Uykusuzluk / Kültürel Bir Tarih – Eluned Summers Bremner

Uykusuzluk / Kültürel Bir Tarih, Yeni Zelanda?da, Auckland Üniversitesi?nde İngilizce bölümünde öğretim görevlisi olarak çalışan Eluned Summers-Bremner?in Homeros?un İlyada ve Odysseia?sıyla ve Mezopotamya destanı Gılgamış?la başlayıp, Çin, Hindistan, Japonya ve Avrupa edebiyatlarında uykusuzluğu ve uykusuzları inceleyerek devam ettiği kapsamlı bir araştırma kitabı.
“Parlak ışıkların geceyi gündüze çevirdiği, küreselleşmenin zaman ve mekândaki sınırları kaldırdığı, iletişim araçlarının çeşitliliği ve yaygınlığından dolayı hiç bağlantımızı koparamadığımız dünyada, fazla uyarılan beyinlerimizin kapatma düğmesine basıp biraz uyumak artık hepimize daha zor geliyor. Bir uykusuzlar toplumuna dönüşüyoruz. Aslında bu yaygın uykusuzluk durumu binyıllardır insanlar için bir sorun. Eluned Summers-Bremner?in çalışması da Homeros?un İlyada ve Odysseia?sıyla ve Mezopotamya destanı Gılgamış?la başlıyor, Çin, Hindistan, Japonya ve Avrupa edebiyatlarında uykusuzluğu ve uykusuzları inceleyerek devam ediyor.
Uykusuzluğun kökeni ve insan hayatına etkileri karmaşıktır; dünyadaki farklı kültürler bu sorunu anlamak, tanımlamak ve çözmek için hem sanatı hem bilimi kullanarak pek çok şey denediler. Tıp bilimi uykusuzluğu her zaman daha derin bir psikolojik ya da fiziksel hastalığın belirtisi olarak gördü. Ortaçağ ve Rönesans hekimleri ve düşünürleri bunu karasevdanın, hüznün, hatta deliliğin göstergesi olarak tanımladılar. Günümüz tıbbı ise uykusuzluğu akıl hastalığına ve travma sonrası stres bozukluğuna bağlıyor. Bugün sunulan çözümler sıklıkla reçeteli ilaçları da içeriyor ancak bunlar kısa vadeli çözümler; yazar ilaç endüstrisinin bu konudaki rolünü ve tedavilerin etkinliğini de tartışmaya açıyor.
Uykusuzluk gece yatmadan önce okuduğunuzda uykuya dalmanıza yardımcı olmayabilir ama uykusuzluğu ve bunun şaşırtıcı derecede zengin kültürel arkaplanını anlamak konusunda doğru bir başlangıç noktası olacak.” Tanıtım yazısı

Ömer Erdem’in 17/07/2009 tarihinde Radikal Gazetesi Kitap Eki’nde yayınlanan kitaba dair yazısı
Dünya ölçeğinde, milyonlarca insanın sağlık adına maruz kaldığı bu ruhsal huzursuzluğu kültür tarihi içinden okumak, onu edebi eserlerin aralığından insanlık tarihinin bir süreği olarak görmek şüphesiz özgün bir bakış.
Her ne kadar insanın ebedi bir uykusuzluğu varsa da, onun bu kaderi tek bir çizgi halinde akıp gelmez. En azından bugün çağdaş dünyanın ürettiği yeni uykusuzluk koşullarından söz etmek gerekir ve bu yeni durum bireyin değil yeni zaman algısı yanında üretim-tüketim ilişkilerinin de bir sonucudur. Unutma tutkusuna kapılmış çağdaş insan sürekli çalışma yanında eğlenebilmek için kendisini ayakta tutan zindeliğe de ihtiyaç duyar. Ama, unutmak da önlenilemez bir haldir uyku olarak ve insan onun karşısında çaresiz kalır. Yazarın ?karanlık? kavramından hareketle uyku ve insan üzerinde yoğunlaşması, antik dünyadan, Hindistan?dan yola çıkması giriştiği işin ne kadar çetin olduğunun da göstergesi. Yazara göre, uyku doğal ve insani bir haldir ama insanın tarihi uykusuzluğun da tarihidir. Öte yandan, ?şeytan, kötülüğü amaç edinmiş uykusuz varlığın bir örneğidir; ama kapitalizm hız kazandıkça, tanrısal varlıklar arasında da ahlaki nitelikleri belirsiz uykusuzluklara rastlanacaktır.?
Zaman yeni metadır ve onu bireysel olarak sahiplenme kendi çelişkisiyle hayata dönmektedir. Ki yazarın ?bugün bildiğimiz şekliyle uykusuzluğa antik dünyada rastlamıyoruz. Antik dönemlerde yaşayanlarda, bizdeki gibi zamanı bireysel olarak sahiplenme ve zamana bağımlı olma anlayışı yoktu? yorumu oldukça çarpıcıdır. Eski insanın doğal uykusuzluğu tabiatın bir parçası olduğu halde modern insanın uykusuzluğu tabiat dışına taşmanın bir sonucudur. Gılgamış, örneğinde gördüğümüz uykusuzluk bir tür tanrısallık yakıştırması olduğu kadar ?uykusuzluk ile uykunun ölümlülük ile ölümsüzlük arasındaki fay hattı üzerinde durur.? Uyanık kalma hali İlyada?nın da bir parçasıdır.
?Düşünceleri örmek, uykusuzluk gibidir.? Bremner?in kitabında böylesi şiirsel cümlelere sıkça rastlamak mümkün. Ancak, yazarın dönüp dolaştığı vurgu yaptığı nokta, yeni dünyanın, yeni insanla belirdiği kritik eşiktir. Piyasa ekonomisi, kapitalizm, Avrupanın merkeziliği varsayımı hep tetikleyici unsurlardır ve feodal çağın sonucunda ?yatak odası? kavramının gelişi de rastlantı sayılamaz. Şair bir yandan sevgilisine duyduğu aşkı ölümsüzleştirmek için gece uykusuz kalırken diğer yandan din adamları uykusuz kalarak dua etme çağrısında bulunurlar. Burada bile normal bir şey vardır… Ta ki ?hiç uyumayan şehirlere gelinceye kadar?.
Tarihsel olarak, şehirlerin uykusuzlukla birçok bağlantısı vardır ve gece artık ideolojik bir savaş alanıdır. Kimi batılı yazarlar ?modern gece yaşantısı?nın başlamasına Avrupa barok kültürünün yol açtığını söylerler ve dünün dünyasından ayrı olarak ?geç saatlere kadar uyanık kalma modası sosyal konumla yakından bağlantılıdır?. En azından yeni sınıflar için böyledir. İnsanın insan karşısında sınırların ortadan kalktığı kesitte, herkesin uykusuzluğu tarihin belki de yeni sorusudur, sorunu olduğu kadar. Elimizdeki kitap uyku kaçıracak türden değil, belki de uyku ile uyanıklığı yeniden yaşatacak bir kitap.

Kitaptan Bir Bölüm
1. Antik Dünyada Uykusuzluk
Bugün bildiğimiz şekliyle uykusuzluğa antik dünyada rastlamıyoruz. Antik dönemlerde yaşayanlarda, bizdeki gibi zamanı bireysel olarak sahiplenme ve zamana bağımlı olma anlayışı yoktu. Meta olarak zaman, modern bir buluştur. Buna karşılık, günümüz uykusuzluğunun sergilediği çelişkileri ?zamanımız bizimdir, gene de bizim değildir, çünkü ?vakit nakittir?? antik dünya insanlarının uykusuzluğunda görüyoruz. Antik uykusuzluk, öncelikle uykusuzluk çeken bireylerin mülkiyetindeki bir şey olmamakla birlikte, önemli fiziksel ve toplumsal ayrımların nerede devreye girdiğini gösteriyor bize. Gün ile gece, delilik ile akıl sağlığı, tanrı ile insan, birçok antik dönem toplumunda önemli ayrımlardı; uykusuzluk, modernitede olduğu gibi, ayırıcı çizgilerin nerelerde aşıldığını gösterebilir. Ama bu aşmalar, seyrek olarak uykusuzluk çeken bireyin iradesini ya da esenliğini öne çıkarırlar; daha çok, o kişinin daha büyük yapı içindeki yerini pekiştirir ya da sarsarlar.

Bizim gibi, antik dünya insanlarını da, gürültü, açlık, kaygı, savaş, aşk, şehvet ve ay ışığı uykudan alıkoyuyordu, ama antik dönem metinlerinde tanrılar da uyurlar, uyanırlar ve onları da, onlar insanları nasıl uykudan alıkoyuyorlarsa, öyle uykudan alıkoyan öğeler vardır. İÖ 2. binyılın ilk yarısında ?yazılan? Babil destanı Atrahasis, tanrılar arasındaki bir savaşla başlar; bu savaşta yaşlı tanrılar baş bozguncuyu öldürürler ve onun cesedinden ilk insanları yaratıp, işe koşarlar. Ama insanlar o kadar hızla ürerler ki, gürültüleri, önemli bir tanrı olan Enlil?i uykusundan alıkoyar. Bunu, insanları cezalandırmaya yönelik salgın hastalıklar ve başka eziyetler izler. Benzeri şekilde, yaratılış öyküsü Enuma Eliş?te, genç tanrıların patırtısı, yaşlı tanrıların uykusuz kalıp hınçlanmalarına yol açar, enerji dolu Gılgamış?ın gürültüsü de öyle. Gılgamış destanının en az bir yorumuna göre, Gılgamış?ın karakteristik özelliği uyanıklıktır.

Tanrı ile insan arasındaki bu karmaşık süreklilik şu anlama gelir: Antik dönemlerde, biz modernlerin dış nedenler olarak adlandıracağımız şeyler salt dışsal değildir, çünkü normal bilince hem ölümlülerin duyguları, hem tanrıların iletileri nüfuz etmiştir ve bunların birbirinden ayrılması her zaman o kadar kolay değildir. Bir dinsel içkinlik dünyasında, ?yaşam ne zaman özel bir yoğunlukla seslense, bir tanrı belirir?; sözgelimi Zeus adı önce ?bir haykırış ??şimşek çakıyor?? olarak ortaya çıkmış, ancak daha sonra ışık tanrısı haline gelmiştir.? Ya da Ruth Padel?in, Yunan tragedyasının ortaya çıktığı İÖ 5. yüzyıl Atinası?yla ilgili olarak açıkladığı gibi: ?İnsanın dışındaki dış dünyayı ?tanrıları, hayvanları, rastgele ve şiddetle üzerinize gelen rüzgârı? yaşantıladıkça, çeşitli hisleri yaşantılarsınız.? Antik dönemlerde yaşayanlar bizim tıbbi uykusuzluk tanımızı bilmeseler de ?çünkü antik dönem hekimleri için uykusuzluk her zaman bir başka şeyin yan ürünüydü?, uykusuzluk ortamını bugün bizim yitirdiğimiz bakış açılarından biliyorlardı. Antik dönem imgeleminde, karanlık, karalık ve gecenin çeşitli anlamları vardı. Karanlık, siyah ve gece, ışıkla günün açıkladığı kadarını ya da daha fazlasını açıklıyordu. Onlara saygı duyulması, onlardan korkulması gerekiyordu ve kişinin kendini onlara bırakmamasının ahlaki ve etik izdüşümleri olabiliyordu. Uyku ile uykusuzluk, bu bağlamda, gecenin tehlikeli enerjilerinin yarattığı ve onlarla varlığını sürdüren bir ortamı gösterir.

En eski toplumlarda, gece göğü, altında insanların uyudukları kubbeli çatıydı. Dolunay doğal olarak uykuyu engelliyor ya da riske sokuyordu; ama aynı şey hayvanlar için de geçerli olduğu için, bu kapsamlı ışık döneminden, avlanma ve meyvesebze toplama için yararlanılmış olabilir, tıpkı karanlık ayın cinsel birleşme ve uyku için daha uygun olduğu gibi. Ama göğün oluşturduğu çatı, duvarların da olmadığı anlamına gelir: Bir tahmine göre, Hindistan?da köylülerin silah ve örgütlenme imkânlarına sahip oldukları 19. yüzyılda bile, ?kaplanlar, yaklaşık 300.000 Hintliyi ve çiftliklerdeki birkaç milyon hayvanı yemişlerdir.? Antik dönemlerde, iri vahşi hayvanların saldırısına uğrama riski daha fazlaydı; bu da, sırf vahşi hayvanları uzakta tutmak amacıyla ateşi canlı tutmak için bile olsa, büyük bir olasılıkla daha hafif bir uykuyu gerektiriyordu. Antik Atina?da din törenleri ay ışığında yapılıyordu; ?önemli kara ve deniz saldırıları?nda, ayın belirli bir gecedeki parlaklığına ilişkin ön bilginin etkisi olmuş olabilir. Demek ki, uykusuzluk, stratejiye ya da mevsime göre değişiklik gösterebiliyordu. Ama ay ışığının, savaşın ya da vahşi hayvanların uykuyu engellemesi, modern insanlara anlamlı gelmekle birlikte; gecenin, özellikle ay evrelerinin, antik dönem insanlarının uykuyla ilişkilerini etkilemesinin daha kayda değer yolları vardı.

Kitabın Künyesi
Uykusuzluk / Kültürel Bir Tarih
Eluned Summers-Bremner,
Yapı Kredi Yayınları,
1. Baskı: Temmuz 2009,
208 sayfa

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir