İlk büyük modern Sırp şairi olan İliç, Sırp şiirinin yanı sıra, 19. yüzyıl Hırvat şiirini de etkilemiştir. İlk şiirlerini, babası Jovan İliç ve kayınpederi Djura Jaksic?in dehalarının gölgesinde yazmış; ancak, zamanla kendi güçlü kişiliğini edinerek, ince bir sanat ve duyarlıkla, özgün bir tarz yakalamayı başarmıştır. İliç; Puşkin, Lermontov ve Jukovski?nin izleyicisidir. Rusçadan yapılan çevirilerini okuduğu, klasik ve modern edebiyatı, onlar sayesinde tanımıştır.
İliç, eserlerinin temalarını, mitoloji ve tarihten seçmiştir. Eserlerinde, bürokrasiye dayanan polis devletini, ağır bir dille yermesine ve politik özgürlüğün sağlanması için, tutkulu bir biçimde mücadele etmesine karşın, İliç?in toplumsal gerçeklikle bağdaşmadığı görülür.

Sırp edebiyat tarihi için, İliç?in eserlerinin anlamı; 1860?lı ve 1870?li yılların yerel şiirinin düşüşünden ve Branko Radicevic ile başlayan Sırp romantizminin, öykünmeci yüzeyselliğinden kurtuluştur. 1840?lı yılların, Popovic ve Maletic tarzı objektif liriğini kullanan Sırp şiirinde yeni bir çığır açan İlic, romantizmi kesinlikle terk etmiş ve yüzünü antikiteye, paganizme ve İspanyol şiirine çevirmiştir. Çağının, romantizm kopyası bir üslupla yazılan şiirlerine karşı çıkmış; kendine özgü bir gerçekçilik anlayışını dile getirdiği yetkin şiirleriyle, 20. yüzyıl Sırp şiirinin öncüsü olmuştur. Tiyatro alanındaki denemeleri ise başarısızdır.
İliç, 20 nisan 1860?ta, Belgrad?da doğar. Babası, romantik şair Jovan İliç?tir. Şair, Djura Jaksic?in de damadıdır. 1885 yılında, Sırbistan?ın Bulgarlara karşı yaptığı savaşa gönüllü olarak katılır. 1887-92 yılları arasında, düzeltmen olarak; 1892 yılında da, Turn-Severin?de, öğretmen olarak çalışır. Daha sonra da, Priştine?de memur olarak görev alır. İliç, 21 ocak 1894?te, Belgrad?da veremden ölür.

İliç?in erken dönem eserlerinden biri, 1880 tarihli ?Balıkçı? adlı şiiridir. Şiir, bir kıza aşık olan; ancak, ona ulaşamayıp, düş kuran bir balıkçıyı anlatır. Bir gün, yine düş kurarken, birden kendine gelen balıkçı, karşısında bir cin bulur. Cin, tek bir koşul karşılığında, onun düşlerini gerçeğe çevirebileceğini söyler. Bu koşul, onun isteklerini yerine getirdikten 1 yıl sonra, cinin gelip kızı almasıdır.

Balıkçı, cinin önerisini kabul eder. Böylelikle, zenginliğe ve çeşitli dostlara sahip olur. İyi bir hayat sürmeye başlar. Arzularının derinliklerinde yaşayıp giden balıkçı, kutsal olan her şeyle de alay etmektedir. Ancak, kaybedilmiş saflığa ve ilk aşka, artık dönüş yoktur. Cin, 1 yılın sonunda gelir ve hizmetlerinin karşılığını ister. Balıkçı, kızı vereceğine, onu öldürmeyi yeğler. Ancak, bu yaptığıyla; yaşamının temel amacını, mutluluğunun ilacını, sonsuza dek kaybetmiş olur.

Şiir, Goethe?nin ?Faust??u ile Lermontov?un ?İblis??ini anımsatmaktadır. Cin, Faust?un Mephisto?suna benzer. Ancak, eserin lirik ve dramatik genel görünüşü, Lermontov?un şiirlerine benzemektedir. Yazar, şiirin, dil ve dize teknikleri bakımından yetkin olmasına özen göstermiştir. Şiir, Sırp şiirinde, ilk önce Popovic tarafından kullanılan 11?li hece kalıbını geliştirmekte; uyaklı dizeler, 5. heceden sonra durak vermektedir. Güçlü bir şekilde stilize edilmiş olan dizelerin göreceli bağımsızlığı; anlatılan konunun dramatikliğini, hem diyalog hem de doğrudan konuşmalarda verilmesini kolaylaştırmaktadır.

İliç, 1882?de, ?Radoslav? adlı tiyatro oyunu ile ?Shakespeare ve Bacon? adlı denemesini ve 1883?te, ?Shakespeare ve Coriolanus? adlı denemesini yazar.1887?de; ?Salamura?, ?Rudnik?te Maskeli Balo?, ?Rudnik?te Günah Çıkarma? ve ?Rudnik?te Cehennem? adlı şiirlerini yazar. Aynı yıl, ?Şiirler? adlı kitabı çıkar. Bu eser, 19. yüzyıl Sırp edebiyatının, şiir alanındaki dönüm noktasıdır.

?Rudnik?te cehennem? adlı şiirde, despot Lazar Brankovic?in ölümü anlatılır. Bir karganın ötüşü, despotun sonunun geldiğini haber vermektedir. Yaşlı rahibe, annesini bile öldüren Brankovic?in günahını çıkartmak ister. Ancak, zaman yoktur. Brankovic, siyah giysiler içinde, meşale alayının eşliğinde, gömüleceği yer olan Rudnik dağının eteğindeki göle doğru yürür.

Belgrad?ın güneyinde bulunan ve Sırpların sembolü olan Rudnik dağı, 1804?te, ilk Sırp isyanının başladığı ve Osmanlı boyunduruğundan ilk kurtulan Karadağ?ın yerini almıştır. Bu şiir, şairin; hem nesnelliği dolayısıyla oluşan, resme benzer betimleme çabalarına, hem de eserin, temel melankolik ve elejik havasına bir örnektir. Olaylar, tüm ayrıntılarıyla anlatılır. Şiir, yaklaşan ölümün ürkütücü havasını taşır. Karanlık gece, ölümcül soğuk, gölün dinginliği, çıplak mağara ve felaketi haber veren gece kuşları, betimlenen resmin sembolik unsurlarıdır.

İliç, ?Balıkçı? şiirinde olduğu gibi; bu şiirde de, dil ve dize tekniklerine önem vermiştir. Tekniğinin karakteristik özelliklerinden biri, şiire egemen olan temel tonda, bilinçli olarak epitheton kullanılmasıdır. Böylece, şiirde kompozisyonel resim betimlenirken; karanlık, ürkütücü, ıssız, soğuk, ölümcül gibi nitelikler, etkili bir şekilde, benzeri sözcüklerle yer değiştirilerek kullanılmıştır. Sesli bir harf olan ?v? ile konsonant ?r??nin, diğer harflerden fazla kullanılması rastlantı değildir.

Şiirin 10 dizeli kıtaları, 3 çeşit uyak biçimi içerir. İlic, Radicevic?in, güçlü hecelere dayanan dizelerini, vurgulu ve vurgusuz 2 hece olarak kullanır. Şiirin 12 heceli dizeleri, şairin, özgür ritmik yapıyı gevşetme çabasını gösterir. Şair, 3 heceli sözcükler kullanır. Ölçü değil, tümce vurgusu egemendir. Bu nedenle, bu epik şiirin diksiyonu, şiirsel anlatıya yaklaşır.

İliç, 1889?da, ?Perikles?in Ölümü? ve ?Argonautlar? adlı şiirlerini yazar. İliç?in bu şiirlerinden başka, ?Vardar Üstüne? ve ?Aziz Sava? adlı yurtseverlik şiirleri vardır. Bu şiirler, güçlü ve tumturaklı romantik geleneğin dışında kaleme alınmış şiirlerdir.

Kaynakça:

-Dictionnaire des Litteratures
Philippe Van Tieghem/1984

-Kindler Neues Literatur Lexikon
1990

Tibullus

Genç Tibullus Quirite, gecenin ılıman karanlığında,
Venüs?ün gururlu heykelinin önünde, kalakaldı şaşkınlıkla.
Tek sözcük çıkmadı ağzından, dili tutulmuşcasına;
Yüzüne baktı yalnızca, dalıp gitti o harikaya.Uykudaydı Roma,
Dingin ve sessiz, derin bir huzurun koynunda;
Genç Quirite ise, dimdik ayakta!
Alamıyordu uykulu gözlerini, o mucizevi görüntüden;
O sanatın, büyülü güzelliğinden.
Çoktan ışımıştı şafak, o ise ayaktaydı, yeni uyanmışcasına;
Gece çözerken, büyülü beliklerini bir kez daha.
Bir düştü bu, yalnızca söküp almıştı onu bu düşten.
Uyanan şehrin karmaşasında, çınlayan gizemli sesler,
Şöyle diyordu azarlayarak, kulak verdiği o sesler:
?Tibullus?umuz mutsuz; gelin, ey Tanrılar ve
Aşık olmaktan koruyun onu, soğuk bir taş parçasına!?
Çeviren: Murat Acar

Genç Çingene

Ey, kalbimin kaygısız çocuğu, çöz üzgün beliklerini;
Savur kaküllerini rüzgara!Ah, o kiraz dudakların,
Alev alev arzulu gözlerin, körpecik göğüslerin;
Hazza bürüsün gözlerimi!

Bana altın bir kadeh ver, tutkulu bir öykü okuyacağım;
Dilden dile dolaşan bir öykü bu ceylanım!
Bacchus?ün, zamanında nasıl sürdüğünü ordusunu, verimli Hindistan?a;
O hoş kokular ve çiçeklerle kaplı diyara.

Nasıl bir tutkunun burgacında güçlü, vahşi ve ateşli bir çığlıkla,
Erkeklerden, kadınlardan ve hayvanlardan oluşan bir ordunun ileri atılıp çılgınca;
Doğunun kösnücül kızlarını, feryat ve figanlarla,
Bozguna uğrattığını okuyacağım, Hindistan dağlarında.

Ah, genç çingene, ben de oradaydım, Bacchus?ün yanında!
Sen yine de, çöz bendeki gizemi; neredeyim, ne yapıyorum burada?
Pekala, sarhoşum ve bunun farkındayım!Ama niye gizlemeli?
Bir kez olsun değdirmedim dudaklarıma o kadehi.

Meşe Ağacı

Şimşeğin kavurduğu meşe ağacı, dimdik duruyor külrengi açıklıkta;
Tüm görkemiyle dikiliyor, dev gövdesiyle gururlu ve kapkara.
Dağdan esen hafif rüzgarda sallanıyor, gövdesinden fışkırmış otlar
Ve çırpınıyor, menevişli çiçekler.

Yakında kış gelecek, her şeyi hırpalayan soğuk eliyle;
Soyup süslü giysilerini, çırılçıplak bırakacak yamaçları.
Daha nice kış, soğuk rüzgarlarıyla gelip geçse de;
O, dimdik duracak yerli yerinde.

Akşam

Kızıl kurdelelerle, çoktan sarmalandı gökyüzü batıda;
Uzaktaki tarlalar bir bir boşaldı, dinlenmeye çekildi yorgun dünya.
Sabancı, evinin yoluna koyuldu, bitkin dudaklarında bir şarkı;
Ağaçlarla kaplı, sessiz vadilerde söylüyor aralıklarla.

Yankılanıyor tekerlek gıcırtıları ya da genç kaygısız çobanın,
Oynayıp zıplayan sürüsünü güttüğü, kavalının ezgisi;
Yanında yürürken, sallayarak kuyruğunu tüylü, tembel köpeği,
Kararan havanın, sessizliğe gömdüğü ovanın ötesinde.

Kızıl kurdeleler yavaş yavaş yok oluyor.
Cennetteki köşkleri aydınlatan ay ışığı solgun da olsa,
Süzülüyor havada usulca; büyük ve sessiz karanlık, yol gösteriyor
Büyülü geceye; bu kurşuni okyanusun bilinmezliğinde.

Uykunun, huzurlu bağrına sokulmuş her şey.Arada bir,
Komşunun yaşlı köpeği havlıyor ya da tarladan geç dönen bir işçi,
Sabanını bir köşeye çekip, yorgun sığırlarına su verirken;
Çıkrığın gıcırtısı, dökülen suyun sesine karışıyor.

Sonbahar

Kırlarda geziniyor sonbahar, gururlu bir masal prensesi gibi.
Demet demet başakları var altın renginde ve birbirine dolanmış
Yeşil dalları, güzel başında; gökyüzünden,
Bir büyü gibi, hoş kokulu otlara inen.

Bir elde üzüm salkımı, kan çisemişcesine üstüne kıpkırmızı;
Sonbaharın verimli gülümseyişidir bu, tatlı tatlı.
Dingindir şimdi akşamlar ve dingindir günler, onun hazırladığı;
Verimlidir hasadı.

Ah, nasıl da büyülüyor her şey bizi!Eski şöminede,
Kızılca çatırdıyor alevler huzur içinde, sis yayılıyor yamaçlara;
Havadaki nem, sarıp sarmalıyor her şeyi.Ve işte, geçmiş
Eski çağların öyküleriyle, yeniden canlanıyor gözümüzde.

Söyleşilerde, huzurlu mırıltısı geç saatlere dek sürüyor;
Uyku ağırlaştırıyor herkesi.Tutkulu bir fısıltı duyuluyor,
Evin sessizliğinde.Ama, çok geçmeden o da susuyor;
Artık uyku, parmaklarının ucunda, aramızda geziyor.

Güzün Sonuna Doğru

Dinle bak; nasıl uğulduyor rüzgar, şu bizim ıssız çayırlarımızda!
Kalın sis tabakalarını, nasıl da sürüklüyor sulak vadiye doğru!
Kuzgunun çığlığını dinle; tepemde yükselen ve dönüp duran!
Gökyüzü, karanlık bir peçeyle örülmüş gibi.

Kaygıyla koşuşturuyor bir tay, sırılsıklam yağmurda köye girerken,
Gürültüyle soluyor burnundan; eski ve darmadağın haldeki evler, gözüme ilişiyor.
Kapının eşiğinde bir kadın, dışarıda ıslanan kümes hayvanlarını çağırıyor;
Kaba tüylü kuyruğu ve kocaman adımlarıyla, bir av köpeği yanı başında.

Üzüntülü bir ıslık tutturmuş rüzgar, ıssız ve karanlık çayırlarda;
Kalın sis tabakalarını sürüklüyor, sulak vadiye doğru.
Kuzgunun çığlığını dinle, tepemde yükselen ve dönüp duran!
Gökyüzü, karanlık bir peçeyle örtülmüş gibi.

Vardar Üstüne

Kurşuni, yıkılmaz taş duvar, göğe yükseliyor gururla;
Derin ve karanlık vadilerin üstünde, kartallar savaşıyor bulutlarla.
Korkunç Vardar gürüldüyor altında, köpürerek geçiyor
Dar boğazlardan; mavi Ege denizine kavuşana dek.
Ey Sırp ırmağı, yüzyıllardır yok olup giderken; senin suların,
Karanlığın okyanusundaki dalgalar gibi, yükselip alçalacak sonsuza kadar!
İnci taneleri gibi damlaların ,öpüyor kıyılarındaki taşları;
Orada, halkımızın anıları, geçmişi ve görkemi saklı,
Mutlulukla ışıyacak orada, özgürlük aşkı!
Neşeli ve dimdik duracağım bugün; onurum kırılmış, kalakaldığım bu yerde,
?Beyaz Kartal??ımız, açacak iri kanatlarını alabildiğine;
Ey Vardar, derin vadilerinin üzerinde!

Kolları Kavuşmuş Göğsümde

Kollarım kavuşmuş göğsümde,
Bakışım donuk ve cansız,
Yatarken aranızda;
Ölüm döşeğinde.

Ve siz, çiğle kaplı çelenklerle,
Ölümün soldurduğu yüzümü örttünüz.
Ağrılarımdan ve sancılarımdan dem vurup,
Ne içler geçirdiniz.

Zehirli sözlerinizi dinledim;
Ne güzel konuştunuz,yükseltip sesinizi.
Acı acı güldüm halinize,kahkahalar attım;
Kefenimin altından.

Kış İdili

Kış, karla kaplı vadilere ve uçsuz bucaksız düzlüklere yayıldı iyice;
Karanlık, yüksek dağları sıkıca sardı.Burgaçlarla savuruyor kar, ıssız ovaya
Tanelerini, tüm doğa sessiz şimdi ve kışın soğuk nefesi,
Dondururken dünyayı, son yapraklar da dökülüp gitti.

Odamız yoksul ve gösterişsiz; ama, neşeyle çatırdıyor ateşimiz.
Sobanın yanına kıvrılmış, uyukluyor kedimiz.
Duvarlarda, gölgelerin tuhaf dansı sürerken;
Sessizce sıralanmış uykulu çocuklar, şöminenin önüne.

Büyükbaba, eline alıyor piposunu, temizliyor içini; avucuna vura vura.
Kuru tütün yapraklarını çıkarıyor, kemerinin altından sonra;
Parmaklarıyla yoğurup, iyice piposunu dolduruyor.
Tüttürürken dumanını, dışarıda esen rüzgarın sesini dinliyor.

Kulak veriyor, köyde kağnının çatırdayan tahtalarına;
Yukarıda dönenen kuzgunun çığlığına ya da birinin konuşmasına.
?Ah, Panta?dır bu! Şu bizim komşu, sağ salim dönmüş dağdan;
Hayvanlarını aceleyle çözerken, bir yandan da evdekileri azarlıyor anlaşılan.?

Büyükbaba, bir masal anlatıyor bize; epeydir köyümüzde,
Yoksul bir kadın yaşarmış çocuğuyla birlikte.
Paul?muş adı, susmak nedir bilmezmiş kerata;
Ta, gençlik günlerimde yaşandıysa da bunlar, dünmüş gibi anımsarım hala.

Bin sekiz yüz bilmem kaçta, tam anımsayamadım şu an;
Ama, Bonaparte?ın Rusya?ya gittiği yıldı yanılmıyorsam.
Uzun, zorlu bir kıştı ve o yıl ırmaklar erken donmuştu;
Sekiz ayak kar vardı düzlükte ve dağlar da tümüyle örtülmüştü.

Soğuk bir sabah, anne dışarı çıkmış ve hayli uzaklaşmıştı evden;
Ardından, Paul de kalkmış ve bir başına sıvışmıştı küçük adam köyden.
Ne geri dönmüştü bir daha, ne de bulunabilmişti gün boyu aramalarına rağmen;
Üzüntülü anneciği, kendine beddualar edip, gözyaşları içinde dövünürken.

Bütün gün, bütün gece, annesi ağlayarak acıyla;
İncecik iğini çevirdi durdu.Şöyle yakardı Tanrı?ya:
?Hiç değilse söyle bana!? diye ağladı. ?Nerede son buldu,
Küçük Paul?ün yaşam yolculuğu? Son bir kez olsun, görebilsem onu!

Tanrı, kadıncağızın dualarında usandı, onu kürklerle sarmaladı;
Sonra, yanına çağırıp Aziz Peter?i, kadının neden ağladığını sordu.
Öğrenince gözyaşlarının nedenini, sızladı Tanrı?nın vicdanı;
Bunun üzerine, Paul?ü hemen buldu, kaldırıp asasını.

Cennette buldu onu.Doyasıya meyva suyu içiyordu;
Yemyeşil meyva ağaçlarından, altın elmalar yiyordu.
Ağaçların altındaki sayısız çocuk, bembeyaz elbiseleri içinde,
Cennetin çiçeklerle kaplı yollarında, elma yiyerek geziniyordu.

Boyunlarında gümüşi çıngıraklarla, kuzucuklar aralarında koşuşturuyordu;
Hoş kokulu çiçeklerin üstünde, kelebekler oradan oraya uçuşuyordu.
Yemyeşil çayırların içinden, cennetin ışıltılı ırmakları akıyordu;
Rengarenk kuşlar, dingin su kıyılarına konuyordu.

Azarlarcasına haykırdı Tanrı: ?Paul, gel anlat bana, seni yaramaz!?
Elmalar döküldü sarsılan ağaçlardan. ?Kim getirdi seni buraya?
Şimdi, in şu ağaçtan aşağıya, giysilerini giy ve eve git doğruca,
Zavallı annenin yanına; nazik ol ona karşı ve bir daha da sözünden çıkma!?

Böylece çocuklarım; Paul, bir akşam yuvasına, annesine geri döndü.
Köyden geçmekte olan arabacılar bulduklarında onu,
Karla kaplı yolun kıyısında, yarı baygın yatıyordu;
Bitkin ve solgundu, derin bir dalgınlıkla, neredeyse donuyordu.

Paul bir şeyler mırıldanıyor, anlatıyordu nasıl cennete vardığını;
Evet, sürekli anlatabilir bize, cennette geçirdiği zamanını.
O zamandan beri, Paul, nazik ve saygılı annesine;
Şehre bile gidiyor onunla, yardım etmek için işlerine.

Uluyor aç tilki dışarıda, rüzgar çok sert esiyor düzlükte;
Kurtlar inmiş köye, kol geziyorlar evlerin önünde.
Köyün dumanaltı hanından, neşeli şarkılar yükseliyor;
Uzaktaki kulaklara, müziğin zayıf ve tekdüze sesi ulaşıyor.

O ses de, gecenin içinde yitir gidiyor.Eski bir şöminede,
Ağır ağır yanan kütüğün karşısında; kocaman, tekir bir kedi uyukluyor.
Tembelce aralıyor gözlerini; rüzgar sarstıkça duvarları, çatıyı.
Sonra, esneyip kaygısızca, huzurlu ve miskin uykusuna dönüyor.

Previous Story

Yedinci Ağıt & Okumak (Elegie 7), Emmanuel Hocquard

Next Story

Güzellik Hırsızları, Pascal Bruckner

Latest from Biyografiler

Van Gogh’un kitap tutkusu

Geçtiğimiz haftalarda Paris’in izlenimci koleksiyonuyla ünlü Musée d’Orsay, Antonin Artaud’un Van Gogh: Toplumun İntihar Ettirdiği kitabından yola çıkarak yazar ile ressamı, Artaud ile Van
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ