Varoluşçu Filozoflar – Afşar Timuçin

afşar_timuçinAlmanya’da 1918 bozgununun hemen ardından, varoluşçuluk felsefesi çiçeklenmeye başladı. Nietzche’nin ve Kierkegaard’ın, bir ölçüde de kötümserlik filozofu Scopenhauer’in (1788 – 1860~ yapıtları bu ülkede yeni felsefeye ilk itkilerini kazandıracak etkinliğe çoktan ulaşmıştı. Dünyamızı dünyaların en kötüsü sayan ve kurtuluşu Buddha’cılar gibi Nirvana yolunda gören Scopenhauer, getirdiği bu öznelci yorumla elbette varoluşçu felsefenin kuruluşuna katkıda bulunacaktı.

Varoluş felsefesi en büyük başarılarına Almanya’da ve Fransa’da ulaştı ve gelişimini birbirinden epeyce ayrı iki yolda sürdürdü: Tanrıtanımazlık yolunda ve Hıristiyan inançlılığı yolunda. Tanrıtanımaz varoluşçuluğun başlıca temsilcileri Alman Martin Heidegger (1889 – 1976) ile Fransız Jean-Paul Sartre’dır /dog. 1905). Hıristiyan varoluşçularının başında da Alman Karl Jaspers (dog. 1893) ve Fransız Gabriel Marcel (doğ. 1889) vardır.

Bunların dışında, varoluşçuluğun en önemli filozoflarından biri de Maurice Marleau- Ponty’dir.Maurice Merleau Ponty, bir inançlılık ya da tanrıtanımazlık tutumu almadan, ılımlı solcu bir dünya görüşü içinde, Husserl olgubiliminden yola çıkarak algı olgusunu inceledi, bu olguyu bütün öbür olguların temeline yerleştirdi. Şimdi bu filozofların neler getirmek istediklerini kısaca görmeye çalışalım:

HEİDEGGER

Varoluşçuluğun fılozofları klâsik felsefenin izlediği yola uygun bir yol izleyerek, varoluşçu felsefeyi evrensel genişliği olan ve belli bir sistemde bütünlüğüne kavuşan bir felsefe olarak temellendirmek istemişler, ancak klâsik felsefenin tutumuna karşıt bir tutum alarak, özler araştırmasını bir yana bırakıp doğrudan doğruya varoluşun alanına girmişler, özleri bu alandan derlemeye yönelmişlerdir. Tanrıtanımaz varoluşçuluğun başlıca temsilcileri Heidegger ve Sartre da aynı çabanın içindeydi.

Heidegger’e göre, varoluşumuz başlıca iki biçimde dışlaşır: Gerçek varoluş, özgürlük deneyiyle belirgindir, insanın özgür olduğunu duyuşuyla ve böylece kendi yazgısını kendi eliyle çizmeye kalkışıvla ortaya konur ve bunalım deneyiyle gerçekleştirilir; gerçek olmayan varoluş, insan topluluklarının varlığında ortaya çıkar, çünkü bu insan toplulukları bunalımdan kaçarlar ve genel görüşlere inanırlar: Burada Heidegger’in gerici dünya görüşü belirir: insan olmak demek, tam anlamında insan olmak demek, ayrıcalı bir tutum içinde olmak demektir.

Heidegger, gerici tutumunun getirdiği güçlükleri de yaşamıştır, Freiburg-in, Brisgau’da öğrenim gördükten sonra Marburg’da profesör olan /1923) ve bir süre sonra da Freiburg’da rektörlük görevi alan Heidegger, Nazilere yakınlık gösterdiği için 1945’de üniversitedeki yerinden uzaklaştırıldı, ancak 1952’de yeniden üniversiteye dönebildi. En ünlü yapıtı “Sein und Zeit”i (Varlık ve Zaman ) 1927’de yazmıştı. Heidegger’e göre insan dünyaya bırakılmıştır, varoluşun ortasına (Dasein). Bu bırakılmışlık onun istediği bir şey değildir, onun yaptığı bir seçimin sonucu değildir.

İnsan, dünyaya bırakılmışlığıyla, ölüme adanmış durumdadır. Yaşamaktadır, öyleyse ölmesi gerekir. Yaşaya yaşaya bitirecektir varoluşunu. Gercekte o her zaman yaşamak ister ama, bu isteğini hiç mi hiç gerçekleştiremez. Ölümsüzlük yoktur. Var-oluş, yaşam boyunca, yani doğmakla ölmek arasında yer alır. İnsan bu yaşam içinde hep ileriye doğru atılır, yarınına yönelir, yarınını kurmak ister. Şimdiki Zamanımız, geleceğe açılışımızla, geleceği kurma çabamızla belirgindir. Bu durum, bir özgürlük deneyini zorunlu kılar. İnsan Kendi varlığını sağlayabilmek için sürekli seçimler yapar yani özgürlüğünü gerçekleştirir. Özgür olmak, kendini yaratarak kendini aşmak demektir, insan hep bir aşma durumundadır.

Heidegger tanrıtanımazlığını açıkça belirtmez, daha doğrusu tanrıtanımazlığa . sahip çıkmaz. Tanrıtanımazlık onun felsefesinde zorunlu olarak kendini gösterir. Yalnızca olgusal varoluşu varsayınca, Tanrı’nın varlığı ortadan kalkacaktır. Oysa Sartre tanrıtanımazlığını açıkça belirtir ve temellendirmeye çalışır.

SARTRE

Felsefesini özellikle “L’etre et le Neant” (Varlık ve Hiçlik) adlı yapıtında açıklayan Sartre’a göre, varoluş olgusundan başka olgu yoktur Varlık’ı bu varoluş olgusu oluşturur; bu varlık’a temel alan herhangi başka bir varlık’ın varolduğunu düşünemeyiz. Sartre’a göre olgu, varoluşsal gerçekliği içinde, zihinsel sezgiye açılan şeydir. Filozof, böylece, somutun alanını felsefi araştırmanın alanı olarak belirlemiş, dolayısıyla tam anlamında gerçekçi bir tutum almıştır. Onda bütün orunlara işte bu temel anlayışa göre çözüm getirilir varoluşsal varlık her şeyi kucaklayacak biçimde her yerdedir. Tektir ve her şey kapsar. “Buna göre, o hiç bir şeyden gelmez; ne kendinden gelir, çünkü böyle bir şey apaçık saçma olurdu, ne de yaratılma yoluyla Tanrı’dan gelir, çünkü kendi dışında hiç bir şey yoktur ” (F. – J. Thonnard, Precis d’Histoire de la Philosophie) . Bu varoluşsal varlık insana bulantı duygusu verir; bulantı duygusu, varlık’ı bir “kendinde şey” olarak sezmemizi sağlar.

Böylece, varoluşsal varlık’ı bir “kendinde şey” olarak belirleyen Sartre, insan bilincini de bir “kendi için şey” olarak belirler. Düşünen özne ya da bilinç, özüne, varlık’ın karşıtı olan hiçlik’le ortaya konur.

Bilinçlenmek demek, tanımak demektir, bilen’i (özne) bilinen’den (nesne) ayırmak demektir. Bilinç, bir boşlukla ayrılır nesneden. Bu anlamda o, olmadığı şeydir, hiçlik’tir, kendi kendinin hiçlik’idir.

Sartre’a göre, insan, bu dünyada, başkalarıyla, zor da olsa, ilişki içindedir. Her şeyden önce, bir bedenimizin olması, dış dünyayla ilişkimizi olanaklı kılar. Başkası’yla ilişki; en yetkin biçimde, “başkasının bakışı”yla, . başkasının bakışının bize verdiği “utanma” duygusuyla kurulur. Tek başına olmak dingin durumda olmaktır. Başkasının varlığı, daha doğrusu başkasının bakışı bizi nesneye indirgemeye.çalışır. Biz de başkasının bakışı karşısında nesneye indirgenmemeye bakarız. “Cehennemdir başkaları” der
Sartre.

JASPERS VE MARCEL

Jaspers’e göre insan bir özgür seçiş içindedir: Kendi yazgısını seçer. Bu yazgı bizim ben’imizi kurmamızı sağlar. Ama bu ben, her zaman, başarısızlığa adanmıştır. Başarısızlık bizi Aşkınlık’a yani Tanrı’ya yönelten bir etkinliktir: Varoluş dünyası felsefi araştırmanın alanıdır. Felsefede olgubilimsel içebakış yöntemi geçerlidir. Ancak içebakış deneyimiz hiç de kolay bir deney olmayacak. Çünkü kendimize baktığımızda, uçsuz bucaksız, dipsiz bir gerçeklikle karşılaşırız. Her şeyin temelinde Tanrı dediğimiz aşkınlık yatar. Tanrı’nın bilgisine insan inançlâ ulaşabilir. Marcel’in bakış açısı Jaspers’inkine çok yakındır.

İnsan,. onda da, özgürlük deneyleri içinde yazgısını kurar. Varoluşumuzu biz Tanrı’nın varlığını benimsemekle gerçekleştiririz. Her şey Tanrı’nın varlığıyla açıklanır. Tanrı’nın yüce varoluşu insan aklının kavrayabileceği bir şey değildir. Bizim yazgımız Tanrı’nın varoluşuna bağımlıdır. Tanrı’nın varoluşunu ancak içedönüşle, hatta içe- kapanışla sezebiliriz. İnsan, düşünsel çabası içinde, sorunlara ve gizlere yönelir. Sorunlar akılla çözülür. Gizlere yöneliş bir sezgisel yöneliştir. Gizlerin başlıcası da düşünen ben’dir. İçebakış ya da içekapanışta insan nesnellik düzeyini aşar. İnsan, varoluş deneyi içinde önce ‘ `ben”ine yönelir, sonra “Tanrı”ya, sonra da “dünya”ya yönelir.

Gabriel Marcel’in felsefesi, sorunları ve bu sorunlara getirilmiş belirli çözümleri olan bir felsefe değil, deyim yerindeyse bir inanç düşüncesidir. Onda mantıksal göstermelerden çok duygusal belirlemeler ağır basar.

MERLEAU – PONTY

Merleau – Ponty, doğrudan doğruya Husserl’in olgubiliminden yola çıkarak,felsefesini ortaya koyar. Ona göre bir özler araştırması olan olgubilim, aynı zamanda özleri varoluşa yerleştiren bir felsefedir. Olgubilim’e düsen, tanıtlamaktır açıklamak yada ayrıştırmak değildir.

İnsan, dünyanın basit bir parçası olarak düşünülmemelidir, biyolojinin, toplumbilimin, ruhbilimin basit bir nesnesi olarak ele alınmalıdır. O, her şeyden önce, dünyayı kendi gözleriyle gören bir varlık- tır. “Ben mutlak kaynak’ım” der Merleau Ponty (Phenomenologie de la Perceptioy. İnsan çevresinden giderek kurmaz kendini, ama çevresine yönelir. “İnsan dünyadadır ve kendini dünyada tanır.” Merleau- Ponty’nin felsefesi Sartre’ın felsefesinden bir noktada kesinlikle ayrılır: Başkasıyla olan ilişkim, kolay bir ilişki olmasa da, olanaksız bir ilişki değildir. Ben bir dünyada yaşıyorum. Bu dünya herhangi bir dünya değildir, bir doğal dünya olmaktan çok ötededir, çünkü ben bir “kültür” ortamında doğmuşum, yöremde yalnız ağaçlar ve sular değil, aynı zamanda bir uygarlığı ortaya koyan nesneler bulmuşum. “Bir kültür nesnesinde ben, adsız bir örtü altında, başkasının akın varlığını bulurum.” İlk kültür nesnesi başkasının bedeni’dir.

Başkasının varoluşu nesnel düşünceyi zorda bırakır. Başkasının bedeni, benim kargımda, anlamla dolu, işaretlerle yazılmış, okunacak bir kitap gibidir. Başkası cehennem değildir benim için, tersine büyük bir ilişki olanağıdır, büyük bir ilişki alanıdır. Başkasının bedeni, çünkü, bir nesne değildir benim için, benim bedenim de başkası için bir nesne değildir; benim bedenim de başkasının bedeni de işaretler demek olan davranışlarla kurulmuştur. Başkasının tutumu beni kendi alanında nesne durumuna indirgemez, benim başkasıyla ilgili algım da başkası- m benim alanımda nesne durumuna indirgemez. Merleau – Ponty, bu nokta- da, Sartre’ın anlayışına iyice ters düşecek bir görüş açısına yerleşir: Başkası, ikinci bir ben’dir, çünkü onun bedeni benimkiyle avnı yapıdadır.” Bedenimizi parçalan bir arada bir sistem oluşturur başkasının bedeni de benim bedenimle tek bir bütün oluşturmaktadır,.aynı olgunun tersi ve , yüzüdür bunlar.”

Sartre, başkasıyla ilişkiyi olası ama olumsuz bir ilişki ı olarak koymuş, bununla birlikte aşırı solcu bir dünya görüşü içinde insanın ortaklaşmasını, ortak eylemde bulunmasını bir gerçeklik olarak ileriye sürmüştü. Merleau – Ponty, ben – başkası ilişkisini, görüldüğü gibi, daha olumlu bir yönden, ben’le başkasının aynı yapıda oluşu yönünden alır.

SANATTA VAROLUŞÇULUK

Sanatta varoluşçu tutum ‘felsefedekine göre elbette çok daha yaygın ve çok daha çeşitli oldu. Sanatta varoluşçuluk özellikle 1940’dan sonra, özellikle yazı sanatlarında, daha çok da romanda gelişti. Fransız romancısı Andre de Richaud” (1909-1923) ilk varoluş romancısı sayabiliriz. Andre de Richaud, “La Douleur” (Acı) ve “La Nuit Aveuglante” adlı yapıtlarıyla, varoluşçu romanın hazırlayıcısı, öncüsü olmuş, özellikle varoluşçu sanatçıların en önemlilerinden biri olan Camus’yü etkilemiştir. İnsanın varoluşsal açmazlarına titiz bir gözlemci olarak yönelen Richaud’ya varoluşçu sanatın Husserl’i demek sanırım yanlış olmaz.

Varoluşçu romanın ilk büyük kişisi elbette Çek yazarı Franz Kafka’dır (1883- 19241. Etkisi ölümünden sonra büyüyen Kafka, yaşadığımız dünyanın saçmalığını, bu saçmalık karşısında insanın umutsuzluğunu, gerçeği değişik merceklerle yansıtarak, zaman zaman gerçeküstücülüğe kaçan bir dille anlattı. Özellikle “Das Schloss” (şato) adlı yapıtı önemlidir. “Şato”, Kafka’nın düşünce ve duygu dünyasını pek yoğun bir biçimde yansıtır.

Varoluşçu romanın başlıca kişilerinden biri de J. P. Sartre’dır. Bir çok roman ve birçok oyun yazmış olan Sartre, sanatım felsefi görüşlerini açıklamada araç olarak kullanır gibidir. “Les Chemins de la Liberte” (Özgürlüğün Yolları) adlı üçlemesi, “Les Mouches” (Sinekler) ve . “Huis-Clos” (Gizli Oturum) adlı oyunları, “La Nausee” (Bulantı) adli romanı başlıca yapıtlarıdır. Bu yapıtlarında genel olarak insanın varoluşsal sorunları, özellikle saçma karşısında duyduğu bunaltı duygusu ele alınır, özgürlüğe yönelişin koşullan incelenir.

Varoluşçu romanın bir başka temsilcisi Albert Camus’dür (1912-1960). Varoluşçuluğun sorunlarına bir filozof olmaktan çok bir düşünür olarak yönelen Albert Camus, özellikle saçma sorununu inceler. “L’ Etranger “si (Yabancı) kendini insanlar içinde sürgün duyan bir yabancının serüvenini anlatır. Bu yabancı adam insanlarla ilişki kuramaz, insanlarla hiç bir şeyini paylaşamaz, onların yasalarına da uyamaz ve bu yüzden onların hışmına uğrar. “La Peste” (Veba) romanında Camus, kitle halindeki ölümleri, öldürmeleri simgeleştirir. Camus varoluşla ilgili düşüncelerini “L’Homme révolté”de (Başkaldıran İnsan) ortaya koymuştur.

Varoluşçu sanatın önemli kişileri arasında Simone de Beauvoir (doğ. 1908) ile André Malraux (doğ. 1901) da vardır. Birçok roman ve oyundan başka, düşünce kitapları, denemeler de yazmış olan Beauvior, daha çok çağdaş dünyadaki kadın sorunlarıyla, özellikle de kadının cinsel-toplumsal sorunlarıyla ilgilenir, başlıca yapıtı: “Sang des Autrees” (Başkalarının Kanı).

Daha çok “La Condition Humaine” (Insanlık Durumu) adlı romanıyla tanınan André Malraux’ya gelince o daha çok Nietzsche’ci bir anlayışa yatkındır. Nietzsche gibi o da Tanrı’nın ölmüş olduğunu bildirir. Malraux, sanatı, insanı yıkan bir evrene karşı tek kurtuluş yolu olarak koyar. İnsan sert ve kaba bir evrende, kendi yazgısıyla başbaşa bırakılmış olmanın saçmalığını yaşar. Ona göre, dinler dönemlerini tamamlamışlardır; insan kendini “kültür”le kurtarmak zorundadır artık. Varoluşçu sanatın öbür büyük temsilcileri, özellikle Sartre, Malraux’ya göre daha ilerici bir tutum içinde görünür.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir