Türkiye’de erkeklik ve iktidar – Cenk Özbay

Michael Kimmel, Erkekleri Yanlış Çerçevelemek (1) başlıklı kitabında, “Biz, Amerika’da erkeklik hakkında nasıl konuşacağımızı bilmiyoruz,” der. Türkiye’de bizim de halimizin pek farklı olmadığını, yıllardır akademi içinde ve dışında erkeklik(ler) meselesini tartışagelmiş bağlamlardan, örneğin ABD’den, pek de daha iyi durumda olmadığımızı söylemek mümkün.

Her ne kadar konuşmak, nasıl konuşacağımızı bilmek veya tartışmak, illa ki erkeklikle ilgili olduğunu düşündüğümüz sorunların çözümü demek değilse de, bir konunun (burada erkekliğin) ne olduğunu ve ne olmadığını anlayabilmek adına, “düşünülebilirdik” ve “hakkında konuşulabilirlik” alanına geçmesinin, kamusal tartışmalara açılmasının çok önemli olduğu da inkar edilemez. Bu noktada, sırtını iktidar formlarına dayadığı için, ya da toplumsal iktidar biçimleri onun arkasında iş gördüğü için görünmez olan, üzerinde düşünülmesi pek de mümkün ve gerekli görünmeyen erkekliğin, o korunaklı mevkiinden feminist ve pro-feminist taktikler ile çıkarılması, ortaya serilmesi, sorgulanabilmesi yönündeki tüm çabalar oldukça anlamlı ve değerli. Evrensel Kültür’ün bu sayısındaki “Erkeklik Halleri-İdeolojisi” özel dosyasının da bu kapsamda okunması gereken önemli bir müdahale olduğunu düşünüyorum.

Türkiye’de erkeklikten ve onunla örtüşen iktidar formlarından bahsetmek demek, en azından üç farklı açıdan da söz etmek demek: Birincisi, erkekliğin ne olduğundan, nasıl konumlandığından ve işlediğinden, bu yapının mevcut toplumsal iktidar mekanizmaları ile hangi eksenlerde kesiştiğinden ve onları nasıl tahkim ettiğinden, onlara nasıl işlerlik ve meşruiyet kazandırdığından konuşmak. Burada aslında erkek öznelerden değil, (eril ya da dişi) tüm bedenlere sirayet eden erkeklik anlayışlarından ve metaforlarından, onları yönlendiren (ve haliyle) soyut bir erkeklik tahayyülünden söz ediyoruz. Örneğin, “namus” kavramı erkeklerle kadınlar arasında, ya da aileler ve sülaleler arasında bir bağ kuruyor, ilişkileri yönetecek bir kod sağlıyor, bir toplumsallık biçimi oluşturuyor. Mutlaka “uzaklarda” ya da “bizden olmayanlarda” değil, kentlerde, orta sınıf eğitimli gruplarda da, farklı şekillerde tezahür etse de, bir nevi “namus” kodu, kadınların kadınlık ve erkeklerin de erkeklik etme biçimlerine, birbirleriyle ilintilenme şekillerine sızabiliyor. Ya da örneğin, babalık ve işsizlik, yan yana geldiklerinde sahip olduklarından farklı, yeni anlamlar üretebiliyor ve erkekliğin ne olduğu, nasıl olduğu, hangi koşullarda başarısızlığa uğrayacağı üzerine iyi kötü çoğunluğa malum olan sinyaller yolluyorlar.

Türkiye’de erkekliğin ne olduğunu düşünmemize ve bunun hakkında konuşmamıza imkan tanıyan, ancak hepsi de Türkiye’ye özgü sayılamayacak bu kavramlarla yakın ilişkili olan ikinci açı ise, toplumsal kurumların erkek(lik) halleri. Kurumlar, kendi içlerinde birer ideal erkek ve ideal kadın tipi ortaya çıkarıyor ve sınırları dahilindeki herkesi de bu ideallere benzemeye davet ediyor; başarılı olanları mükâfatlandırırken, bunu beceremeyenlere çeşitli bedeller ödetiyorlar. Türkiye tarihinde bir anın baskın kurumu Silahlı Kuvvetler’in tanımladığı bir “iyi, güzel, doğru” erkeklik ve ona paralel “olması beklenen” bir kadınlık varken, bugün toplumsal iktidara sahip gözüken AKP’nin de benzer rolleri, modelleri mevcut. Kah taklit etme ve imrenme mekanizmalarıyla kah sözlü ve yazılı uyarılarla, erkekler ve kadınlar, o kurum içinde nasıl erkekler ve kadınlar olmaları gerektiğini keşfediyor, her hareketleri ile yeniden çizilen sınırlara riayet ediyor ya da o kurum içinde dezavantajli bir konuma düşüyorlar. Bir eğitim kurumu, futbol sektörü, ya da daha dolaylı, örneğin kanaat önderliği gibi kurumlar için bile benzer formülasyonlar gözlemlemek mümkün. Bu noktada devleti ve onun kapasitelerini ve vatandaşlarla ilişkilerini düzenleyen kanunların da kurumlar olarak ele alınabileceğini, destekledikleri erkeklik ve kadınlık imgelerine yakından bakılabileceğini, bugün Türkiye’de egemen olan “cinsiyet ideolojisinin” izlerini (hepsini olmasa da) bu metin ve ilişkiselliklerde sürebileceğimizi de zaten biliyoruz.

Bizlere erkekliği konuşma imkânı veren bir üçüncü yaklaşım da belirli gruplardaki belirli erkeklerin, erkeklik bedenselleştirmelerine ve erkeklik deneyimlerine odaklanmak; diğer bir deyişle “erkeklik etnografileri” oluşturarak, erkek öznelliğinin gündelik hayatta, kültürel ürünlerde ve dilde, kurumların fiziksel ve sembolik mekânlarının içine girip çıkan bedenler arasında nasıl hayat bulduğunu anlamak. Ki, bugün Erkeklik Çalışmaları diye tabir edilen alanda da hakim yaklaşım bu (Kimmel, Hearn ve Connell 2004)(2). Bu dosyadaki yazılarda da bu üç yaklaşımdan izler görmek ve bütününde Türkiye’de erkekliğin iktidarla hangi biçimlerde sırt sırta verdiğini kavramak mümkün.

Bir diğer açıdan, erkekliğin (tıpkı kadınlık gibi) “sabitlemek” ya da “özetlemek” için çok büyük bir mefhum olduğunu gözden kaçırmamak gerekiyor.(3) Kaçınılmaz olarak, sürekli ancak farklı hızlarla ve şekillerde değişen bir yapıdan söz ediyoruz. Raewyn Connell’ın (1995) (4) klasikleşmiş yaklaşımına göre, belli bir anda belli bir toplumda hegemonikleşen, bu hegemoni ile işbirliği yapan, ona direnen ya da bu formattan dışlanan erkeklik biçimleri, cinsiyete dair ya da cinsiyet sistemi ile alakasız türlü çeşitli etkenlerle evriliyorlar. Cinsiyet kimliği anlamındaki bu hareketlilik, toplumun farklı kesimlerinde, sınıfsal gruplarda, siyasi görüşlerde, etnik ve kültürel yapılarda ve cinsel kimlikler yelpazesinde farklı biçimlerde tecrübe ediliyor. Dolayısıyla, ne küresel ekonominin kaçınılmaz etkisi, ne neoliberalizmin boğucu zaferi, ne AKP’nin İslamcı-muhafazakar devletleşmesi, ne de ardı arkası kesilmeyen “münferit” ancak temsil değeri yüksek eylemler ve beyanlar (örneğin, kadının diz kapağının görünmesi günahtır fetvaları ya da kürtaj vatan hainliğidir sayıklamaları) bize Türkiye’de erkekliğin toplumsal iktidar biçimleriyle doğrudan bir ilişkisini, ve bu manada doğrudan değişimini, açıklama olanağı sunmuyor. Onun yerine, bu dosyanın da yaptığı gibi, değişen toplumsallık biçimlerinin değişen cinsiyet kalıplarıyla nasıl eklemlendiğine, birbirinden bağımsız ama ilişkili fragmanlar olarak bakmak ve Türkiye’de erkekliğin bol parçalı bir haritasını çizmeye çalışmak çok daha tutarlı ve anlamlı olabilir.

Erkeklik, İstanbul’da, Bağdat Caddesi’nde oturan “açık fikirli” bir avukatın hamile kalan eşi hakkında konuşulurken, “erkek oğlum olacak benim, onunla futbol maçı yapacağım” diye “şaka” yapması ve sorunsuzca gülmesinde; Antalya’da yeni bir mayo almak isteyen liseli bir gencin yeni modelleri fazla kısa bulup, “sonuçta erkek adamız, ne derler” diye huzursuz olmasında; Kayseri’de milletvekili aday adayı olmak isteyen bir yerel iş adamının fotoğraf çekilmesi için kendisine önerilen kravatlardan birini “fazla cafcaflı” bularak, “bu yaştan sonra yakışmaz” demesinde; orta yaşa merdiven dayamış ünlü bir anarşistin bedelli askerliği hallettikten sonra Twitter’da “paramı ödedim tezkeremi aldım, dışarda olduğu gibi kışlada da kimseye selam çakacak değilim” demesinde; Ankara’da bir ortaokul öğrencisinin sınıftaki kız arkadaşları ile beraber Murat Boz konserine gitmek istediğinde diğer erkek arkadaşlarından duyduğu “sen top musun?” ikazında, sincice ya da alenen, olumlanarak ya da imtina edilerek, içine girilerek ya da istemsizce dışında kalarak yeniden üretiliyor. Her düşünce, her his, her konuşma, her hareket, erkekler ve kadınlarla olan tüm ilişkiler yeni erkeklik sınırları çiziyor, yeni olasılıklar ve yeni anlaşmazlıklar yaratıyor. Esas ilginç olan ise, tıpkı bu sayıda olduğu gibi, sürekli daha çok insan erkeklik hakkında konuşuyor, düşünüyor, iktidar biçimleriyle olan yakınlığına kuşkuyla yaklaşıyor ve hatta erkekliği değiştirmeye, dönüştürmeye çalışıyor. Toplum ve Bilim’in 2004 yılında çıkan Erkeklik Özel Sayısı’ndan bugüne Türkiye’de pek çok araştırma, kitap, makale ve sunum, erkekliğe eleştirel yaklaşmayı, onu sorgulamayı, etrafındaki mitlerden ayırmayı, erkekliği dokunulabilir kılmayı ve hatta kırılganlaştırmayı denedi.

AKP ve devlet, kimi zaman kendi içinde ciddi çelişkiler barındırsa da, erkek egemen ve ona bağlı bir kadından mürekkep “sabit” bir aile rejimini konsolide etme gayretinde. Açıklanan evlilik paketleri, pronatalist çağrılar, gülistandan boş çıkmama uyarıları, stüdyo ev inşaatını engelleme hevesleri hep aile reisini hortlatmaya çalışan bir evliliği geri çağırıyor. Oysa, “o erkek” artık evde yok. Aile Bakanlığı desteğiyle yapılan demografik araştırmalar Türkiye’de yalnız yaşamanın arttığını belgelerken, TUIK her yıl nüfus artış hızının düştüğünü gösteriyor. Neoliberal emek piyasası, “eve ekmek getirecek” kadar çok para kazanan, güvenceli işlerde çalışan erkeklerin değil, kadın-erkek herkesin yarı-zamanlı, esnek, sendikasız demeden bulduğu her işte, durmaksızın çalıştığı bir atmosferi çoğunluk için zorunlu kılıyor.(5) Tüm siyasi fanteziler ve arkaik erkeklik-kadınlık-aile ihtirasları, toplumsal değişme ile iç içe geçen cinsiyet kimliklerindeki dönüşümü yavaşlatma kabiliyetinden yoksunlar. Kısa vadeli modalar ve tereddütler, “yeni erkeklik” ve ondan daha uzun suredir tartışılan “yeni kadınlık” biçimlerinin, aynı minvalde “yeni” aile (6) hallerinin habercisi olarak bile okunabilirler.

Ben tüm bu söylemsel (nadiren de eylemsel) aktivite içinde, Türkiye’de 2010’larda hegemonik konumlarda olan muhtelif erkeklik biçimlerine (devlet ve AKP, İslami muhafazakârlık, neoliberalizm) muhalif, direnen ve bu yapılara karşıt konumlanan çevreci-ekolojist ve LGBT hareketlerin bünyelerinde barındırdıkları erkeklik formlarının ve bunların kamusallaşmalarının önemli olduğunu düşünüyorum. Taksim Gezi Parkı eylemleri, bu açıdan (da) çok manidardı. Şiddete, kaba güce, baskıya, “göze göz dişe diş” esaslı fikirlere, rekabete, otoriteye tapınmaya, kıyıcılığa, hayatı “satın alınabilir” görme eğilimindeki bir “işletmeci” mantığa, cinsiyet ayrımcılığına, türcülüğe, heteroseksizme ve homofobiye dayalı bir erkekliği reddeden, dayatılmış bir aile muhafazakârlığının dışında da özne olabileceğini fark eden, “erkek” olduğu için “doğal” ve “değişmez” bazı ayrıcalıkları olduğuna inanmayan, içinde yaşadığı çevreye ve diğer canlılara saygılı, kendisini eşitsizlik karşısında konumlandıran ve ne yaptığını sorgulamaya, bir daha düşünmeye teşne yeni bir erkeklik fikri için, en somut ve en umut dolu ihtimali bu gruplar sunuyor ve bizlere de Feminizm’in ve Cinsiyet Çalışmaları’nın en önemli gayesinin toplumsal dönüşüm olduğunu bir kere hatırlatıyorlar. Ne de olsa, değişmeyen yaşamıyordur da…

1 Kimmel, Michael (2010) Misframing Men: The Politics of Contemporary Masculinities, New Jersey: Rutgers University Press.

2 Kimmel, Michael, Jeff Hearn ve Raewyn Connell (2004) “Introduction”, Handbook of Studies on Men and Masculinities, Londra: Sage.

3 Özbay, Cenk (2013) “Türkiye’de Hegemonik Erkekliği Aramak”, Doğu Batı 63: 185- 204.

4 Connell, Raewyn (1995) Masculinities, Los Angeles: University of California Press.

5 McDowell, Linda (2004) Redundant Masculinities, Oxford: Blackwell.

6 Dufner, Ulrike (ed) (2014) Başka Bir Aile Anlayışı Mümkün Mü? İstanbul: Heinrich Böll.

Kaynak: 02 MART 2015, http://www.evrenselkultur.com/

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir