Kitap, tam ortadan ikiye ayrılmış. Tıpkı sulu bir karpuzun yarılması gibi. Birinci bölümde kahramanımız Meursault, çok yakında gerçekleşecek trajedinin arifesinde, yaşamından önemli kesitler sunuyor bizlere. Her şeyi onun ağzından dinliyoruz. Kitabı okuyup bitirdiğimizde ise bu ilk bölümün onun dünyasının önemli sırlarını ele verdiğini ve tam da bu nedenle okura sunulmuş bir tür ödül olduğunu fark ediyoruz. Zira bu bölümde, Meursault’un, işlediği cinayet üzerine tutuklanmasından sonra yargıçlara, savunma avukatına ya da savcıya anlatabileceği fakat anlatmadığı, anlatamadığı bütün detaylar gizli. Kısacası kahramanımız ifadesini olduğu gibi okura sunuyor.

Meursault’un konuşurken sıklıkla yinelediği bir sözcük vardır: ‘’fark etmez’’. Coetzee’nin deyişiyle ne sıcak ne de soğuk biridir o. Cinsel arzularını yönelttiği Marie’ye karşı bile sıcak değil. Hatta ayağına kadar gelen ve hayatını baştan sona değiştirebilecek teklifler karşısında da kayıtsızdır. Bunlardan ilki, çalıştığı şirketin patronunun Paris’te açacağı büroya onu göndermek istemesi; ikincisi Marie’nin evlilik teklifidir. Meursault’un, bu önerilere cevaben tek bir gün içinde sarf ettiği ‘’fark etmez’’leri karşısında şaşıp kalırız. Trajik olan da budur. Meursault özellikle kendisine danışılmadıkça kararlar verip uygulayan biri olmamıştır hayatı boyunca. Hapishanede aylarca kaldığı hücrede ise tam tersine, varlığı düşünceleriyle birleşmiş gibidir.

Kahramanımızın bu ‘’fark etmezler’’inin yol açtığı şaşkınlığa geri dönersek, bir anlık bocalamanın ardından şu sorulara takılıp kalırız: Davranışlarımızı, – daha da geriye gidersek- aklımızı ne yönetiyor? Dış dünyaya ne ölçüde kapılıyor, onu ne ölçüde kaybediyor veya kabulleniyor hatta ne kadarıyla affediyoruz? Bu koca dünyanın gürültülerine kapılıp giderken neler yaşıyoruz? Belki de yaşamın değerini böylesine sessizlik içinde fakat bir o kadar da sarsıcı biçimde anlatan şu cümlelere pek az eserde rastlanır: ‘’…ne kadar çok düşünürsem, hafızamdan da yanlış bellemiş ya da unutmuş olduğum o kadar şey çıkarıyordum. O zaman şunu anladım ki, bir tek gün dışarıda yaşamış olan bir kimse, hiç zahmetsiz yüz sene hapiste kalabilir. Canının sıkılmaması için yeter derecede anıya sahip olmuştur artık.’’

Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ı, Stendhal’in Kırmızı ve Siyah’ı, Kafka’nın Dönüşüm’ü, Marquez’in Kırmızı Pazartesi’si Camus’nun Yabancı’sı ile bir olmuşlar, acınası hallerimizin o yoğun hüznünü beraberce paylaşıyorlar. Kahramanımız Meursault’ın, Yeraltı Adamı’na göre hiç olmazsa kadınlarla arası iyi; ne var ki Stendhal’in Julien’inin damarlarında kabardıkça kabaran hırsından da, güçlü kişiliğinden de eser yok onda. Yine de Fransız yargısının adaleti Meursault’un kaderini bir biçimde Julien’inkine bağlıyor. Acaba Kırmızı Pazartesi’deki ağır yaralı genç adamın yardım çığlıklarını, evlerinin kapılarını sürgüleyerek yanıtlayan komşuları mı daha katı; yoksa Yabancı’nın harıl harıl idam dosyaları karıştıran hukuk insanları mı? Düşünmeden edemiyorsunuz. Belki üçüncü bir şık vardır: ‘’her iki taraf da, aynı ölçüde’’.

Romanların gücüne hep inandım. İşi şakaya vuracak olsam Camus’nun ‘’Yabancı’’sının, vakt-i zamanında, Fransa’nın yargı kurumlarında sarsıntıya yol açtığını tasavvur edebilirdim. Nitekim kitabın II. Bölümünde yazar baştan sona yargılama ve infaz süreçlerine odaklanmış. Çağdaş hukuk sistemleri, ceza uygulamasında, en azından şu ilkeyi hayata geçirmeyi başarabilmeliydi: Bir insanın geçmişi veya kökeni ya da geçmişte onu kişiliğinin kimi özellikleriyle çoğunluktan ayıran davranışları veya toplumca genel kabul görmeyen hal ve tavırları, o kişinin, sonradan işlediği herhangi bir suça verilecek cezayı ağırlaştıran bir delil olarak kullanılamaz. Oysa Meursault için durum böyle değil. Onun, annesinin mezarı başında ağlayamaması, duruşmalarda caniliğinin ispatı olarak sunulabiliyor. Vurdumduymazlığıyla at başı giden dürüstçe itirafları da…Ve II. bölüm bize hep şu düğümü gösterip duruyor: Meursault bir insanı öldürerek ağır bir suç işlemişken adaleti temsil eden kamu görevlileri, bu suça verilecek cezayı belirlemede yeterince hassaslar mı?

Bu romanı, idam cezasına karşı bir protesto metni gibi de okuyabilirsiniz. Fakat benim tavsiyem eseri serinkanlılıkla ele almak olacak. Çünkü Meursault’un, hücresinde daldığı düşüncelerden bize ulaşan sesler yaşamın değerinin yanı sıra bir şeyi daha açıklar, düşüncenin değerini.

Hatice Balcı

(*)Albert Camus, Yabancı, Can Yayınları, Çev: Samih Tiryakioğlu, 45. Baskı,
Kasım 2013

Previous Story

Aziz Nesin’in bilinmeyen soyadı öyküsü

Next Story

Açıkla Bana Bu Işığı, Cezmi Ersöz: “Benim ömrüm adeta bir ölüm kalım savaşıyla; yazmakla geçer.”

Latest from Albert Camus

Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ