Utanç üzerine* – Hatice Balcı

‘’Kişilik bozulmalarının ve sapmalarının içinde tek bir tanesi yoktur ki başlangıcında bir aşağılanış bulunmasın.’’ Andre Gide

‘’Durgun sulardan zehir bekle ancak’’ Blake

Son iki gündür ‘’Utanç’’ın içinden geçerek Coetzee’yi düşünüyorum. Bizi içine aldığı labirentini, ıssız patika yollarını, David’in nota kağıtlarını… Byron’un İtalya günlerine ilişkin opera yazmak istiyor David ve ironik bir biçimde, Byron’un değişken ruha sahip ve aynı zamanda seyahatlerle geçen ömrünün aksine durağan, usul usul akan bir hızı var David’in yaşamının. Üstelik üniversitede kendi uzmanlık alanı dışında hem romantik edebiyat alanında dersler veren hem de müzikle – opera besteleyebilecek kadar algı zenginliğine sahip- yakından ilgili biri David.

Böyle bir insan nasıl olur da, incelmiş ruhunu, çok çeşitli uğraşlarının heyecanıyla besleyip hoş tutamaz? Yaşamının heyecan verici deneyimlerini, nasıl olur da, sadece ve sadece, genç kadınlarla sevişmekten ibaret kalan bir hazza indirgeyebilir?

Romanın sayfaları ilerledikçe David’i bir rapor sunumu üslubuyla tanımaya başlıyoruz: Üniversitede yıllardır derslere girdiğini, fakat mesleğine inancını kaybettiğini, dolayısıyla öğrencileri tarafından da pek saygı görmediğini anlıyoruz. Koca bir hafta, Soraya ile seviştiği saatler dışında, hiçbir canlılık içermiyor onun için. Size de tuhaf gelmiyor mu? David, çevremizle bağlantı kurmamızı sağlayan duyularımızın bize ulaştırdığı sinyalleri almıyor gibi. Kitabın bir yerinde kendini incelerken ‘’kötü bir adam değil; ama iyi de değil. Soğuk değil ama sıcak da değil, en sıcakken bile sıcak değil’’ diyor. O halde ne sıcak ne de soğuk değilse, aydınlık da değil karanlık da; serinliğin alaca loşluğu, tam bir tekinsizliğin mayasıyla yoğruluyor David. Eski cazibesini kaybettikçe genç kızları satın alarak, onların bedenini kendi deyişiyle tecavüzün sınırında istila ederek; hesaplı kurnazlıklarıyla tedirgin ederek( Melanie’ye şarap-müzik sunarak, Soraya’nın evini arayarak mesela). Marquez’in ‘’Kolera Günlerinde Aşk’’kitabında, Fiorentina, gönlünün perisine koşarken sevgilisinin gencecik bedeninden hemencecik vazgeçebiliyordu. David’in bunalımı ise Soraya’nın ondan uzaklaşmasıyla doruğa ulaşıyor. Melanie’ye yönelişinde de haftalık zevk saatlerinden yoksun kalmanın verdiği acıyı telafi etme çabası var. Bir bakıma Soraya tarafından bir kenara itilmeyi kabullenemediğini anlıyoruz.

Coetzee’den Dostoyevski’ye, Dostoyevski’den Zeki Demirkubuz’a; onun Dostoyevski’ye olan sevgisine gidiyorum: Demirkubuz gazete röportajlarından birinde, eğer yönetmenlik yapmasaydı, büyük olasılıkla bir sokak çetesine üye olmaktan kurtulamayacağını itiraf ediyordu bizlere. O anda David ve Lucy’ye dönüyorum ve onlara, cevabını bir türlü bulamadığım bilmecelerin ahiretlik sorularına bakar gibi bakıyorum. Ve acaba diyorum, David ‘’profesör’’lüğe hiç adım atmasaydı, başından beri olageleceği şey neydi? Köpeklere kendi serinliğinin kokularını yollayarak, onların sakin ruhlarını serbest bırakmalarına yardım edip, sessizlik içinde fırına göndermek mi mesela?

Dün gece rüya ile karışık uykumda Dostoyevski’nin bilgece satırları Güney Afrika’da yolculuğa çıkmışlardı: ‘’Hiçbir insan diye yazıyor Ölü Bir Evden Anılar’da, hiçbir insan belli bir amacı olmadan ve bu amaç uğrunda çalışmadan yaşayamaz. Bir kere amaç ve umut yok oldu mu, bunalım bir canavar yapar insanı çoğunlukla. ‘’ Ve, ‘’ İnsan ömrünü hiçbir amaç uğruna boşa harcamamalıdır… Bu duruma göre Dostoyevski açısından, hepimizin yüce, gizli, hatta kimi zaman bizim için bile gizli, ve kuşkusuz, içimizden birçoğunun yaşamına verdiği yüzeysel amaçtan çok ayrı bir yaşama nedenimiz var.’’

Coetzee yakalanamıyor, çünkü yapıtı baştan sona sorularla yüklü. Ve bütün bu sorular da insanlık halleriyle çok yakından ilgili…

Hatice Balcı

* Yazıda tırnak içindeki Dostoyevski alıntıları için bkn. Dostoyevski, Andre Gide, Çev: Bertan Onaran, Payel Yayn.,İkinci Basım, Kasım 1998, syf.50, 51, 123

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir