Virginia Woolf’un “hayatımda hiç bu kadar itibar gördüğümü hissetmemiştim” dediği romanı Mrs Dalloway

mrs-dallowayARTIK YALNIZCA MRS. DALLOWAY…
20. yüzyıl İngiliz romancısı Virginia Woolf, en ilgi çekici ve en başarılı romanı olarak nitelendirilen Mrs. Dalloway’i, 9 Ekim 1924’te tamamladı ve roman 14 Mayıs 1925’te yayımlandı. Kötü eleştirilerden oldukça ürken ve iyilerine sevinen Woolf, bu romanıyla ilgili eleştirilerden dolayı oldukça mutluydu ve günlüğüne şu satırları düşmüştü: “Hayatımda hiç bu kadar itibar gördüğümü hissetmemiştim”.

Günlüğünün 17 Ekim 1924-Cuma tarihli sayfasında ise romanın başarısıyla ilgili olarak Woolf’un şöyle yazdığını görüyoruz: “…Bazı bakımlardan bu kitap tam bir başarı; araya hastalık girmeden bitirildi ki bu gerçekten bir istisna; ve tam bir yılda yazıldı; son olarak da, Mart sonundan 8 Ekim’e kadar sadece birkaç gün gazete yazısı için ara verildi. Bu nedenlerle ötekilerden farklı olabilir” (Bir Yazarın Güncesi-İletişim Yayınları, sf. 95).

BİR GÜNE SIĞAN TARİH
Peki Woolf, Mrs. Dalloway romanında ne anlatır ya da ne anlatmayı amaçlamıştır? Romanın ana karakteri Clarissa Dalloway’in, akşama vereceği partinin hazırlıkları için çiçek almak üzere evden ayrılmasıyla başlar hikâye ve Clarissa’nın bir gününe şahit oluruz. Bu bir gün boyunca gerçekleşen olaylarla birlikte romandaki tüm kahramanların birbiriyle kesişen ve Londra etrafında dönen yaşamlarını gözlemleriz. Esasında Woolf romanda; 1923 yılı Haziran ayının tek bir günü içerisinde, yaklaşık on iki saatlik bir zaman dilimi boyunca, tek bir mekânda (Londra) ince ve duyarlıklı gözlemlerle/izlenimlerle bütün bir İngiliz toplumunu gözler önüne serer. Romanı Türkçeye çeviren Tomris Uyar’ın, “Virginia Woolf Üstüne” başlığını taşıyan önsözde belirttiği üzere; romanda yazar tarihi, gündelik yaşamın tam ortasından yakalamıştır: “İlk bakışta yalnızca ‘usta işi’, ‘ince’, ‘duyarlıklı’ gelen gözlemlerin, izlenim aktarımlarının, çağrışımlar zincirinin, biraz yakından incelendiğinde koskoca bir tarihi -evet gelenekleri, görenekleri, sanatı ve diliyle bütün bir İngiliz toplumunu- yansıttığını görürüz”. Virginia Woolf’a kulak verecek olursak, günlüğünde Mrs. Dalloway ile yapmak istediği şeyi şöyle özetler: “Bu kitapta neredeyse çok fazla düşünce var. Hayatı ve ölümü, aklı ve deliliği vermek istiyorum; toplum düzenini eleştirmek istiyorum, onu işlerken göstermek istiyorum, en yoğun haliyle” (Bir Yazarın Güncesi, sf. 82). Yine günlüğünde şunları yazar: “Mrs. Dalloway dallandı budaklandı, kitap oldu; bunda delilik ve intiharı inceliyorum dolaylı olarak; yan yana akıllı ile delinin gözlerinden dünya -onun gibi bir şey-.” (Bir Yazarın Güncesi, sf. 76). Bu arada Virginia Woolf’un, Mrs. Dalloway adlı bu romanı için uzunca bir süre “Saatler” (The Hours) ismini düşündüğünü belirtmekte fayda var. Günlüğüne bu satırları düştüğü vakitler, kitabının adının “Saatler” olmasını planladığı ama henüz tam kararını veremediği bir dönemdi. Daha sonraları Mrs. Dalloway isminde karar kılacaktı.

BIG BEN VE ZAMAN VURGUSU
Sadece “bir gün”le sınırlanan olay örgüsünden oluşan Mrs. Dalloway’de “zaman”, düzenleyici bir etken olarak karşımıza çıkıyor. Westminster Sarayı’nın yanındaki ünlü saat kulesi Big Ben’in çan sesleri, kahramanlara ve okuyucuya akıp giden zamanı hatırlatmak üzere şehirde yankılanıp durur. Bölümleme kullanılmayan bu romanda, Big Ben’in her vuruşu bir bölüm olarak değerlendirilebilir belki de. Romanda reel zaman; 1923 yılının bir Haziran gününün yaklaşık on iki saatlik bir zaman dilimi olsa da sık sık geçmişe gidiş gelişler vardır ve böylelikle 1890’lı yıllara kadar uzanan bir zaman dilimi söz konusudur. Woolf, Regent Parkı’nda başlayan bu bir günün içine hem geçmişi hem de şimdiyi sığdırmayı başarmıştır; “geçmiş” ve içinde bulunulan an yani “şimdi” iç içedir.

İÇSEL, ZİHİNSEL VE RUHSAL BİR ANLATIM BİÇİMİ
Mrs. Dalloway, Woolf’un “bilinç akışı” tekniğiyle yazdığı ve daha sonraları kendi adıyla anılacak olan bu tekniğin en başarılı örneklerindendir. Bu teknik, romanın kahramanlarına derinlik kazandırmıştır. Woolf’un, bu eserinde tam anlamıyla uyguladığı bilinç akışı tekniğinde, karakterlerin aklından geçen, bilincinde yer alan duygu ve düşünceler olduğu gibi aktarılmaya çalışılır; bu amaçla da iç diyaloglara yer verilir. Bu teknikle yazılan eserlerde, kahramanların duygu ve düşüncelerinde genellikle mantıksal bir düzen söz konusu değildir. Serbest çağrışımlar, hatırlamalarla birlikte birbirinden bağımsız/kopuk olaylar, duygu ve düşünceler dağınık bir şekilde yapıtta yer alır. Yani zaman, mekân ve olaylar/durumlar arasında bağlantı bulunmayabilir. Alışılmışın ötesinde bir “zaman” algısı vardır; dolayısıyla Mrs. Dalloway’de olduğu gibi, bir güne, bir ömür ve hatta toplumsal bir tarih sığar.
Olaylardan çok izlenimlere, deneyimlere ve ruha; kahramanların ruhsal dünyalarına önem verilir. Yani bilinç akışı olaya dayalı değil, içsel, zihinsel, ruhsal bir anlatım biçimidir. Hayatı ve kendini sorgulayan, çıkmaza sürüklenen, çeşitli problemlerle boğuşan, bunalımlı karakterler yaratmak adına da uygun bir tekniktir. Hayatı sorgulayan ve dolayısıyla duyarlıkları fazla olan bu karakterler, deliliğin ve intiharın sınırlarında dolaşırlar.

“CLARISSA BİLE OLAMAYAN” MRS. DALLOWAY
İngiliz aristokrasisinin yüksek burjuva sınıfına mensup 52 yaşındaki Clarissa Dalloway, dans etmeye, ata binmeye bayılırdı. Ancak çok genç, aynı zamanda anlatılmaz şekilde yaşlı buluyordu kendini. Bir gün bile yaşamak çok tehlikeliydi ona göre; hep böyle düşünmüştü. Fraulein Daniels’in öğrettiği bilgi kırıntılarına tutunup nasıl geçirdiğine şaşıyordu hayatı aslında. Clarissa, hiçbir şey bilmezdi; ne yabancı dil, ne tarih. Hele şimdilerde yatarken göz gezdirdiği “anılar”dan başka kitap falan okuduğu da yoktu. Ne düşünebilir, ne yazabilirdi; piyano da çalamazdı. Tek yeteneğinin insanları anlamak olduğunu düşünüyordu; neredeyse içgüdüyle sezmek. Yürümeyi severdi, arabadan hiç hoşlanmazdı, hayvanlarla da başı hoş değildi; köpeğini severdi, o kadar…

Kimi zaman hayatını yeni baştan yaşayabilmeyi arzulardı Clarissa, hatta görünüşünün bile başka olmasını dilerdi. Mesela Lady Bexborough gibi esmer olmayı isterdi; onun gibi güzel gözlere sahip olmak. Onun gibi ağır, soylu; iri, erkekler gibi politikaya düşkün, çok ince ve çok içten bir kadın; yazlıkta da bir evi olacak… Oysa daracık, sırık gibi bir gövdesi vardı, küçücük gülünç bir yüz, kuş gagası gibi bir burun. Ancak tavırlarında bir incelik olduğu doğruydu; az para harcadığı da göz önünde tutulursa, iyi giyinirdi. Ama artık sık sık yüklendiği gövdesi -bütün yetenekleriyle- bir hiçmiş gibi geliyordu kendisine; bir hiç! Görünmüyormuş gibi acayip bir duyguya kapılıyordu; görünmüyordu, bilinmiyordu. Artık yeniden evlenmek, çocuk yapmak falan olmadığına göre bu yalnızca Mrs. Dalloway olmak demekti: “Clarissa bile olamamak”…

ÇOK KURU, ÇOK IŞILTILI, FAZLA YALDIZLI…
Mrs. Dalloway’in ilk taslağını yazarken Woolf’un hüsrana uğradığını da belirtmek gerek. Çünkü yazar, romanın ana karakteri Clarissa Dalloway’i “gösterişli” biri olarak tasarlamıştı (Virginia Woolf’tan Yazarlık Dersleri, Danell Jones, Timaş Yayınları, sf. 108). Bu konuyla ilgili olarak Woolf’un günlüğünde şu satırları görürüz: “… Kuşkulu nokta, sanırım Mrs. Dalloway karakteri. Çok kuru, çok ışıltılı, fazla yaldızlı olabilir. Ama tabii bunu destekleyecek sayısız karakter sokabilirim romana” (Bir Yazarın Güncesi, sf. 86). Woolf, bu sorunu çözmek, Clarissa’ya bir derinlik kazandırmak adına onun anılarına yer vererek olay örgüsünü oluşturdu: “Clarissa’yı bir biçimde cicili bicili buluyordum. Sonra ona anılar uydurdum. Gene de belli bir hoşnutsuzluk kaldı ona karşı” (Bir Yazarın Güncesi, sf. 107).

İNTİHARIN KUCAĞINDAKİ KAHRAMAN: SEPTIMUS
Dönem açısından baktığımızda; Birinci Dünya Savaşı sonrasının bunalımlı-buhranlı atmosferinin gündelik yaşama yansıdığı, insanlar üzerinde psikolojik etkilerinin görüldüğü bir dönemdir. Savaşın açtığı yaraların izlerini, kahramanların kişilikleri üzerinde ve iç dünyalarında gayet net bir şekilde görürüz. Romanında hayatı ve ölümü/intiharı, aklı ve deliliği vermeyi amaçlayan Woolf’un bu bağlamda yarattığı kahramanlarından biri de Septimus Warren Smith olarak karşımıza çıkıyor. Ayrıca yüksek burjuva Clarissa Dalloway ve savaş kurbanı, sırtını ölüme yaslamış Septimus’un yaşamlarının bir noktada birbirleriyle kesiştiğini görüyoruz.

Dünyanın en mutlu aynı zamanda en mutsuz adamı Septimus, “şu bildiğimiz yarı aydın, kendi kendini yetiştirmiş, bütün eğitimi genel kitaplıklara, ünlü yazarlardan mektupla istenen bilgilere ve akşamları işten dönünce okunan kitaplara dayanan adamlardan biri” idi. Derken patlak veren Avrupa Savaşı pek çok genç gibi Septimus’u da derinden sarsmış, ruhunda onulmaz yaralar açmıştı. Savaş sırasında ölümü yakından tanımış, ne varsa öğrenmişti; dostluğu, Avrupa Savaşı’nı. Rütbesi yükselmişti, üstelik otuzuna basmamıştı daha. Son bombalardan yakasını sıyırmıştı ve yaşamını sürdürmekte kararlıydı. Ancak her şey olup bittikten sonra, yani savaş sona erip ölüler gömüldükten sonra korku bir şimşek gibi çakıyordu içinde. Hiçbir şey hissetmiyordu, bir şeyler eksikti hep, duygusuzlaşmıştı. Ancak duyularını yitirmiş olsa da sağduyusu hâlâ çalışıyordu, örneğin Dante’yi kolaylıkla okuyabiliyor, toplama yapabiliyordu. Beyninde en küçük bir aksaklık yoktu, demek ki dünyadaydı suç; duygularını yitirişinin suçu… Ancak aklını yitirmemek elde değildi. Savaş sonrasının Londra’sında toplumsal sorunlar diz boyuydu: Gazete ilanları insanı ürperten haberlerle doluydu, erkekler madenlerde kıstırılmıştı, kadınlar diri diri yanmış, bir keresinde halkı eğlendirmek amacıyla bir deli sürüsü kullanılmıştı. “Delirecek miydi sahi?”. Dr. Holmes, hiçbir şeyi yok dese de çıldırmıştı Septimus ve ölümün kıyısında dolaşıyordu; kendini öldür, kendini öldür diye haykırıyordu evren. Savaşta yaşadığı ve unutamadığı onca acı, en yakın arkadaşı Evans’ı kaybetmesi, onu bir ruh hastası haline getirmişti. Ve derken hayatı, yaşadıklarını, kendini sorgulayan, insana ait duyarlıkları olan Septimus için intihar kaçınılmaz olmuştu…

ÖLÜM BİR DİRENMEYDİ…
Romanda başkişi Clarissa Dalloway olsa da Clarissa ile birlikte ikinci bir başkişi olarak değerlendirilebilecek bir diğer karakter de Septimus Warren Smith’tir. Bu iki kahraman hiç tanışmasalar, hiç karşılaşmasalar da adeta birbirlerini bütünler, tamamlarlar. Aralarında ustaca örülmüş bir bağ vardır. Esasında her ikisi de bir bunalım çemberinin içerisinde yaşamaktadır.
Her ikisi de yaşama sevgisiyle doludurlar ancak her şeye rağmen ölümün takipçisidirler. “Clarissa hayatı seviyordu yalnızca (…) Hayat denen şeyin anlamı neydi kendi gözünde. Tuhaftı.” Septimus da bir yandan evrenin “kendini öldür” çağrısını işitirken bir yandan da insanın kendini öldürmeye nasıl girişebileceğini sorgular. Zira yemekler güzel, güneş sıcaktı. Peki bu son nasıl, hangi yolla gerçekleştirilebilirdi; bıçakla mı yoksa hava gazıyla mı? Belki bir jilet olsa o da işe yarardı, ancak karısı Lucrezia jiletleri ortalıktan kaldırmıştı. Geriye tek bir yol kalıyordu; pencereyi açıp aşağıya atlamak; sıkıcı, yorucu, dokunaklı bir eylem yani. Ancak Septimus ölmek istemiyordu ve son dakikaya kadar bekleyecekti. Çünkü hayat iyiydi, güneş sıcaktı… Fakat ya insanlar? İşte sevgisiz ve bencil insanoğlu, Septimus’a intihardan başka bir seçenek bırakmamıştı… Tam da partisinin orta yerinde, Septimus’un -savaş sırasında asker olan, 30’lu yaşlarındaki genç bir insanın- intihar haberini öğrenen Clarissa Dalloway ise kendisini Septimus’la özdeşleştirir. Her ne kadar haberi ilk duyduğunda sinirlense de -Brandshawlar partisinde ne hakla ölümden konuşmuşlardı?- bir süre sonra Septimus’a karşı bir yakınlık duymaya ve hatta onun ölümünden dolayı suçluluk hissetmeye başlar… Onlar yaşamlarına devam ediyorlardı; partiye geri dönmesi gerekiyordu Clarissa’nın ancak “…önemli bir şey vardı; kendi günlük hayatında gevezeliğe boğulan, yalan, düzen içinde bozulan, silinen, gün geçtikçe soysuzlaşan bir şey. İşte o genç bu önemli şeyi korumuştu. Ölüm, bir direnmeydi. Ölüm, iletişim kurma çabasıydı -insanlar gizemli bir şekilde ellerinden kaçan öze ulaşamayacaklarını anlıyorlar, yakınlık uzaklaşıyordu, tat yok oluyordu. Bir kucaklaşma vardı ölümde. Şu kendini öldüren genç -düşerken hazinesini elinde mi tutuyordu acaba?” Oysa ölmesi gereken kendisiydi; bir zamanlar “şu anda ölmek, en büyük mutluluk olur” demişti. Savaştan sağ dönen o genç adam öldürmüştü kendini. “Clarissa’nın felaketiydi bu -utanç lekesiydi. Bu koyu karanlıkta genç adamların yitişini, yok oluşunu gözlemek, onlar ölürken gece elbisesiyle durmak bir çeşit cezaydı belki. Hiçbir zaman tam tamına beğenilecek bir insan olmamıştı. Başarı peşinden koşmuştu”.

VIRGINIA WOOLF İLE KAHRAMANLARI ARASINDAKİ BENZERLİK
Hayatı boyunca birçok kez intihara kalkışan ve en nihayetinde bu yolla yaşamına son veren Virginia Woolf’un gerçek yaşamı/kişiliği ile, yarattığı bu iki kahraman arasındaki benzerlik dikkat çekicidir. Woolf yapıtlarında, doğrudan bir iç dökme şeklinde kendini anlatmasa da yapıtın dokusunda, satır aralarında Woolf’un gölgesini açıkça görürüz. Mrs. Dalloway romanındaki Clarissa Dalloway ve Septimus Warren Smith karakterlerinde de Woolf’un gerçek yaşamına/kişiliğine dair izler gayet belirgindir. Savaşın ruhunda açtığı yaralara dayanamayan Septimus da tıpkı Viriginia Woolf gibi intihar ederken, romanda Woolf, Clarissa için “bir gün bile yaşamak çok, çok tehlikeliydi ona göre” sözlerini sarf eder. Clarissa’nın ölümle ilgili söylediklerine kulak verecek olursak, İkinci Dünya Savaşı’nın vahşetine ve acımasızlıklarına dayanamayan Woolf’un intiharı/ölümü de bir direnme ve iletişim kurma çabasıdır. İntiharla birlikte “delilik” konusunu da Septimus karakteri üzerinden işler Woolf ve bu karakter, yazarın manik-depresif kişilik bozukluğunu, doktorları ve etrafındaki yakınlarıyla olan ilişkilerini akla getirir hemen. Ayrıca Clarissa ve Septimus dışındaki diğer kahramanların yaşamlarında ve kişiliklerinde de (Peter Walsh, Richard Dalloway, Lucrezia, Sally Seton, Lady Bruton, Doris Kilman, Hugh Whitbread, Elizabeth Dalloway, Sir William Bradshaw, Dr. Holmes) Woolf’tan yansımalar göze çarpar.

NOT: Bu yazı, Roman Kahramanları dergisinin, 2010 Ekim-Aralık sayısında yayımlanmıştır.

Elif Şahin Hamidi
(elif.sahin@gmail.com)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir