Türkiye Solunun Hapishane Tarihi (2. Kitap) – Şaban Öztürk

Şaban Öztürk Türkiye Solunun Hapishane Tarihi adlı çalışmasının ikinci kitabında, hapishaneler ve hapishanelerde yaşananlarla sınırlı kalmayıp 1946’dan başlayarak 1974’de kadar genel Türkiye tarihini, özellikle 21 Mayıs 1963 darbe girişimi, 27 Mayıs 1960 darbesi, 12 Mart 1972 müdahalesi gibi önemli olaylarıyla ve bütün boyutlarıyla gözler önüne seriyor.

Her tarihsel anın analizi, üretim tarzı, toplumsal hayatın değişimleri ve toplumsal çatışmalar esas alınarak yapılır. Bu çatışmaların sonucu olan hapishane ve mahpusluk olgusu da nasılı, nedeni ve tarihsel bağlantılarıyla ancak bu temel üzerinde açıklanabilir.

Çeşitli yazılı kaynaklardan alınan bilgilere dayanılarak hazırlanan bu kitabın, özellikle yakın tarihimize ilgi duyan okurlara yararlı olacağına inanıyoruz.

Bu çalışmanın üçüncü kitabının konusu ise, Türkiye siyasi tarihinin 1974-1984 arasındaki dönemini kapsayacaktır. (Tanıtım Bülteninden)

Türkiye Solunun Hapishane Tarihi?ne Dair – Çağlar Mirik
İki yüzyılı aşan tarihiyle hapishaneler, kuruldukları günden bu yana dünyanın pek çok ülkesinde olduğu gibi ülkemizde de önemli gündem maddelerinden biri oldu. Bu iki yüzyıllık süreçte gün geçtikçe yeni hapishane modelleri ve uygulama yöntemleri de ortaya çıktı. Buna bağlı olarak hapishanelerdeki uygulamalar protesto edildi. Hapishanelerde ve dışarıda ölümlerle sonuçlanan direnişler yaşandı. Tutukluların ve yakınlarının bu direnişleri çoğu kez ses getirip dikkatleri üzerinde toplamış ve sorunun çözümünde belirleyici olmuştur. Hapishanelerde yaşanan sorunlar bugün de güncelliğini sürdürüyor. İşte bu güncellik, Şaban Öztürk?ün Türkiye Solunun Hapishane Tarihi adlı kitap çalışmasını yapmasına etken olmuştur. Ülkemizin bugün içinden geçtiği günlere bakılırsa (gazetecilerin, yazarların, yayıncıların, öğrencilerin ve daha pek çok kesimin hapishanelere konulduğu bir dönemde) böylesi bir çalışmanın önemi daha net anlaşılacaktır. Yazar bu konuda şunları söylüyor: ?Son yıllarda hapishanelerin, siyasi mahpuslar ekseninde gündemde olması ve onların buralarda yaşadıkları, bizi geçmişte ülkemiz hapishanelerinde neler yaşandı sorusuna cevap aramaya itti. Bu arayış esnasında genel olarak siyasi mahpusların hapishane hayatlarına değinirken esas merkeze solu koyduk. Bunun da nedeni, yakın tarihimizde şu yada bu ekolün hayatında hapishane belirli dönemlerde yer alırken, solun hayatında her dönem yer almış olmasıdır.?
?Hapishane kurumu, insanlığa kapitalizmin armağanıdır. Burjuva devriminden sonra, ?bedene eza? yerine, ?kapatılma? yani ?hapsetme? bir ceza biçimi olarak girmiştir insan yaşamına. Özünde ?ıslah etme? düşüncesi vardır. Ancak bu ıslah fikrinin ne anlama geldiği ortada.? Şaban Öztürk, Türkiye Solunun Hapishane Tarihi adlı kitabının birincisine bu cümlelerle başlamıştı. Hapishanelerin, genel toplumsal sorunların bir parçası olduğunu belirten yazar, bunu bütünden koparıp insanlığın diğer sorunlarından ayrı düşünemeyeceğimizin altını çiziyor. Birinci kitap, modern anlamda hapishanenin doğuşunu, Batı hukukunun Türkiye?ye girişinden kısmen Cumhuriyet öncesi dönemi de kapsayıp 1960?a kadar Türkiye?de yaşananları ele almıştı. Anlatılanlar ittihatçıların, sosyalistlerin, sağcıların hapishanelerde hangi koşullarda yaşadıklarının hikayesiydi. En çok da sosyalistlerin; çünkü onlar hapishanelerin her dönem devamlı konuğu olmuşlardır.
Yazar, ikinci kitapta ise 1960?dan başlayıp 12 Mart 1971 darbesini ve 1974?e kadar olan dönemi detaylarıyla anlatıyor. İkinci kitap da birinci kitaptaki perspektif ile yazılmış. Yani ?meseleyi parçalamadan, genel tarih ve sosyalist hareketin tarihi içinde bütünlüklü bir anlayışla? ele alıyor. Şaban Öztürk, Türkiye Solunun Hapishane Tarihi?nin ikinci kitabının önsözünde şöyle diyor: ?Her tarihsel anın analizi, üretim tarzının ve toplumsal hayatın değişimleri göz önünde bulundurularak yapılır. Toplumsal çatışmalar da tüm bu saydıklarımızın temelinde yükselir. Hapishane ve mahpusluk da bu çatışmaların sonucundan başka bir şey değildir. Sonuçta, ele aldığımız konunun hangi evrelerden geçerek nasıl bir gelişme gösterdiğini, yukarıda açıklamaya çalıştığımız metoda uygun olarak anlatmaya özen gösterdik.? Kitabı okuyanlar görecektir ki, yazar, söylediklerinin hakkını vermiş.
İkinci kitap için, bir yanıyla darbeler dönemini ele alıyor, denilebilir. 27 Mayıs 1960, 21 Mayıs 1963 ve 12 Mart 1971 darbeleri. Diyalektik bir bakış açısıyla yukarıdaki metoda sadık kalınarak yazılan kitap, aslında Türkiye?nin siyasi geçmişine de ışık tutuyor. Okuru, yaşanan bu süreçler hakkında layıkıyla bilgilendiriyor. 27 Mayıs 1960 darbesini anlatırken 1946?ya gidiyor ve süreci daha anlaşılır kılmak için Demokrat Parti?nin (DP) kuruluşunu, muhalefet ve iktidar yıllarını, iktisadi değişimleri, ABD ile yapılan anlaşmaları, sonrasında DP?nin yaşadığı zor yılları birçok kaynaktan faydalanarak aktarıyor. (Bu geriye dönüşlerin hiçbirinde birinci kitapta anlatılanların tekrarına düşülmemiş. Aynı konulara değinen yerlerde, yazar parantez açarak o konunun birinci kitapta detaylı olarak işlendiğini belirtmiş.)

Türkiye Solunun Hapishane Tarihi?nin bu ikinci kitabına daha yakından bakalım. Kitapta, ABD ile yapılan ikili anlaşmaların Türkiye için etkilerine dair şunlar belirtiliyor: ?Türkiye?nin içine sokulduğu yeni dönemin önemli bir özelliği de ABD ile yapılan ikili anlaşmalardır. Bu anlaşmalar Türkiye?nin yeniden yapılandırılmasının rotasını çizmiştir. İktisadi anlaşmalarla tarımdan ticarete, sanayi yatırımlarına kadar neler yapılacağı belirlenmiştir. Diğer anlaşmalarla kültürel şekillenme ve eğitim belirlenmiştir. Böylece günlük hayata da müdahale edilmiş olunuyordu. Siyasi ve askeri anlaşmalarla Türkiye, emperyalizme yeni sömürgecilik ilişkileriyle tamamen bağlanmış oluyordu. Bu bağımlılık ilişkileri, Demokrat Parti iktidarı ile başlamış değildi. CHP döneminde ilk ikili anlaşmalar yapılmıştı.? (Sayfa 32) Yapılan bu anlaşmalar halktan gizli tutulurken, emperyalizme bağlılık için hiçbir şeyden geri durulmaz. Yukarıda sözü edilen değişimi gerçekleştirecek kadroların yetiştirilmesi için ?Eğitim Komisyonları? kurulur ve pek çok kişi eğitilmek üzere Amerika?ya gönderilir. Bu gruplar döndükten sonra Türkiye?de Amerikalıların işbirlikçileri de daha çok örgütlenir. ?13 Şubat 1952?de Türkiye?nin NATO?ya kabul edilmesi ve 23 Haziran 1954 tarihinde ABD ile imzalanan ?Askeri Kolaylıklar Anlaşması?ndan sonra, Türkiye?de pek çok askeri üs kurulur. Bu üslerin bulunduğu Türkiye topraklarının kontrolü yabancı askerlerdedir.? (Sayfa 35)
Türkiye, Demokrat Parti iktidarı eliyle adım adım emperyalizmin hizmetine ve güdümüne girerken henüz toplumsal tepkiler ortaya çıkmıyordu. Çünkü DP?nin seçim öncesi propagandasında şu iki temel öğe vardır: 1) Tek parti baskıcı yönetimine karşı daha demokratik yönetim. 2) Devletin ağırlıkta olduğu bir ekonomik model yerine ?serbest rekabetçi liberal ekonomi?. Bu güçlü propagandayla iktidara gelen DP, kendisine muhalif olan güçleri hapishaneye atmaya başlıyordu. 1954 ? 1958 yılları arasında basın suçundan 238 gazeteci tutuklanmıştı. Memlekete yeni ve çok sayıda hapishane de yapan DP iktidarı, birgün kendilerinin de oralara düşecekleri henüz akıllarının ucundan geçmiyordu. Yapılan ikili anlaşmaların sonuçları hissedilmeye başlandıkça iktidara yönelik tepkiler de artıyordu. Cılız da olsa işçiler arasında bir kıpırdanma olmuş ve bunlar bildiğimiz kadim yöntemlerle bastırılmıştır. Öğrenci gençlik de protesto eylemlerine başlamıştı. Bunların en büyüğü 28 Nisan 1960 günü İstanbul Üniversitesi Beyazıt kampusunda yapılmıştır. Bu eylemde polis kurşunuyla vurulan Turan Emeksiz ölmüştür.
Tırmanan bu gerilim ve artan olaylar karşısında sert tedbirler alan DP iktidarı olup bitenler karşısında sağlıklı bir çözüm üretemez. Adım adım 27 Mayıs darbesine doğru gidilir. Artık hapishaneleri yaptıranlar için hapishanede yatma dönemi gelip çatmıştı. Ve onlar iyi şartlarda tutuklu kalıyor olmalarına rağmen hapishane yaşamının zorluklarına alışamamışlardır. Orada gördükleri yoksul tutuklular, ülkeyi yönetmiş olan bu DP?lileri şaşırtır. Ailelerinin yanı sıra Hacı Ömer Sabancı, Süleyman Demirel, Ferit Eczacıbaşı da DP’lileri hapishanelerde ziyarete gidenlerdendi. Hacı Ömer Sabancı para yardımında bulunuyordu.
Daha sonraları ordu içinde yeni bir hareketlenmeyle 21 Mayıs 1963 darbesi gündeme geliyordu. Şaban Öztürk bu hareket için şu tespitlerde bulunuyor: ?Yurtsever, halkçı, bağımsızlık düşüncesine bağlı küçük burjuva radikalizminin özelliklerine büyük ölçüde sahip bir hareket. O yüzden emekçi sınıflara dayanmayan ve onları fiili olarak harekete katmayı düşünmeyen bir tavra da sahip. Merkezi yapısı sağlam, dikey bir örgütlenmeleri de yoktu. İktidarı ele geçirme niyetlerine rağmen iktidara muktedir iradeden yoksundular. Sistem karşısında netleşmiş bir programa da sahip değillerdi. Reaksiyon hareketinin kendiliğindenciliği göze çarpan bir başka özellikleridir. Bu nitelikte bir hareketin başarı şansı olmadığı gibi o an yenilse bile gelecekte sürdürülebilir bir iz bırakma şansı da yoktur. Ancak hareketin içinde ödün vermez tavrıyla iz bırakan kişiler olabilirdi, olmuştur da. Tıpkı Süvari Binbaşısı Fethi Gürcan gibi.?
27 Mayıs 1960 darbesinden sonra hazırlanan 1961 Anayasası ülkede görece bir rahatlama sağlar. Bu dönemde ülkemiz siyasi yaşamında hızlı gelişmeler yaşanmıştır. Adalet Partisi gitmiş ancak yerine, onun yolundan giden Demokrat Parti tarih sahnesine çıkmıştır. Yine aynı dönemlerde Türkiye İşçi Partisi (TİP) kurulmuştur. Gençlik örgütlenmeleri de hız kazanmış ve yeni dalgalanmalar yaşanmıştır. Örneğin ABD ilk kez bu dönemde Kıbrıs konusundaki tutumundan dolayı gençlik tarafından protesto edilmiştir (27-28 Ağustos 1964).
1965 sonrasında ise daha derin çalkantılar yaşanmaya başlanmıştır. Süleyman Demirel başkanlığındaki Demokrat Parti seçimleri kazanmış ve hükümet kurmuştur. Bu dönemde işçi sınıfı arasında da kıpırdanmalar çoğalmıştır. 1965 yılı itibariyle işçi direnişlerinde ve greve çıkan işçi sayısında artış yaşanmıştır. Yeni nesil sosyalistler yetişmiş ve hapishaneler onlarla doldurulmuştur. DİSK kurulmuştur. Öğrenci gençlik daha çok hareketlenmiş ve örgütsel arayışlar artmıştır. Böylelikle TİP?te kendini ifade eden gençlik yine bu dönemde TİP?ten ayrışmaların da sinyalini vermiştir. Toplumsal muhalefet şiddetle bastırılmıştır. Kitapta bu süreç hem dönemin sosyalistlerinin anılarından hem de hükümet yetkililerinin ve askerlerin anılarından karşılaştırmalı olarak aktarılıyor. Brezilya ve Endonezya?da yaşanan darbeler benzer süreçleri ve sonuçları barındırıyordu. Türkiye için de benzer bir kapsam ve içeriği olan bu darbelerin özelliklerini kitaptan aktaralım: ?Emperyalizmin denetimindeki darbelerden sonra yapılan işleri üç ana başlıkta toplayabiliriz:
1) Yönetime el koyup devlet içindeki (en başta ordu içindeki) bağımsızlık düşüncesine bağlı, halkçı, vatansever unsurları tasfiye etmek.
2) Ekonomiye el koyup planlı ulusal ekonomi çizgisini değiştirmek, ulusal kaynakları emperyalist tekellerin eline vermek, buna uygun üstyapı oluşturmak.
3) Halk için demokrasiye izin vermemek ve kurtuluş hareketlerini ezmek.? (Sayfa 181)

Dünyada yaşananların etkisinde Türkiye?nin de kendine özgü gelişmeleri ile yeni bir dalgalanma yaşanıyordu. 1968 yılına gelinmişti. 1968 öğrenci eylemleri, Kanlı Pazar, Batı?da 1968, Türkiye?de gençlik hareketindeki değişimler ve yeni yönelimler, ?Vietnam Kasabı? olarak bilinen Robert Commer?i protesto eylemleri ve makam aracının yakılması, 1960?ların sonunda işçi eylemleri, solun hapishane durumu gibi bu dönemde yaşananlar kitapta ayrıntısıyla işleniyor. Ayrıca 1968 yılı birçok gençlik liderinin hapishane ile tanıştığı yıl olmuştur.
12 Mart Muhtırası öncesi dönemde yaşanan bu gelişmelerin en belirgin özelliği kitapta şöyle aktarılıyor: ?Dünya emperyalist sisteminin bir halkası durumuna gelen Türkiye?de artık insanların günlük hayatları da eskisi gibi değildi. Ulusal ve insani değerler yoz kozmopolit emperyalist değerlerle yer değiştiriyordu. Türkiye 1970?li yıllar boyunca değersizleştirme batağına doğru itilmiş, tüm karşı koymalara karşın ?değersizleştirilme? önlenememiştir. Elbette sadece Türkiye?de değil dünyanın her yerinde, insanlara aynı durum yaşatılmıştır.? (Sayfa 228)
Dönemin en önemli gelişmelerinden biri de 15 -16 Haziran 1970 İşçi Eylemleri?dir. 1970 yılı boyunca yapılan 121 greve toplam 25.963 işçi katılmıştı. Bu grevlerin çoğunda DİSK etkin bir rol oynamıştı. Emperyalist-kapitalist düzenin Türkiye?deki işleyişini tehdit eden bu gelişmeler karşısında DİSK?in kapatılması, ?çanına ot tıkanması? bir çözüm olarak düşünülmüştür. Bu gelişmeler karşısında yasal yolları kullanan DİSK de kendi tedbirini almaya çalışır. Anayasal direniş komiteleri oluşturulur. 15 Haziran sabahı işçiler bu komiteler öncülüğünde işbaşı yapmayıp İstanbul?da birçok merkezi noktaya yürümeye başlarlar. Bu yürüyüşlere yol boyunca kurulu olan fabrikalardan TÜRK-İŞ üyesi işçiler de katılmaktadır. Bu işçi yürüyüşlerini ?ihtilal provası? olarak değerlendiren hükümet derhal tedbir alınmasını ister. 16 Haziran sabahı ise İstanbul?da şiddetle bastırılır yürüyüş. Kadıköy?de polis müdahalesi sonucu pek çok insan yaralanırken, 3 işçi, bir esnaf, bir de polis ölmüştür. Kitap, bu süreci dönemin tanıklarına ve Dev-Genç?lilerin tuttuğu günlüklere dayanarak aktarıyor. (Ayrıntılar için bakınız, sayfa 230 ? 240.)
Artık yeni bir döneme girilmiş ve bir dönem sol içinde hemen herkesi kapsayarak örgütlenen TİP yeni dönemi karşılayamaz olmuştur. Hızlı gelişen bu döneme uygun yeni örgütlenmeler gündeme gelmiştir. TİP?te yaşanan ayrışmalar sonucu oluşan Milli Demokratik Devrim (MDD), Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF), Proleter Devrimci Aydınlık (PDA), Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu (TDGF) bu dönemin gençlik örgütlenmelerinden bazılarıdır ve birbiriyle bağlantılı olarak doğmuştur. Gerek önemi ve gerekse kapsayıcılığı bakımından belki de TDGF?ye yakından bakmak gerekir. Kısaltılmış adıyla yaygın olarak bilinen bu örgüt DEV-GENÇ?ti. Bu örgüt için kitaptan kısa bir alıntı: ?Dev-Genç, yaşanan sürecin tarihsel koşullarına bağlı olarak mücadele içinde oluşmuştu. Herhangi bir tasarım sonucu yaratılıp kimseye empoze edilmiş değildi. Toplumsal mücadelede öne çıkmış ve aynı zamanda sosyalist hareketin o güne kadarki sürecinde birikmiş tortuları, çürümüşlükleri aşan, esas amaçları berraklaştıran bir harekete dönüşmüştü.? (Sayfa 264)
Yine aynı dönemde yeni gençlik liderleri de tanınmaya başlanmıştı. Mahir Çayan, Hüseyin İnan ve Deniz Gezmiş önde gelen isimlerdendi. Yaşanan yeni gelişmeler karşısında yeni bir gençlik kuşağı mücadeleyi göğüslemekteydi. TİP?in etkisini kıran MDD, gençlik içinde etkili olmaya başlamıştı ancak orada da çatlamalar yaşanmış ve yeni örgütlenmelere gidilmişti. Dev-Genç bunlardan biriydi. Sonrasında ise yukarıda adı geçen gençlik liderlerinin öncülüğünde Türkiye solunda yeni tipte örgütlenmeler yaşanmıştı. Yeni kurulan bu örgütler THKO ve THKP-C idi. Kitap, bu örgütlerin faaliyetlerine ve örgütlenmelerine gereken hassasiyet ve önemle, kuruluş sürecine ve eylemlerine ayrıntıları ile yer veriyor.
Dev-Genç?in muhtıra sonrasında yayınladığı bildiri, 1. Nihat Erim Hükümeti, solda yeni çıkışlar, sola yönelik yoğunlaşan operasyonlar, Mamak askeri hapishanesi, İstanbul hapishaneleri, Maltepe askeri hapishanesi, Yıldırım Bölge hapishanesi, Mahir Çayan?ın Maltepe askeri hapishanesine nakli ve firar çalışmaları, idamların onaylanması, idamlar sonrası hapishanelerde yaşananlar, kitapta 12 Mart sonrası dönemin anlatıldığı ara başlıklardan bazıları.
12 Mart 1971 darbesiyle beraber hapishanelerde yaşananlar detaylarıyla anlatılıyor. Hapishanelerden firarlar, direnişler, yaşam koşulları, dışarıdan gelen ziyaretçiler, sağlık problemleri, içeride işlerin birlikte yürütülmesi, temizlik, yemek gibi temel konularda dönemin tanıklarının anlatımıyla yaşananları aktarıyor. Bu dönemde hapishanelerde de yeni uygulamalar söz konusuydu. Kontrgerilla devredeydi ve işkence merkezleri kurulmuştu. Kitapta ?yeni bir örgüt, yeni bir lider? başlığıyla İbrahim Kaypakkaya ve örgütü anlatılıyor.
Kitap, 1974 sonrası başlayan yeni dönemi ayrı bir çalışmanın konusu olarak belirledikten sonra bitiyor. Yazar, Türkiye Solunun Hapishane Tarihi adlı bu kitabında (hem birinci hem ikinci kitap) oldukça zengin kaynaklardan faydalanıyor. Bu kaynakları da daha iyi bir denetim için okura eksiksiz olarak özellikle sunuyor. Ülkemizde hapishaneler üzerine böylesi bir çalışma daha önce yayınlanmamıştı. Şaban Öztürk, bu boşluğu dolduran çalışmasıyla okurlara geniş perspektifli ve Türkiye?de konu ile ilgili bir başucu kitabı yazmış diyebiliriz. Yazımızı Şaban Öztürk?ün şu sözleri ile sonlandıralım: ?Suç ve suçlu üreten sosyal hayatın çözümsüzlükleri karşısında infaz sistemleri nasıl ki çaresiz kalmışsa, bu çaresizliğin büyük sorunlara yol açtığı yer hapishaneler olmuştur. O yüzden hapishaneler insanlığın gündeminden düşmeyen yerler olmuşlardır. ? Bir insanı sisteme uygun söylendiği gibi ıslah da etseniz, yok da etseniz, dışarıdaki sosyal yaşantı biçimi, eksilttiğiniz ?suçlu? insanın yerine daha çoğunu üretip gönderdikçe bu sorun bitmeyecektir. Uygulamadaki ve mimarideki değişim çalışmaları da bitmez tükenmez çalışmalar olarak sürecektir. Üstelik ıslah amaçlarından uzaklaşmış sermaye için bu da bir sektör halini almışsa, sorun daha da vahim hale gelmiştir.? (Türkiye Solunun Hapishane Tarihi ?ikinci kitap? Sayfa 10)

Çağlar Mirik
(Not: Bu yazı Mesele Dergisi’nin Nisan 2012 sayısında yayımlandı.)

Kitabın Künyesi
Türkiye Solunun Hapishane Tarihi 2. Kitap
Şaban Öztürk
Yar Yayınları / İnceleme – Araştırma Dizisi
Kapak Tasarımı : Mahir Ulaş Yeşil
İstanbul, 2010, 1. Basım
462 s.

Türkiye Solunun Hapishane Tarihi 1. Kitap
Şaban Öztürk
Yar Yayınları / İnceleme – Araştırma Dizisi
İstanbul 2004
324 sayfa

5 yorum

  1. 27 Mayıs 1960 müdahalesini ötekilerle aynı adla “darbe” diye ifade etmenin doğru bir tutum olduğunu düşünmüyorum.
    Genel olarak, 27 Mayıs Devrimi denmesinin bir dolu haklı nedeni vardır. Örneğin; ileri bir anayasanın yazılması, ona bağlı olarak, işçi haklarının gündeme gelmesi ve sosyalist partilerin kurulması vb. sayılabilir.

  2. Değerli Celal İlhan dosta katılıyorum: 27 Mayıs 1960?şa darbe demek, 27 Mayıs?ı 12 Eylül ya da diğer darbeler ile bir tutmak doğru değildir. 27 Mayıs salt bir ordu eylemi olarak gelişmedi. Bu, bir.

    İkincisi, 27 Mayıs, hükümet edenlere karşı oluşan demokratik devrimin bir aşamasıydı.

    Üç, 27 Mayıs, Kurmay Başkanı?nı yargıladı ve mahkûm etti. Oysa ki, 12 Eylül 1980, Genel Kurmay Başkanı tarafından yapıldı.

    Dört: 27 Mayıs 1960?ta siyasi tutuklular serbest bırakıldı. 12 Eylül, hemen hemen herkesi ya da aileden birini, solcu diye tutukladı. Zindanlara attı.

    Beş: Türkiye?de yapılan darbeleri 27 Mayıs?la benzetmek ya da aynı sepete koymak doğru değildir.

    Parentez açıyorum.: Celal İlhan dost bana Murat Belge?yi hatırlattı. Yıllar öncesinde, Yalçın Küçük?le, Toplumsal Kurtuluş dergisini çıkardığımızda, Murat Belge ile de uğraştık. Murat Belge, 27 Mayıs ile 12 Eylül?ü aynı sepete koymak için yazılar yazıyordu! Tutmadı.

    Bitiriyorum, Celal İlhan?a katılıyorum: 27 Mayıs, demokratik bir devrimdi. Devrimdir.

    Hızlı olarak bunları yazıyorum.

  3. 27 Mayıs darbesi – VAHAP BİÇİCİ

    II. Dünya Savaşı’ndan sonra oluşan iki kutuplu dünya düzeninde Türk devleti, emperyalizmin Ortadoğu’ya açılan kapısı; Sovyetler Birliği’ne karşı ileri karakolu olarak konumlanır. Türk ordusu emperyalizmin savaştan arta kalan askeri malzemelerle donatılırken, 1947-’48 yıllarında, Marshall Planı dahilinde 100 milyon dolarla başlayan kredi akışı ile Türkiye’nin emperyalist-kapitalist sisteme entegrasyon süreci ivme kazanır. Türkiye sanayisi, savaşta yıkıma uğrayan Avrupa sanayinin yeniden inşası yönünde, hammadde temini temelinde şekillendirilerek tarım ve madencilik alanlarında yoğunlaştırılır.

    Çok partili döneme geçişin ardından 1950 Mayıs’ında yapılan genel seçimlerde Demokrat Parti (DP) büyük bir üstünlük elde ederek birinci parti olarak çıkar. DP’nin kitlelerin yığınsal desteğini arkalayabilmesi için CHP’li tek partili dönemin antidemokratik, baskıcı yönetiminin teşhiri ile ezilen yoksul halkın ekonomik ve demokratik taleplerine, umut dağıtan popülist söylemlerle karşılık vermesi yeterli olmuştur.

    Ancak DP, büyük çoğunluğun oylarıyla hükümete gelmiş olsa da kendisini güvende hissetmez. Darbe korkusu nedeniyle ilk bir kaç ayda, 15 general ve 150 Albay’ı emekliye sevk eder. Yine devlet kurumlarında 25 yıl görev yapmış olanların emekli edilmeleriyle ilgili bir yasa çıkarılarak başta yargı erki olmak üzere, devlet bürokrasisi içerisindeki ?eski? kadrolar önemli oranda tasfiye edilerek CHP’nin buralardaki ağırlığı geriletilmeye çalışılır.

    Diğer yandan DP Hükümeti, seçim öncesi vaat ettiği -grev hakkının tanınması gibi- demokratik hakları yerine getirmemişti. Ancak emperyalist devletlerden sağlanan muazzam miktarlardaki kredi yardımları sayesinde ekonomik alanda -özellikle de nüfusun %80’ine tekabül eden kırsal kesimleri kapsayan-yaşanan canlanma bir dönem bu sorunun gündeme gelmesini engelledi. Bu durum ekonominin 1954’te durgunluğa girmesiyle sona erdi. Ezilen yoksul halk kitleleri ekonomik taleplerinin yanı sıra politik taleplerini de yeniden gündemleştirmeye başladılar. 1958’de Avrupa sanayisinin restorasyon sürecinin tamamlanmasıyla kredilerin kesintiye uğraması, tarımsal üretimi sekteye uğratan ve yıllardır devam eden kuraklık koşullarıyla çakışınca, DP için işler içinden çıkılmaz bir hal aldı. Tekel maddelerine, ulaşıma, kağıda, demire, temel tüketim mallarına yapılan zamlar birbirini izledi. Yükselen toplumsal huzursuzluğu esneyerek elimine etme olanağı kalmayan DP Hükümeti, ?çareyi? saldırıya geçerek despotik yöntemlere başvurmakta buldu. Yönetimde olduğu dönem boyunca uyguladığı ama özellikle de son yıllarında yoğunlaşan; basın yasakları, muhalefet partilerinin kurumların basılması, gazetecilerin, TKP üyelerinin, Kürt öğrenci ve aydınlarının tutuklanması, derneklerin basılması, kapatılması vb. DP cenderesinin bazı başlıklarıydı.

    Ancak öğrenci hareketinin başını çektiği toplumsal huzursuzluk değildir darbeye neden olan. Ordu bu kesimlerin taleplerini yerine getirebilmek için darbe yapmamıştır. Aksine toplumsal huzursuzluğu oluşturan kesimler muhalefetteki CHP’nin, dolayısıyla da ordunun yedeğine düşerek nesnel olarak darbecilerin payandası olmuşlardır.

    Tek partili dönem boyunca devletin başında yer alan Mustafa Kemal ve ?Milli Şef? olarak anılan İsmet İnönü, ordunun bağrından çıkıp gelmiş, dahası orduya kumanda etmiş şahsiyetlerdir. Bundandır ki, devletle ilişkileri her dönem iyi olan ordu; itibar sahibi, ayrıcalıklı, ekonomik olarak sıkıntı duymayan bir kurumdur.

    DP’nin daha hükümete gelişinin ilk aylarında darbe hezeyanı ile ordu bünyesinde yapmış olduğu temizlik, ordunun itibarını oldukça sarsmıştır. Darbe heyulası, DP Hükümetinin yakasını 10 yıllık yönetimi boyunca bir an olsun bırakmadı. Bu yüzden general ve subaylar birçok defa görevden alındılar. DP’nin hükümetteki yerini tahkim etmeye dönük bu hamleleri, ordunun iyiden iyiye gözden düşmesine neden oldu. Öyle ki, hükümet mensupları gittikleri yerlerde askere selam dahi vermez olmuşlardı. Keza bürokrasi içinde de benzer görevden almalar, emekliye sevk etmeler, atamalar söz konusudur. Orduya mensup subayların itibar kaybına, ekonomik olarak sıkıntıya düşmeleri de eşlik etti. Subaylık, artık sıradan bir meslek haline gelmiş, kimileri ek iş yapmaya bile başlamışlardı.

    Buradan da anlaşılacağı üzere, ?orduyu darbeye sevk eden? nedenler arasında toplumun çeşitli kesimlerinin yaşamış olduğu hoşnutsuzluk değil, kendi ekonomik, itibar ve konum kayıpları nedeniyle DP ile yaşamış olduğu çelişkiden söz etmek gerekir.

    Darbenin motivasyon kaynakları bakımından bu türden çelişkilerin rolü olsa da, bunlar darbenin iktisadi ve sınıfsal dayanaklarını tamamlayıcı niteliktedir. İktisadi bakımdan ise darbe, gelişen burjuva sınıfların çıkarlarını güvenceleyecek tarzda rejimi yapılandırma yönelimini yansıtmaktadır. ’50’li yıllar montaj sanayi biçiminde de olsa, sanayi burjuvazisinin geliştiği yıllardır. Burjuva egemen sınıflar içerisinde büyük toprak sahiplerinin ve acentacı ticaret burjuvazisinin iktisadi ve siyasi etkinliği gerilerken, kent merkezli sanayi burjuvazisi ise gelişmektedir. Gelişen yeni burjuva kesimler, bu gelişimle uyumlu, bu gelişimin önünü açacak iktisadi ve siyasi düzen arayışındadırlar. Bu yönelim diğer çelişkilerle ve ittihatçılardan devralınan demokratik olmayan gelenekle birleşerek 27 mayıs darbesinde anlamını bulmuştur.

    12 Mart, 12 Eylül darbelerinde olduğu gibi, 27 Mayıs darbesinde de ABD emperyalizminin izleri vardır. Türk devletinin bir parçası olarak ordu da emperyalizme bağımlılık ilişkileri içerisindedir. Emperyalizmin artığı askeri malzemeleri kullanmaktadır. ?Komünizme karşı savaş? adı altında Kore işgalinde cephenin en ön saflarına sürülür. ?Mükafat? olarak NATO’ya kabul edilir. (Ne de olsa maliyeti ucuzdur!) ABD’nin geliştirdiği konsepte uygun olarak ordu bünyesinde kontrgerilla örgütlenmesine gidilir. Bu birimlerde görev alan subaylar eğitimlerini bizzat ABD’de alırlar. Nitekim, 27 Mayıs cuntasının sözcüsü faşist Alpaslan Türkeş, bunun en tipik örneğidir. Darbenin hemen ardından yapılan ilk işlerden biri, NATO’ya olan bağlılığın ifade edilmesidir.

    ABD’nin yeni sömürge bağımlı ülkeleri eskisi gibi hükümetler aracılığıyla değil, parlamento üstü konumlandırılmış devlet eli ile yönetmek istemektedir. Darbe, ABD’nin bu yeni dönem politikasıyla son derece uyumludur. Aynı süreçte benzer şekilde, Latin Amerika ve Doğu Asya ülkelerinde vuku bulan ABD menşeli darbeler, bu politikanın evrenselliğini yansıtır.

    1954 yılında Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın 52 günlük ABD gezisi sırasında, ABD Başkanı Eisenhower, Türkiye’yi ?ABD’nin en büyük dostu? ilan ederek DP Hükümetinden duyduğu memnuniyeti dile getiriyorken, ’60 darbesinden haberdar olunduğu halde, durumun DP Hükümetine aktarılmamış olması, darbecilere sunulan desteğin açık göstergesidir. Yoksa bu ?en büyük dostluğun? -efendi, köle ilişkisine dayanan bir dostluk!- mimarı bir hükümetin ?harcanmasına? ne diye sessiz kalınsın?

    Darbenin ardından cuntanın içerisinde iki eğilim baş gösterdi. Faşist Türkeş’in de aralarında bulunduğu ?14’ler? diye bilinen grup, ordunun iktidardaki konumunu tesis edinceye değin yönetimde kalmaları gerektiğini savunurken, sonradan cumhurbaşkanı olacak olan Cemal Gürsel’in de yer aldığı çoğunluğu oluşturan grup, en kısa sürede bir genel seçim yapılarak yönetimin parlamentoya devrinden yanadır. Nitekim ?14’ler? tasfiye edilecek ve ?çoğunluğun? dediği olacaktır. Cuntacıların ?bir an evvel? seçim yapılması yönündeki ?istekleri? demokrasi aşıklıklarından kaynaklanmamaktadır kuşkusuz. DP kapatılmıştır ve en güçlü alternatif olarak CHP görülmektedir. CHP ve ordu aynı ideolojik formasyonun ürünüdürler. CHP’nin başında ?milli şef? İnönü vardır ve 27 Mayıs’tan bir kaç hafta evvel, meydanlarda açık açık darbe tehditleri savurmaktadır. Seçim ?isteği?, CHP’nin kazanacağına olan inançtan kaynaklanmaktadır.

    27 MAYIS’IN MEYVESİ ’61 ANAYASASI

    ’61 Anayasası, ordu ve CHP kadroları da dahil olmak üzere, ağırlığını Kemalistlerin oluşturduğu ?Kurucu Meclis? tarafından hazırlandı. CHP’nin 1958’de oluşturduğu ?İlk Hedefler Beyannamesi? adlı programı belli ölçülerde anayasaya yansıtıldı. Ordu, bu anayasa ile parlamento üstü bir iktidar organı olarak devlet yönetimindeki yerini tahkim etti. Bunu da MGK’yı, Anayasa ve Danıştay Mahkemelerini kurarak yaptı. Bu kurumlar aracılığıyla, parlamentonun faaliyetlerini denetimi altına aldı. Oluşturduğu askeri mahkemeler ile kendi hukukunu işletti. Türkiye’nin sayılı sermaye grupları arasında yer alan Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK), ’61 Anayasası’na konulan 204. madde gereğince kuruldu. Darbelere yasal dayanak sağlandı.

    Örgütlenme ve propaganda özgürlüğüne yasak getiren 141 ve 142. maddeler kaldırılmadı. İlerici üniversite hocaları görevden alındı. Ordu bünyesinde kontrgerilla örgütlenmeleri oluşturuldu.

    Öte yandan ezilenlerin dayatmaları neticesinde kimi demokratik haklara da anayasada yer verilmek zorunda kalındı. Bunlardan biri de işçi sınıfına tanınan ancak uygulanması hukuku belirsiz bir tarihe ertelenen anayasal grev hakkıydı. Böylece hem anayasanın ?meşruluğu? sağlanmış, hem de gözler kendilerine tanıdıkları ayrıcalıklardan uzak tutulacaktı.

    İlericilik atfedilen ’61 Anayasası, Cumhuriyet tarihi boyunca var olagelmiş ve gelinen aşamada rejimin temellerini kökünden sarsan bir pozisyonda olan; Alevilerin, Kürt ulusu ve diğer ulusal toplulukların sorunlarını da yok saymıştır.

    Darbenin hemen ardından siyasi tutuklular için hapishane kapıları açılırken, ?Kürtçülük? yaptıkları iddiasıyla tutuklu bulunan 49 Kürt öğrenci ve aydını serbest bırakılmamış üstüne bir de ayaklanma başlatacakları gerekçesiyle Kürt ileri gelenlerinden 55’i daha tutuklanarak sürgüne gönderilmiştir. Ayrıca Kürtleri asimile etmek amacıyla çeşitli raporlar hazırlanarak, uygulanması sonraki hükümet dönemlerine bırakılmıştır.

    Eğer o dönem, Aleviler, Kürtler ve diğer uluslara mensup halklar, anayasal hakları için seslerini yükseltmemişlerse, bunun önde gelen nedenlerinden biri de, darbeyi yapan ordu tarafından uğradıkları katliamların yarattığı ağır travma ve acıların hala tazeliğini koruyor olmasıdır. 1938’de Dersim’de on binlerce Kürt Alevi’sini yine çeşitli tarihlerde Kürt ulusuna mensup on binleri katleden de aynı ordudur. Rum halkına karşı tezgahlanan 1955, 6-7 Eylül olayları ?mükemmel bir özel Harp Dairesi işidir?.

    27 Mayıs 1960 askeri darbesi, devirdiği Demokrat Parti Hükümeti’nin o zamana kadar ki icraatları ve ’61 Anayasası’ndan hareketle ?ilericilik? sıfatıyla nitelendirilir. Oysa dönemin öncesi ve sonrasıyla bütünlüklü bir fotoğrafı çekildiği taktirde bu yanılsamanın altında; Kemalizmin, dönemin ilerici-solcu kesimler üzerindeki ideolojik etkisi ile toplumsal muhalefetin zorlamasıyla atılmak zorunda kalınan kimi görece demokratik adımlardan hareketle, nicelik değişimlerin niteliksel özün önüne geçirilerek yapılan değerlendirmelerin yattığı görülüyor.

  4. Sayın Biçici’nin savları yabana atılır cinsten savlar değildir kuşkusuz.
    Ya sivil darbelere ne diyeceğiz?
    AKP gericiliğinin cumhuriyete, laikliğe, hukuk sistemine, inanç özgürlüğüne, işçi haklarına karşı tutumu darbe değilse nedir?
    Şimdi, bir bunların yapmaya çalıştığı anayasaya bir de 1960 müdahalesinin yaptığı anayasaya -elimizi vicdanımıza koyarak- bakalım.
    Meşruluğunu çoktan yitirmiş, varlık nedeni olan cumhuriyeti yıkmayı kafasına koymuş bir iktidara, demokrasinin gereğidir diye daha ne kadar boyun eğebiliz ki?
    Halkımızı daldığı derin uykudan uyandırarak mı önleyeceğiz bu gidişi?
    İyi ama halkımız; iktidarın TV’leri, gazeteleri ve öteki araçlarıyla heyula bir gerici yönlendirme altında, ne yapacağını ne yapması gerektiğini bilmekten giderek uzaklaştırılmıyor mu?
    Yoksa ABD’in gelip bizi (Irak’da, Afganistan’da, Libya’da olduğu gibi) yeniden demokrasiye kavuşturması için dua mı edeceğiz?
    Buradan, askeri müdahele olmazsa hiç birşey olmaz anlamını çıkarmamak gerekir. Hayır onu demek istemiyorum.
    Demem o ki benzeri iktidarları başımızdan def etmek için, günü gelince tüm toplum katmanlarının bilincini harekete geçirmek, güçbirliğini sağlamak kaçınılmaz olmaktadır.
    27 Mayıs böyle bir zorunluluktan doğmuş, halkın isyanına önayak olmuştur. Bu yönüyle de devrim niteliğinde bir müdahaledir.

  5. 27 Mayıs’ı diğerlerinden ayıran en önemli özellik Amerikan yanlısı değil Amerika’ya rağmen yapılmasıdır ama, demokratım, ilericiyim, devrimciyim diyen hiç kimsenin militarist bir hareketi savunmaması gerekir. Ülkeyi NATO ya sokanları, Marshall yardımlarından medet umanları sen alaşağı edemezsen birileri çıkıp eder.
    Bir de eski CHP lilerin bazıları 27 Mayıs’ın yapılacak ilk seçim sonrası oluşacak CHP iktidarının önünü kesmek için yapıldığını söylerler.Ne dersiniz?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir