Yağmur Damlasından Dünyayı İçmek – Şükrü Erbaş

Şükrü Erbaş
Şükrü Erbaş

“Ah şu kayıtsızlığın gücü! Budur taşlara milyonlarca yıl değişmeden dayanabilme olanağı veren.” CESARE PAVESE

“Günlerin bulutlu ve kısa olduğu yerde, ölmekten acı duymayan bir soy doğar.” Coğrafyanın ve iklimlerin, insanın bedeninden çok ruhuna verdiği biçimin, bir derin iç sıkıntının, dilde billurlaşmış resmi olan Petrarca’nın bu sözü, onca yüzyılı aşar, gelir, taşranın ruh atlası olarak serilir önüme. Sö­zün kastı elbette taşra değil, ancak ruhu, baştan sona taşra olarak dolar içime … Ölümden acı duymayan bir yaşam … Sö­zün trajedisi bu denklemde yatıyor sanırım. Zamanın dışında yaşamak.

Bir başka ifadeyle, olup biten hiçbir şeyin, hiç­ bir yenilik taşımaması. Beklenti ve hayıf duygusunun ötesinde bir dünya. Her şeyin doğumla birlikte, bin yaşında bir tanrı sureti gibi boşluğa asılıp kalması. Kanıksanmış varlık. Tozlanmış bir ruh. Ağaçların, yıldızların, çocukların, kadınların, erkeklerin, kedilerin, köpeklerin … her şeyin, insanın canında gezen, daha doğrusu duran kör bir tekrara dönmesi.

Annelerinin memelerinden, bir yere gitmeyen yolları, pıhtılaşmış arzuları, eşyaların kasvetini, baba sesinin soğuklu­
ğunu emerek büyüyen çocuklarla, yanlış büyüyen kadınların, erkeklerin birbirlerine gömüldüğü ay kandil sokaklar,
pıtraklı sözler, mezar damlası odalar. Her şeyi hayranlıkla küçümsemenin gergefine geren; uzakları, topuklarda zonklayıp duran bir dip sızısına, bir yıkıcı tutkuya çeviren sonsuz bir sıkıntı ayini… Tezer Özlü’den iç burkan birkaç görüntü, sanırım bu resmi taşradan merkeze taşıyan, bu tozlanmış ruhun çırpınışına harf harf bir başka gerçeklik yaratan yeni bir bunaltı haritası olacaktır:

Şimdilerde … Sokak aralarından geçerken … gözüme pijamalı aile babalan ilişirse, kışın, yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim … evlerin pencere camları buharlaşmışsa . .. odaların içine asılmış çamaşır görürsem … bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayınlanıyorsa, tartı­şan insanların sesleri sokaklara kadar yayılıyorsa, gitmek,  gitmek, gitmek. .. isterim hep.

Bu ruh atlasında, bu fiziki coğrafyada insan, önce şaşmaz bir şekilde, kendi hayatının dışındaki her şeye derin bir hayranlık duygusu besleyecektir. Başka hayatlar; yıldızlar, ırmaklar, yollar kılığında günde bin kez kirpiklerinden gövdesine akıp duracaktır:

Kitapların, türkülerin, filmlerin başka dünyalara yağdırdığı yağmurlar bir iyilik, bir arınma gibi oralarda yaşayan herkesi köpük köpük çoğaltacaktır. Başka insanların baktığı pencereler güleç, başka güneşlerin vurduğu sular derin ve mavi olacaktır. Evlere dönüş, hak edilmiş bir şenlik olacaktır başka dünyalarda. Bir ip gibi insanların boğazına oturan sokaklar, ufukların ardında insan içine karışmış bir gökyüzüne dönecektir. Burada mutluluk kişiliksiz bir duyguyken, uzaklarda acı bile yaşama bağlayacaktır insanı. (Bir Gün Ölümden Önce)

Ancak, hevesin ve hayalin, insanların gövdelerini durdukları yerde pervaneye çeviren kanatlan, önlerinde açılan bir yola dönüşmez her zaman. Hele de taşrada … Taşranın masalı yine taşra olacaktır. Rüyası kendinde gerçekleşecektir. İnsan kendisine rağmen, kendisini sevmeden ne kadar yaşayabilir? Hangi mutsuzluk yüzünü balmumuna çevirirse çevirsin; hangi tenha zaman canında yaprak dökerse döksün; hangi uzaklar gerçeğini küçük düşürürse düşürsün, hiçbir yere varmayan bu kıyısız hayranlık, aynı hastalıkla sakat, varıp bir küçümseme refleksine dönüşecektir. Bu kez kendisini hayranlığın öznesine çeviren, başka dünyaları, başka hayatları küçümseyen bir reflekse. Hiçbir zaman ışımamış olan uzakların ışığı birden sönecektir. Kasvetin odaları başlayacaktır ışımaya. Bahçeler dört mevsimden yapılmış bir yaşama tutamağına dönecektir. Yıldızlar pencerelerde birer hayal boncuğu olacaktır yeniden. Elimizde olan budur. Bu, bizim hayatımızdır. Biriciktir. Hayranlığın tahtına kurulmuş küçümseme, yaralı aklımızı ele geçirmiştir: Uzaklar yalnızlıktır. Kötüdür. Korkutucudur. Bize bizden başka dost yoktur. “Cehennem, başkalarıdır.” (Sartre)

“İnsanın hayatı, yenileceğinden hiç şüphe etmeksizin, var olmaya çalışmak için harcanmış bir çabadır,” der Schopenhauer; taşra bu sözün, var olmak için çaba harcanmadan gerçeklik kazandığı yerdir. Yazgının bu peşin cezasından kurtulmak ağırdır, pahalıdır. Bir gerçeğimi hikaye edersem, taşranın yazıya dönmesini de bir parça hikaye etmiş olurum sanıyorum. On üç yıl oldu. Bir gün bir çocuk aradı telefonla. Kırılgan bir ses. Çekinik. Şiirlerimi sevdiğini, mektup yazmak istediğini söyledi. Adresimi istedi. Elbistan’dan arıyordu. Lise öğrencisiydi. Bir hafta sonra bir mektup aldım Bese’den. Harita-metot defterinden koparılmış dört yaprak, önlü arkalı doluydu. El yazısı okunaklıydı. Okudukça şaş­kınlığım halkalandı. Bu, mektup değil öyküydü. O da değildi, şiirdi. Denemeydi aslında. Okudukça, birkaç türün birbirinden el alarak, dupduru bir dille yürüdüğünü görüyordum.

Hayatımda ikinci ya da üçüncü kez bir mektuba hemen yanıt verdim. Bese, benim yazmaya başladığım zamanlardan,
mekanlardan ses ediyordu. Bese, benim yeni taşramdı. Onun çırpındığı yerlerden yazarak kurtulmuştum. Benden önce de, Bese’den sonra da, bütün bir taşra, harflere dö­nüşememiş, kendi hayalinde boğulmuş, önce hayranlığa, sonra küçümsemeye dönmüş bir çaresizlikte çırpınıp duruyordu, çırpınıp duracaktı. Mektubu açık bir mektuba çevirdim hemen. İkimizin de yazgısını, gizlisini açık etmezsem, ne ben Bese’yi, ne okur beni anlamış olacaktı. Benim yazmaya başladığım ana rahmi, Bese’nin de içine doğduğu ana rahmiydi.
..

BESE’YE AÇIK MEKTUP
Sevgili Bese,
Uzak taşra kasabalarında hayal, taşların bile can suyudur ama herkes bunu kendisine bile söylemekten utanır. Evlerin duvarlarını gökyüzüne kadar yükseltir, babaların dışarıdan getirdikleri akşam. Annelerin sesleri, yerin yedi kat dibine işleyen birer çaresizliktir, başka hayatlar düşünmemizi bir ihanet duygusuna dönüştüren. Kardeşlerimiz gü­neş kekemesidir. Bir akran buluruz kendimize, dünyanın bizim olduğu yaşlardan, ilk yağmurlardan sonra yaşlanır. Okullar, önlüklerimizi yatak çarşaflarımıza çevirir. Biz bir daha susarız. Evlerimizden üç kuşak daha yılgındır öğretmenlerimiz. Bahçelerimiz sapsan bir geçim zamanıdır. Mavi değildir sokağımızın hiçbir kapısı. Köpeğimizin kuyruğu bizden daha özgürdür. Ay ışığı, evet, o da bizden dil ister. Ağaçların kuşları vardır, rüzgarı vardır, bizim sesimiz yoktur. Gider gider bir parmak sulara bakarız. Sabahlardan de­ğil de akşamlardan medet umarız. Ve bir gün, mezar mü­hürlü bu hayalsiz zamana, kırık, tenha harfler düşeriz, kalbimizin gizli suçlarından …

Bize gülerler sevgili Bese. Göçmen kuşlara uzun uzun dalar, bize gülerler. Yastıkları başlarının altında değil, boğazlarının üstündedir, bize gülerler. Kirpikleri her solukta biraz daha oturur gözlerine, bize gülerler. Aynı fotoğraf solar hepsinin duvarında, bize gülerler. Sararmış otlar gibi konu­şurlar, bize gülerler. En uzun yollan yarım saatte biter, bize gülerler. Bir tahta sandalyedir büyüklükleri, bize gülerler. Bir cümleye sıra sıra dizilirler, bize gülerler. Birbirlerinin gölgesinde üşür, bize gülerler. Topraklarından başka yalnızlıkları yoktur, bize gülerler. Yüzleri, dökülmüş birer dükkan tabelasıdır, bize gülerler. Herkes birbirinin yüz yıl sonra söyleyeceğini bilir, bize gülerler. Takvimlerinde, çizilmiş bir tek gün yoktur, bize gülerler. Bir suç telaşıyla sıç­rarlar rüyalarından, bize gülerler. ..

Ve biz yazarız Bese … Bütün bunları bilmek için yazarız. Kendimizi dünyanın aynasına harflerle tutarız. Yazmadığımız hiçbir şey bizim olmayacağı için yazarız. Zamanı bizim kılmak isteriz. Otlara, böceklere, uzaklara ve yağmurlara ancak yazarak katılırız. İnsan, kendi gölgesinde yalnız bile değildir; bir eşya kasvetidir olsa olsa, demek isteriz. Mülk duygusuyla ölüm arasında hiçbir dünya işareti yok, biliriz. İçimizdeki çocuk kimseye benzemek istemez. Başka kaderlerden ayrıcalıklar edinmek için yazarız. Kalbimizle gövdemiz arasındaki uçurumu böyle doldururuz. Susmaktan de­ğerli olsun isteriz sözümüz. Herkesin “boncuklu bir cümlesi” olsun, kendisini seveceği. Kimse yalnızlığını ötekine göstermekten utanmasın. Ve biz biliriz ki, bir varlığın yazı­lı tarihi yoksa bu dünyada bir hayatı yoktur. Tarlakuşu, yağmur damlasından dünyayı içsin diye yazarız

AYİN
Biz hepimiz uzun uzun sıkılırız
Arkadaşlarımız da sıkılırlar ki bize gelirler
Boşlukta asılı bir Tanrı zamanı
Otururuz bütün hareketlerin dışında
Aynı sözleri her gün ilk kez söyleriz
Yalnızlığımızdan kopmuş bir taştır çocuklarımız
Yaşına gelmeden katılırlar bize
Pencerelerden yine kendimizi görürüz
ôyle uzak ki dünya avuçlarımıza
ikinci bir cezadır duamız kalbimize
Hoyrat ve sıkılgan gideriz kadınlara
Kadınlardan geliriz bir eksiklik cümlesi
Gölgemiz kendimizden daha konuşkandır
Hiçbir güzellik kışkırtamaz aklımızı
Yoktur ki acı olsun başkalannın yıkımı
Dışımızdadır ağaçlann kanadı sulann elleri
Toprakla deniz arasındaki Jark
Birisinde susuz boğuluruz
Öteki nem bile değildir sözümüze
Her kapımız bir mezar taşı
Biz hepimiz uzun uzun ölürüz …
2004

Mesut Varlık
Edebiyatın Taşradan Manifestosu
İletişim Yayınları

Previous Story

Eski Çağ ve Orta Çağ’da Kütüphaneler

Next Story

Rainer Maria Rilke: Tanrı’nın Ellerinin Masalı

Latest from Makaleler

Van Gogh’un kitap tutkusu

Geçtiğimiz haftalarda Paris’in izlenimci koleksiyonuyla ünlü Musée d’Orsay, Antonin Artaud’un Van Gogh: Toplumun İntihar Ettirdiği kitabından yola çıkarak yazar ile ressamı, Artaud ile Van

George Orwell’a ilham veren kitap: Biz

George Orwell‘ın 1984’ünü neden sevdiyseniz, Yevgeni Zamyatin‘in Biz‘ini sevmeniz için en az 1984 kadar nedeniniz var. Üstelik Biz, 1984’ten çok daha önce, 1920 yılında
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ