, özellikle kürt nüfusun, ana dilde kendilerini ifade edememeleri edebiyat alanında üretim yapmalarının önünde de büyük engel olarak duruyor. Fabrikalarda, inşaatlarda çalışan kürt, laz işçilerin emek-sermaye çelişkisinin yanı sıra yaşadıkları baskıların/ezilmelerinin romanlarda neredeyse hiç yer bulamadığını söyleyebiliriz. Benzer bir sorun kadın işçiler konusunda da ortaya çıkıyor. Kadın işçilerin çalışma yaşamında karşılaştığı sorunlara da çok az sayıda romanda değiniliyor.

İşçilerin ?Magazinsel? Hayatları
İşçilerin hayatlarına odaklanan çalışmalarda da büyül çoğunlujla işçinin gününün büyük bir bölümünü çalan işyeri koşullarından ziyade işçinin aile içerisinde yaşadığı sorunlara, aşk hayatına odaklanıldığını gözlemleyebiliyoruz. İşçilerin çalışma haricindeki zaman dilimlerinde nasıl yaşadığını anlatmak önemliyken çalışma yaşamının bu kadar silikleşmesi, romanın odak noktasının kaymasına, eserin işçi romanından çıkmasına neden olabiliyor. Öyle ki birçok romanda işçilerin karşılaştığı maddi sıkıntılara, aldıkları düşük ücretlere, yaşadıkları baskılara değinilmiyor bile. Hatta birçok romanda para ?görünmezliğe? bürünüyor bile diyebiliriz.

Çalışılmayan Zaman Bulma Hevesi
Kimi romanlarda ise zaman dilimi olarak işçinin çalıştığı dönem yerine iş aradığı ya da işten çıkartıldığı döneme odaklanılarak farkında olarak ya da olmayarak çalışma yaşamının yıpratıcılığına, sarsıcılığına değinilmemiş olunuyor.

12 Eylül ve Sonrası
80 sonrası dönemin getirdiği bütün olumsuzluklar işçi romanlarında da baş gösteriyor. Artık işçilerin çalışma hayatlarını/koşullarını anlatan kitapları bir kenara koyun, politik içerikli romanlar yazılmaktan da kaçınılıyor. ?Emek-sermaye çelişkisinin yok olduğu?, ?çok çalışanın her istediğini elde edebildiği? bir döneme girildiği ısrarla anlatılmaya çalışılıyor. Bu dönemde ?orta sınıfın? bunalımları romanlarda kendisine yer bulabiliyorken işçilerin hayatlarının anlatıldığı romanların tüm çekiciliğini yitirdiğini söyleyebiliriz.

Kim, kimin için yazıyor?
Edebi üretimlerde yazar-okur arasındaki ilişki de yazılanların niteliğini etkiliyor diye düşünüyorum. İşçi olarak çalışanların (yazacak zaman bulamamaları, iyi eğitim olanaklarına sahip olmamaları vs gibi bildiğimiz nedenlerle) işçi romanları yazmalarını beklemek çok gerçekçi değil. Sınıfın içinden gelen Orhan Kemal, Nejat Elibol gibi örnekler ise çok az sayıda karşımıza çıkıyor. İşçi romanlarını yazanların daha çok ?orta sınıf?’a yakın bir sınıfsal durumda yer almaları, romanlarına konu alan yaşamları iyi bilmemelerine ve çoğunlukla işçileri idealize etmelerine neden oluyor. Ayrıca yazılan işçi romanlarını okuyan kitlelerin büyük çoğunluğunun da işçiler olamaması nedeniyle de okur-yazar bağlantısı işçi romanları özelinde sağlıklı gelişemiyor. Okurlardan yana geri beslemeler daha çok ?Ayy ne kötü şartlar?’dan çoğu zaman öteye gidemiyor. Üstelik işçilerin daha rahat anlayabileceği kitaplar yazma gibi bir hedefin de oluşmamasına neden oluyor.

Peki ne yapmalı?

Sözü bu kadar uzattıktan sonra ?ee iyi de ne yapmalı?? sorusu ister istemez karşımıza çıkıyor. Net bir yanıt olmasa da çeşitli deneyimlerimizden yola çıkarak bu soruya kısa bir yanıt verebiliriz.

Sovyetler Birliği’nde Zenit marka fotoğraf makinalarının halka dağıtılmasından sonra ilerleyen yıllarda fotoğraf alanında iyi çalışmaların çıkması, işçilerin çalışma koşullarının anlatılmasından kaçınıldığı günümüz için iyi bir örnek. Yani bu konuda daha fazla kalem oynatılması, niceliksel artışın beraberinde niteliksel artışı getirme imkanı sağlayabilmesi açısından önemli.

?İşçi? tarifinin günümüzde üretken ve üretken olmayan emeğin istihdam edildiği çok geniş bir alanı ifade etmesi nedeniyle, çalışma yaşamına odaklanmak bizi ister istemez işçi romanları yazmaya götürecektir. Bu nedenle örneğin çağrı merkezinde çalışanların sorunlarının anlatıldığı romanlar da günümüzün işçi romanları arasında yer alacaktır.

Tabi çalışma koşullarına eğilmek bizi salt kuru gözlemlerde bulunma hatasına itebilir. Burada gerçekçi gözlemlerle edebi dili birleştirme konusunda önemli bir yerde duran Orhan Kemal örneğini akıldan çıkarmamak gerekiyor. Biraz daha somutlaştırırsak edebiyatçılarımızın işçi grevlerinde, direnişlerinde yazı-öykü yazma atölyeleri kurmalarının sorunları aşmamızda önemli katkılar sunacağını düşünüyorum.

KAYNAKÇA

Bezirci, Asım, Orhan Kemal, 5. Basım, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, 2003
Çavdar, Tevfik, Türkiye’nin Yüzyılına Romanın Tanıklığı, 2. Basım, Yazılama Yayınları, İstanbul, 2009
Divitçioğlu, Sencer: Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu, Köz Yayınları, İstanbul, 1971
Makal, Ahmet, Türkiye Emek Tarihinin Bir İzdüşüm Alanı Olarak ?Edebiyat?, Çalışma ve Toplum Dergisi, Sayı 18, 2008
http://www.calismatoplum.org/sayi18/makal.pdf
Moran, Berna: Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış Cilt:1, 24. Basım, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011
Moran, Berna: Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış Cilt:2, 17. Basım, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011
Naci, Fethi: 100 Soruda Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme, Gerçek Yayınevi, İstanbul, 1981
Naci, Fethi, Türk Romanında Ölçüt Sorunu, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2002
Türkeş, Ömer, ?İşçi Romanları Neden Yazılmadı, Neden Hâlâ Yazılmıyor?, Sınıf İlişkileri Sureti Soldurulmuş Bir Resim mi?, Hazırlayanlar: M. Nedim Süalp, Aslı Güneş, Z. Tül Akbal Süalp, Bağlam Yayınları, İstanbul, 2011, s.37-336

1927-2012 Yılları Arasında Türkiye’de Yayınlanmış İşçi Romanları Listesi
[table id=32 /]

1 Comment

  1. Sayın Diyaroğlu, yazınızı ilgi ve beğeniyle okudum. Değerli incelemenizi neden seksen sonrası romanlarla sürdürmediniz. Bizler için çok yararlı olacağını umut ediyorum. Saygı ve sevgilerimle.
    Yılmaz Ünlü

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Previous Story

Marksizm ve Ekolojik Siyaset (Kızıl ve Yeşil bir Ekonomi Politiğe Doğru) – Paul Burkett

Next Story

Sinema ve 12 Eylül – Mesut Kara

Latest from Emek Tarihi / Teori

Türkiye’de ilk 1 Mayıs şiiri…

Türkiye’de işçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadele günü olan 1 Mayıs’la ilgili ilk şiir emekçi kadın şair Yaşar Nezihe Bükülmez tarafından 1923 yılında Aydınlık
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ