Uzaklaştıkça ? Nejdet Evren

?Suç ve Ceza? neredeyse insanlaşma tarihi ile yaşıt bir toplumsal olgudur; her çağda farklı içerik ve biçimlerde toplumlarla birlikte var olan ayrılmaz iki kavram; her ikisinin birden adaletin ölçüsü olması ise yüklenilen içeriklerinin toplumsal değer-yargıları ile ilişkilendiklerini gösterir. Kendi-kendine yapılan hesaplaşma/bir yönüyle kişisel vicdan ile toplumun/toplumların kendi iç hesaplaşmaları, kolektif düşüncenin irdelenmesi, sesli olarak dile gelmesi bir arayış olarak geleceği bu günden sorgulamak değilse, nedir? Bu belirlemede etiğin ?Suç-a ve Ceza-ya? nasıl/hangi yönden bakılması gerektiğine dair ip uçlarını bulmak mümkündür. Öyle değil midir ki; ?…suçun cezasız kalması da adaletsizlik kadar ahlak bozucudur.? (1)

Her kes kendince ?adil? ve kendince ?vicdanlı? olduğu düşüncesi ile yaşar. Bir ötekinde aradığı kendi ile yaptığı kıyaslama/ölçümleme sonucunda vardığı yargı ile bu düşüncesini yetkinleştirir/gerçekleştirir. Ancak, kendi iç dünyasında kendi ile kaptığı yargılama süreci, iç hesaplaşması ancak onun kendi dışına çıkabilmeyi başarması ile olanaklı hale gelebilir. Bunu gerçekleştirebilmesi için güçlü bir empatiye gereksinimi vardır. Empati yaparken yanlış olanların tümünün kabullenilememesi, yanlışların doğrulama adına kullanılmaması ve bu ölçekte benimseme/kabullenme sınırının dikkatle korunması gerekmektedir. Değilse, ötekinin sesi/vicdanı onun sesi ve vicdanı yerine geçer, bu durum da yanılgının ta kendisi olur. Eski adı ile ?hürriyet? yeni adı ile ?özgürlük? içerik olarak aynı olsalar da temsil edildikleri kuşaklar ve toplumlar açısından farklılıklar göstereceklerdir. Bir şeyin/olgunun içinde olmak ya da olmamak, söylendiği gibi ? keskin çizgiler ile, ?ya dışındasın bu çemberin/ya da içinde yer alacaksın? tanımında bile açık bir aralık her zaman var olmuştur. Bu nedenle, olmak ya da olmamak her zaman iç-içe geçen bir halkanın iki ve ayrılmaz yüzlerini oluştururlar. Çemberin dışında kalanın özgürlüğü içinde kalana karşı duyduğu bir vicdan ile sınırlandırılmış, bir yönüyle bağlayıcı ve diğer yönü ile de bir özlem/bir mahcubiyet/bir yoksunluğu içinde barındırmaktadır. ?Uzaktan bakarken , hiçbir zarar görmeden hayır denebiliyor; olay mahallinde ise her zaman bu özgürlüğünüz bulunmuyor.? (2)

İnsanlaşma sürecinde insan, türünü sürdürebilmesi için bencillik duygusunu kendi ile birlikte büyütmüştür. Bu duygu ?aidiyet?in tür üzerinde kalıtımsal bir ögeye dönüşmesine ve doğduğu ilk günden itibaren ilkin doğal ve daha sonra sosyal güçler karşısındaki güçsüzlüğü nedeniyle iç-tepkisel ve giderek içselleştirilmiş olarak bireyin edimleri ile beslenecektir. İç-tepkilerin yaşanılan toplumsal zeminde şekillenmesi salt toplumun dayatması ile değil bireyin içinde bulunduğu duygu dünyası, düşünce yapısı ile sıkı bir bağ içerisindedir. Aidiyet duygusunun yöneldiği nesneler ve canlıların her biri ayrı bir bağ ile kişi ile ilişkilenirler/ilişkilendirilirler; bu nedenle, her bir bağın yapısı, şekli ve kuvvet derecesi ayrıdır. Bu bağlardan her birinin ayrı bir kırılma noktası bulunur ve kırılma yaşandığında ?ki bu etkenler dışsal ya da içsel bir neden ya da istençsel olabilir- o cisim ya da canlıya yönelik aidiyet bağı kopar. Bu kopma kesindir ve asla onarımı mümkün değildir. ?Bense, on üç yaşımdan beri, her yerde kendimi bir konuk gibi hissetmişim…Hem doğduğum toprakta hem de daha sonra sürgünde.? (3)

El-ayak-dil-göz-beyin diyalektiği sonucunda ?Kendini Yaratan İnsan?ın biyolojik ve tinsel/ruhsal dünyasını geliştirmiş ve süreç, ilkinde fiziksel zora bağlı sınırlı büyümesine, ikincisinde ise, fizikten kopma ile sınırsız büyümeye neden olmuştur. Annem derdi ki, ?çocukların ruhları bedenlerinden büyük olduğundan dolayı yerlerinde duramazlar.? Her birey bu yönü ile ayrı bir dünyadır. İnsanı tanımak ancak bu dünyanın keşfi ile mümkün iken bu sınırsızlığı karşısında tümüne ulaşmak neredeyse olanaksızdır. ?Bir ruhun derinliklerinde nelerin barındığını hiç kimse kesin olarak bilemez,..? (4)

İnsan kendi ruhundaki derinliği ne zaman fark edebilir ki?! Ya da bu derinliği herkes fark edebilir mi? Bu farkındalık için her şeyden önce belli bir olgunluğa ve belli bir birikime ulaşmak gerektiği açıktır. Ne ruh bedenden ayrı ne de bedeni ondan ayırmak olanaklı değildir. Her ikisinin büyüme/çoğalma yönündeki çelişik gelişmeleri ruhun beden/ler üzerinde baskısı ile onu bireysel ve evrensel bir düzlemde iki yönden birine doğru eğer/çeker. Bu çekim, evrensel olana doğru ise birey kendi ruhundaki derinliği görebilir. Amin Maalouf bunu tek cümle ile özetliyor; ? Ben bir ülkede değil bir gezegende doğdum.? (5)

Bilinç, insan türünün ayırt edici bir özelliğidir; vicdan ve utancı ondan ayırmak insanı yok etmektir. Duygular bir iç hesaplaşma olmadan yaşanırken, vicdan bir iç-hesaplaşması olarak ortaya çıkar. Ötekinde bulduğu kendi ile kendine dönüş düşünce silsilesi içinde mantığın ve duygunun da içine katıldığı, haklı ve haksızın ölçümlendiği, doğru ve yanlışın belirlenmeye çalışıldığı karmaşık bir denklemler zincirini oluşturmaktadır. Duyguların mantığa baskın gelmesi bir yönü ile duygulara yenik düşmek kimi zaman iç-hesaplaşmadaki yetersizliğe/vicdansızlığa kimi zaman da tam tersine bir sonucun doğmasına neden olabilen bir edimdir. Tartının kefesi üç ve ötesi olduktan sonra bu durum hesaplaşmanın hassaslığını katlayarak arttıracaktır. İki kefeli tartıyı dengelemek en kolay olanıdır. ?Evet, vicdan yumağını çözmek de en az duygu ipliklerini çözmek kadar zordur.? (6) anlatımını bir adım öteye taşıyıp, duygular ile doğrudan etkilenen iç-hesaplaşma yumağını çözmek zordan da öte belki de olanaksızdır denebilir. Her çözümün bir farklı açıdan yeni bir düğüm olması kaçınılmaz görünmektedir. Ancak, her hal ve şartta bu iç-hesaplaşma kaçınılmazdır.

İyisi ve kötüsü ile doğrusu ve yanlışı ile tüm yaşanmışlıklar kişiyi bir gölge gibi takip eder. Ne yok saymak ne de unutmak olanaklı değildir. Yaşanmışlıklardan birini önemsizler haklasına eklemek bundan farklıdır. Yaşam, yaşanmışlıkların bir toplamı olup, aynı/benzer olayda ikinci yanılgının ?aptallık? olduğuna dair öz-deyişin, yerinde ise yanılgıları yok saymak yerine bir deneyim olarak değerlendirilmeleri en doğru olanıdır. Bir tür olarak ?insan?ın iki ayakları üzerine kalktığı günden bu güne yaşanmışlıklardan damıtılan birikimler üzerinde yürüdüğü gözden ırak tutulmamalıdır. Amin Maalouf bu konuda diyor ki; ?Ama bu benim yaşamım ve onun unutulmaktan başka bir şeye layık olmadığını kabullenirsem, yaşamayı da hak etmemişim demektir.? (7) Demek ki, yaşanmışlıkların birer deneyim olarak değerlendirilmeleri yanında birer liyakat ölçüsüne göre de bir hak-edişi temsil etmeleri aynı şekilde gözden ırak edilmemesi gereken ikinci olgudur.

İnsan her yer ve zamanda üretir, tüketir ve paylaşır. Bu halkalar bir diğerinden ayrılmaz bir şekilde ilişki kalıplarını belirler. Kişi hangi yer ve zamanda doğacağını bilemez ve buna karar veremez; o, doğar doğmaz bu kalıplarla çevrelenmiş bir ortamda bulur kendini. Toplumsal yaşayış biçimleri evrile-çevrile, ikna ve zor yöntemleri ile kuşaktan kuşağa aktarılır ve bireyleri şekillendirirler. Her birey tarihsel belleği ile doğar ve toplumsal bellek ile ya uyum içerisinde büyü ya da çelişerek…Her hal ve şart içinde toplumlarca kabul gören etik/değerlerin tek-tek bireyler üzerindeki yansımaları farklı olur. Bu durum, bireyin etik/değerini belirler. Sürü kültüründen kopmakla başlayan insanlaşma ilk-el güdülerini diğer bireyler aleyhine kullanmayı tercih ettiği günden beri şiddet ve iktidar hep var ola-gelmiştir. Savaşların kökeninde yatan olgu da aynıdır. ?Savaşlar en kötü içgüdülerimizi ortaya çıkarmakla kalmazlar, aynı zamanda onları üretirler, şekillendirirler.? (8) Tartışarak ya da tartışmaksızın isteyerek ya da keyfi bir zorlama ile benimsenen şiddet edimi toplumsal kabul gördükçe kişinin yerleşmesine ve yerine göre yükselmesine zemin hazırlar. Fakat bu zemin aynı zamanda bireysel etiği törpüleyen bir zemindir. Süreç biri lehine yükselişi diğeri aleyhine düşüşü gerçekleştirir. Ancak, her yükseliş gerçek bir yükseliş değildir. ? Toplum yasaları yerçekimi yasalarına benzemez, insan genellikle aşağı değil yukarı doğru düşer.? (9)

Her canlı doğduğu ortamda bir ?yer? bulur, bir ?yer? edinir ve bir yeri olur. ?Yer, içeriği doldurulabilecek bir kavramdır. Her yerin büyüklüğü o canlının ?ağırlığı? ile ilgilidir. Ancak, ağırlık da içeriği doldurulabilecek bir kavramdır. Yer ve ağırlık ilk etapta birer fiziksel ve hacimsel ölçüyü ifade etseler de bunlardan öte bir anlama sahiptirler. Yersizlik ve hafiflik kavramları tam tersine ve onlarla bir ve aynı noktada dururlar. Her canlının doğumu kendi istenci dışında gerçekleşir. İnsan diğer türlerden farklı olarak ebeveynleri tarafından istenen ?istisnalar hariç- bir doğuma sahiptir. Bu durum doğum olayına ayrı bir önem katar. Bu önem kendince bir ayrıcalık değildir. Her doğan birey yeri ve ağırlığı ile birlikte doğduğu halde ?ki denmez mi, [evrensel ölçeklerde] herkes eşit ve özgür hakların öznesi olarak doğar diye- içinde bulunduğu toplum tarafından yabancılaşmasına engel olunmaz ve bireyin kendini ?yer?siz bir konuk olduğu duygusuna kapılmasına neden olur. ?…bu dünyada yeriniz olduğunu, orada davetsiz bir misafir olarak bulunmadığınızı…? (10) kanıtlaması için doğmak dışında hiçbir edimde bulunması gerekmediği halde buna zorlanması toplumun bireye özne olarak bakmakta yetersiz kaldığı sonucunu doğurur. ?Hak?ların öznesi olabilmek bir takın koşullara bağlandığında ise ?yer? çöker ve geriye ?hafiflik? kalır. ?İnsan? bir kavram, bir kategori, bir tür olarak ?kendini yarattığından? olsa gerek bu kavramı doldurabildiği oranda bir ?yer? edinir ve özneleşir. Bu edim bir koşul değil varlık nedenidir. Ayrıca insanın kendini gerçekleştirebilmesinin koşulları/bir yönüyle olanakları onu doğurmak isteyenlerin gerçekleştirmeleri kaçınılmaz bir toplumsal görev/sorumluluk olsa gerek. Değilse, insan doğumunun diğer canlı türlerdeki doğumdan bir farkı asla olamaz.

İnsan uzaklaştıkça fark ettiği şeyi yakınında iken her zaman görmeyebilir.

Nejdet Evren
Aralık 2012/Batı

Esinlenilen kaynak kitap
(1) Doğudan Uzakta, Les Désorientés, Amin Maalouf, 1 Baskı:İstanbul, Kasım 2012, Yapı Kredi Yayınları, Ali Berktay çevirisi, S:17 ?457 sayfa-
(2) Age, S:18
(3) Age, S: 29
(4) Age, S: 34
(5) Age, S: 55
(6) Age, S: 65
(7) Age, S: 125
(8) Age, S: 165
(9) Age, S: 164
(10)Age, S: 389

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir