Witold Gombrowicz ile Söyleşi – Bedriye Korkankorkmaz

witold-gombrowiczGölgesiz bir ağaca sırtımı yaslamış, güneşle nemin bilek güreşini izliyorum. Gölgesiz ve yapraksız ağacın sıcak yalnızlığı içine çekiyor beni ve ağacın kendisiyle sohbetine kulak misafiri oluyorum. “Çölde değilim. Seneye dalımda yapraklar birer beşik gibi sallandığında insanlar güneşin zararlı etkilerinden kendilerini korunmak için sırtını bana yaslayacak.

O zaman kendimi şimdiki gibi yalnız hissetmeyeceğim. Kızın gölgesizliğime inat sırtını bana yaslamasına seviniyorum. Gölgesizliğime rağmen beni terletmeyen güneş kızın yalnızlığının sıcağından terleyecek anlaşılan. Gölgeleri olmayan insan yığınının içinde gölgesinin izini takip eden ve içindeki güneşin sıcağından kendini korumayan bir insan… İçindeki güneşin onu terlettiği yetmiyormuş gibi bir de benim gölgesizliğimde terlemek istiyor. Şuna bak gözlerini yummuş tarif edilmez bir huzurla dolu yüzünü güneşe dönmüş… Gözlerinden akan yaşlar bir ressam gibi yanağından boğazına doğru çıkmaz sokaklar çiziyor… Ne güneşin ne gözyaşlarının özgürlüğüne dokunmayan bu kızın kendini koruma içgüdüsü sıfır. Ne yüzünde maskeleri ne de içinde kalkanı var. Sırtından yediği darbelerin resmini sırtına çizerek sırtını tuval gibi kullanmış anlaşılan. Resme bakılırsa darbelerin şiddetinden aynı anda gökyüzü ile yeryüzünde deprem olmuş. Hayat belirtisi olmayan bir kentin görüntüsü, çocukların dolaşmadığı bir dünya, açlıktan ölen insanların kokmuş cesetleri, namus adı altında satmadık değer bırakmayan insanların iktidarı ele geçirmesi, insanı insanlığından utandıran adaletsizlikler, işkenceler, düşünce özgürlüğünün olmadığı bir dünya gibi… Duyguları tarumar olan kızın içi botanik bahçesi sanki. Hiçbir çiçek kurumamış. Gözyaşlarıyla suluyor olmalı içindeki çiçekleri. Gözyaşı ile gökkuşağının çiçekleri onunki. Kâmil insanın olgunluğunu çağrıştırıyor her bir çiçeğin renk tonları. Şuna bak, içi Milli Kütüphane sanki. Onca kitabın içinde sadece elindeki kitabı durmadan göğsüne yaslayan kız yanına oturan erkeği de fark etmiyor. Kızla adamın konuşmasına kulak misafiri olmak eğlenceli olacak anlaşılan. “Bu güneşte gölgesiz bir ağacın altına oturan bir deli kendi gibi bir diğer delinin yanında oturmasından rahatsız olur mu? “Bir an gerçekten delirdiğimi sanıyorum. Görülmeyen bir elin boğazımı sıktığını hissediyorum. Elime dokunuyorum, elimi hissediyorum. Demek ki, duyduğum erkek sesi gaipten gelen bir ses değil. Ben bu düşüncelerle boğuşurken omzuma bir el dokunuyor. Yaşadığım garip durumun bana verdiği cesaretle gözlerimi açıyorum ve yanıma oturmuş erkeği fark ediyorum.

-Korkuttum mu sizi?

-Evet.

-Bir insanın sesinden o insandan korkup/ korkmaman gerektiğini anlamalısın.

-Bilge olmalı sizin dediğiniz seviyeye gelmesi için bir insanın.

-Bu halinle bir garibana benziyorsun şu an.

-Kısmen…

“Düşüncelerini ifade etmekten korkan insandır gariban. Sen korkak mısın? İnsanların beni unuttukları bir dönemde sen bir aydır Bakakai eserimle yatıyor onunla kalkıyorsun. Beni tanımak isteyen deliyi ben de tanımak istiyorum. Bir yandan eski eserleri okuyorsun diğer yandan da çağa uyum sağlamadığını düşünüyorsun. İnsanların tüm isteklerini eksiksiz yerine getirmek için nöbet tutan evrenin dilini keşfetmeni sağlayacak eserleri oku ki, evin araban bankada da paran olsun. “Witold Gombrowicz! Sizsiniz! “Benimle tanışmak seni bu kadar heyecanlandırdığına göre sen hakikatli bir delisin. Sen de yirmi yıldır doğup büyüdüğün Bingöl’de değil de Mersin’de yaşıyorsun. Seni düşünce suçlusu, seni… Seninle ruhumun diliyle konuşacağız anlaşılan. Ruhumun aynasında ruhunun yüzünü görmeni ve ona dokunmanı istiyorum senden. “İlk kez sürgün yaşadığımı algılayan birisiyle tanışıyorum. Düşünce suçlusu olduğum kadar vicdan suçlusuyum da ben. “Ağır suçlarla yargılıyorsun kendini başkalarını aklamak için. Kendini suçlamayı bir gelenek haline getirmişsin. Sende beni rahatsız eden bu yönün. Vicdanın nefes alıp verdiği sürece korkma. Kaldı ki, senin vicdanın nefes alıp vermekle yetinmiyor maratona koşuyor. Sürgün insanlara olan yakınlığını/hayranlığını anlıyorum. Anlayamadığım saralı insanlara olan hayranlığın. Örneğin Dostoyevski’ye de hayransın benim öykümdeki Avukat Kraykowsk’i takip eden sara hastası karakterime de. Neden? “Aslında sözcüklerden insan yaratan yazma yeteneğine hayranım ben. İnsan, kendisinde olmayan şeye/şeylere hayranlık duyuyor. Öykülerinizdeki her karakter kişiliğinin gereklerini eksiksiz yerine getiriyor. Hayatımızı kuşatan karakterleriniz ölmeden siz de ölemezsiniz. Saralılara olan yakınlığıma dair saptamanızda da haklısınız. Ben, içinden geçenleri söyleyenlerin davranışlarındaki samimiyete hayranım. Tıpkı şu şiir dizesindeki insanı yücelten değerlere hayran olduğum gibi: “Esinimizi aşktan/ Alacağız her zaman/ Ama ağır basmaz merhametten./ Bakın, dışarıdaki felaketlere bakın!/ Yağdı yağmur üç gün, hâlâ da yağıyor!/Üç gündür soğuk, sefalet ve rüzgâr./Bahtsızları düşünelim, zavallı insanları: Merhamet, acıma, iyilik gözyaşları/ İşte gerçek güzellik” (s. 143) “Eserimle nasıl tanıştığını öğrenebilir miyim? “Bazı kitaplar da kaderi gibi peşini bırakmıyor insanın. Taksim’de kitap sahafçısının önünden geçiyordum. Esen rüzgâr sokağın tozunu yüzüme krem gibi sürdüğü için başım önümde yürüyordum. Rüzgâr ayağımın önüne bir yaprak gibi sürükledi eserinizi. Sayfası açık kitabınızı yerden almak için eğildiğimde alıntıladığım şiir dizesiyle yüz yüze geldim. İçgüdüsel olarak göğsüme bastığım eserinizi satın aldım. Hüznüm mutluluğumun yanında öksüz kaldı. Yazın anlayışınız kadar düşünce suçundan dolayı sürgüne gönderilme nedeniniz de beni çok etkiledi. “Polonya’ da doğdum. Yapıtlarım Naziler, Stalinciler ve Polonya hükümeti tarafından yasaklandığı için ömrümün yirmi beş yılı Arjantin’de geri kalan büyük bölümü de Fransa’da geçti. Roman, oyun, kısa öykü ve deneme yazarıyım. Eserlerimi kendime özgü gerçeküstücülük anlayışıyla uyarladım ve bu anlayışını kemale ermiş insanların bilgeliğiyle bütünleştiren alaycı bir hiciv anlayışıyla zenginleştirdim.” “Yapıtlarınızda insanların birbirinin benzerini yaratmasının nedenini birbirleriyle bitişik yaşamalarına bağlıyorsunuz. Bu da insanların bağımsız bir öze sahip olmasını engelliyor. İnsanların isyanı bile toplumun genel yargılarını destekliyor. Size göre insanın içinden çıkamadığı çatışmalarının nedeni yaşadığı çelişkiler. Örneğin, yaşadıklarıyla olgunlaşmak isteyen bir insanın gençlerin taşkın davranışlarını kıskanması bir çelişkidir size göre. Bana göre ise insan bu türden çatışmalar/ çelişkiler sayesinde kendi özgerçeğiyle tanışıyor. Tabii ki, ben bu türden masum çelişki/ çatışkıyı destekliyorum. Siz daha derinlemesine irdeliyorsunuz çelişki/çatışkıyı. Bu yüzden de insanlığın geleceğini karantina altına alan genel çelişki/ çatışkıları tüm boyutları ile gözler önüne seriyorsunuz. İnsanın verdiği kararların arkasında durması için bu türden çelişki/ çatışkılardan kurtulması gerektiğini ısrarla savunuyorsunuz. Dolayısıyla da insanın çoğula değil; kendine tabi olmasını önceliyorsunuz. Bu yüzden mi Sartre’den da daha karamsar bir varoluş hesaplaşmasının içine girdiniz? “Aslına bakarsan ben seni sorguya çekmeyi düşünmüştüm ama görüyorum ki, sen beni sorguya çekiyorsun. “Sorgudan öte sohbet ettiğimizi düşünüyorum ben. “Çok alıngansın. Beni bilirsin kara mizahı seviyorum. Yine de konuyu dağıtmadan sorunu yanıtlamak istiyorum. Benim Sartre’den de daha karamsar bir varoluşçuluk hesaplaşması içine girmemin asıl nedeni alegorik bir anlayışla sorguladığım toplumsal törelerin bağnazlığı/ değişmeyişliğidir. “Siz karamsar varoluşçuluk hesaplaşması içine girdiğiniz için mi yazın anlayışınızı gerçekçi bir anlatım üzerine kurdunuz? “Gerçekçi anlatım tarzıyla olayları ve insanları irdelediğimde kapalı alanların bireyin özgerçeğini yok ettiğini gördüm. Tek tek toplum değerlerini temsil eden birbirinden bağımsız konuları bir çatı altında topladığımda toplumsal değerlerinin temelsizliğinin nihilist anlayışa tabi olmasından kaynaklandığını algıladım. Çelişki ve çatışkıya da sizin dile getirdiğiniz gibi iyi niyetli bakmıyorum. Benim varoluş biçiminin ana teması da insanın toplumsallaşmasından öte özgürleşmesidir. “Çıkarların barışı uğruna yapılan savaşı akıl dışı bulmayan/ yasaklamayan toplum değerleri erotizmi ahlaki değerlerimiz açısından sakıncalı gördüğü için yasaklıyor. Benim insanlığın geleceği için de tehlike bulduğum çelişki/ çatışma bu türdendir. Yirmi birinci yüzyılda da aynı çelişki ve çatışma yaşanıyor. Bu da varoluş konusunda karamsar olmakta ne kadar haklı olduğumun ispatıdır. Çağınızda da vahşi kapitalizmin esiri insanlar. Çocuklar da çocukken yitiriyor çocuk olma masumiyetini. Oyunu kuralına göre oynamasını öğreniyor. İntihar edenler, değerlerine yabancılaşmamak için kendine sürgün yaşayanlar toplumun dışladığı insanlardan oluşuyor. Buradaki çelişki ya da çatışkı değil bana göre çoğulcu doğrunun toplam gücüdür. Adil değildir. Bir yanda sistem fabrikasının ürettikleri insanlar diğer yanda da değerlerini hayata geçirmek isteyen bir avuç azınlık… Bu aslında her gün her gören gözün gördüğü ve görmezden geldiği cephanesiz/ kansız savaştır. Bu savaştaki azınlık; güzelliği, asaleti, cesareti, adaleti, barışı, merhameti, özgürlüğü… temsil ediyor, çoğunluk ise, kapitalizmin toplu katliamını. Üyesi olduğunuz toplumun yozlaşma boyutunu doğru algılamak için sistemin sindirme sisteminin insanı nasıl yuttuğunu, nasıl çalıştığını görmeniz yeterli. “Elimdeki Bakakai eserinizde çağdaş öykü türünde yazılmış on iki öykü var. Öykülerin her biri, içinde yaşadığınız toplumun genel kabulüne karşı birer başkaldırı. Sürgün yaşamanın size verdiği içsel özgürlük bir tür yazınsal cesarete dönüşmüş sizde. Sürgünlüğünüzün yazınsal dehanızın üzerindeki etkilerini bu eserinizi okuyunca daha iyi algıladım. Bu yüzden toplum önderliğine soyunmuş insanların zavallılığını af etmiyorsunuz. Onlarla sözcüklerin sahasında maç oynuyorsunuz ve onların kendi kalelerine gol atmalarından büyük keyif alıyorsunuz. “Yaklaşımını sevdim. Toplum önderlerinin bizi oyunlarıyla kandırıp kendilerine benzetemediklerini anlamalarını istiyorum. Karşılıklı olarak kendi kalelerine gol atıyorlar. Ben oldum olası bireyin katıksız bağımsızlığından yanayım. Haklının hakkını savunan bireylerin taleplerine sırtını dönen toplum önderleri bize önderlik edebilir mi? Benim en büyük savaşım bu türden sahte toplum önderlerine karşı verdiğim savaştır.” “Sizin kişilik özelliğinizi Stefan Czarniecki’nin Anıları’nda algıladım. İnsanlar arasındaki din dil cinsiyet… gibi ilkel ayrımlara karşı haklı isyanınızı ve bu isyanın sizin ideolojinizi belirlemesindeki rolü de derinden kavradım. “Etkileyici! Bana bakmayın devam dedin, zevkle dinliyorum sizi.” “Stefan, karakteri üzerinde yoğunlaşmak istiyorum. Stefan’ın, fakir aristokrat babası, Yahudi zengin bir bankacının kızıyla evleniyor. Baba nefret ettiği eşiyle salt soyları devam etsin diye birlikte oluyor ve bu birliktelikten Stefan dünyaya geliyor. Baba, oğluna üstün ırkın Polonya olduğu inancını şu sözlerle dayatıyor: “Soyunun lekesini kanla temizleyebilirsin. (…)Beni düşün ve acımasız ol! Acımasız ol! Bütün diğer ırklar yok olup gitsin, bir tek benimki ayakta kalsın diye bu itleri soyu tükeninceye dek ez!(s.201). Bu tür baskıların sonucunda o da kendini ahlaki bir harabeye çevirmemek için komünistliği tercih ediyor. Ve bu sözcükten ne anladığını da şöyle ifade ediyor: “Bu ad benim gözümde, belirli hiçbir ideolojik içerik, hiçbir program, plan içermiyordu; tam aksine, ben bu sözcüğü garip, düşmanca ve belirsiz bir şey ve en ciddi insanlarda zorunlu olarak ya omuz silkme ya da dehşet ve ürküyle atılan vahşi çığlıklar gibi tepkilere neden olan bir şey anlamında kullanıyordum”(s.203). “Belki komünist de değilim, belki de sadece barışçı bir militanım diyen Stefan’ın duygularına katılıyor musunuz? “Öykülerimden de anlaşıldığı üzere ben aristokrat düşünce biçimine karşıyım. İnsana kendisi olmak için daha fazla olanak veren bir dünya görüşü olarak algıladığım için komünistliği tercih ettim. Komünistliği dar görüşçülükle bağdaştıranları gördüm. Nasıl ki, gerçeküstücülüğü kendime göre uyarladıysam komünistliği de kendime göre uyarladım. Belki değil kesinlikle ben sadece barışçı bir militanım. Benim en çok anlaşılmasını istediğim yanım da budur. “Bekâret” öykünüz üzerine de konuşmak istiyorum sizinle. Bekâret sözcük anlamının dışında cehaletin simgesi olarak karşımıza çıkıyor öyküde. Bakir insan görmeyen, duymayan, kendine özgü düşüncesi olmayan insandır. Paul nişanlısı Alice’in bekâretini koruması için hiçbir konuda aydınlanmasını istemiyor. Bilgi, insanı her konuda öğrenmeye, sormaya/ sorgulamaya iterek insanın geleceğini tehlikeye soktuğu gibi insanı da çirkinleştiriyor. Cahillikse zihnimizi gereksiz hiç konuda yormadığımız için güzelleştiriyor. Bir insanın bakir kalmasının ve bakir birini sevmesinin yolu cehaletten geçiyor. İki insandan biri aydınlanırsa temiz sevgi büyüsünü yitiriyor. Öyküde sistemin yanlışlarını gören ve bu yanlışların düzeltilmesi için birey olma ayrıcalığıyla üstüne düşenleri yapan kirli insandır. Temiz insan ise kendisine bahşedilen bu hayatı düşünmeden sorgulamadan gördüğü haksızlıklardan rahatsız olmadan yaşayandır. Bekâretini yitirmemesi için Alice’in bir kısım insanların varlık içinde yüzerken diğer kısım insanların kemirecek bir kemik parçasını bulmakta zorlandığını görmemesi gerekiyor. Bu naif ironi anlayışınızla ilgili düşüncelerinizi bilmek istiyorum. “Sormaya/ sorgulamaya başlayan bir insanın aydınlanma süreci öldüğünde sona eriyor. Hayatta farkındalığı “farkında olan” insanın yükünden daha ağır bir yük yoktur. Bilgi tehlikenin, cehalet güvenin teminatıdır. Cahil insan mutlu, bilgili insan mutsuzdur. Aydınlanmış insan kendisi için değil de toplum için yaşıyor. Huzur içinde yaşamak istiyorsan dünyadaki adaletsizliklerden bihaber olacaksın. “Sizin gibi toplumcu aydınların bu bakış açısı içerisinde kaçınılmaz gerçeği nedir? “Benim gibi toplumcu aydınların kaçınılmaz gerçeği doğup büyüdüğü vatanlarından düşüncelerinden dolayı sürgüne gönderilmesidir. Asıl ironi yaşayanlar kadar ölülerin de sürgünlüklerinin devam etmesidir. Cenazesi doğduğu topraklarda gömülmesi yasak olan şair ve düşünürleri anımsa. Kapitalistlerin ödü kopuyor gerçek aydınların mezarından. Ruhun ve düşüncen aydınlandıkça mutsuzluğunu kanıksıyorsun. “Sıçan” öykünüzde hicve farklı yaklaşıyorsunuz. Eli kanlı katil Holigan yakalanıyor. Onun doğasını değiştirerek kendisine eş ve eşit bir insan haline getirmek istiyor hâkim. İyiliksever Tanrı’nın aşkıyla seri cinayetler işleyen bu azılı katil hâkimin ona uyguladığı tüm baskı ve işkenceye boyun eğmiyor. Ama hücresinde dolaşan bir sıçanın karşısında ise tir tir titriyor. Öyle ki, tutukluluğu sona erip özgürlüğüne kavuştuğunda da içindeki sıçan korkusundan dolayı özgür hissetmiyor kendisini. Sığındığı ormanda hareket eden karartıyı sıçan sanıp kan ter içinde sığınacağı bir barınak arıyor kendisine. Talihin cilvesinden olacak sığındığı barınakta âşık olduğu kadının ağzı açık bir vaziyette uyuduğunu görüyor. Sevincini bir başka sıçan bozuyor; çünkü sıçan onun dokunamadığı kadınının eteklerine doğru ilerliyor. Yıllardır hücresinde cellâdı olmuş sıçana karşı duyduğu korkunun yerini cesaret alıyor. Acımasız/korkusuz katil kimliğine kavuşuyor .Sıçanı öldürmek için hamle yapmaya hazırlanırken sevgilisinin ağız boşluğuna gelen sıçan sevgilisi ağzını kapattığı için ölüyor. Holigan da hücresinde hasretten adını sayıkladığı sevgilisine rağmen oradan çekip gidiyor. Korku, cesaret yalan dürüstlük ve aşk gibi birbirlerinin karşıt kutbu olan kavramların aynı zamanda da birbirlerinin yaratıcısı olduğu konusu hakkındaki düşüncelerinizi bilmek istiyorum. “Her kavram karşıtını yaratıyor. Kötülük iyiliği, tutsaklık özgürlüğü, yalanı, doğruluğu… Öyküde korku ve cesaretin anlamı kişiden kişiye göre değişmesi gerçeğine tanık oluyoruz. Azılı bir katil küçük bir sıçandan korkuyor. İnsan ruhunun derinliklerine inmenin ve insan ruhunu ele geçirmenin imkânsızlığını anlatan çarpıcı örneklerden sadece biri. Bir başka çarpıcı gerçek de aşkın gücünün korku ve işkenceden daha üstün olduğu gerçeğidir. Ayrıca insanlar baskı ve işkence sonucu neye dönüştürürlerse dönüştürülsünler baskıdan kurtulduğu anda Holigan gibi özüne dönüyorlar. “Bu bir yanıyla da çoğunluğun elinde tuttuğu gücün sabun köpüğü gibi bir anda yok olabileceğini düşündürdü bana. “Bu konuda seninle hemfikirim. Sen karakterlerim ölmeden benim de ölmeyeceğimi söylüyorsun. Bu da garip bir çelişki/ çatışkı. Benim yaşamam cehaletin, ölmem ise bilginin kazanması anlamına geliyor. “Siz ölümsüzsünüz. Gördüğünüz üzere eserlerinizin geçerliliği sizi ölümsüzleştiriyor. Sanatçının eserleri Tanrısı okuyucuları ise Azraillidir. Sizin gibi gerçek aydınlanmacı yazarların yaktığı ışık sönmediği sürece ben insanlığın aydınlık yarınlara kavuşacağına olan umudumu diri tutuyorum içimde. Sizler yapıtlarınızla karanlığın Azrailsiniz. “Anlaşılan sen beni fazla büyütüyorsun gözünde. Şimdi beni de inandıracaksın ölümsüz insan olduğuma. Seni karmakarışık düşüncelerinle baş başa bırakıyorum ne halin varsa gör diye. Aklını başına topla ve kimseyi gözünde büyütme. Unutma: her canlı ölecektir benim gibi. Sevgiyle kal sevgili Bedriye. “Ben ısrarla sizin gibi ödünsüz düşünce savaşçıların ölümsüz olduğunu savunacağım.

İlk Yayım: Witold Gombrowicz İle Söyleşi. Lacivert Dergisi. Mart-Nisan 2012. S.12

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir