Yahya Kemal Beyatlı – Turgut Uyar

Yahya Kemal BeyatlıERENKÖYÜNDE BAHAR
Cânân aramızda bir adındı,
Şirin gibi hüsnü âne unvan,
Bir sahile hem şerefti hem şan
Çok kere hayâlimizde cânân
Bir şi’ri hatırlatan kadındı.

Doğmuştu içimde tâ derinden
Yıldızları mâvi bir semânın:
Hazzıyla harâb idim edânın,
Hâlâ mütehayyilim sadânın
Gönlümde kalan akislerinden.

Mevsim iyi, kâinat iyiydi;
Yıldızlar o yanda, biz bu yanda,
Hulyâ gibi boş geçen zamanda
Sandım ki güzelliğin cihanda
Bir saltanatın güzelliğiydi.

İstanbul’un öyledir bahârı;
Bir aşk oluverdi âşinalık;
Aylarca hayâl içinde kaldık;
Zannımca Erenköyünde artık
Görmez felek öyle bir bahârı.

Yahya Kemal bir tutarlılıktır. Beğenilir yahut beğenilmez, yadsınır yahut baştacı edilir; bu değiştirmez onun kendine güvenini ve sakinliğini. Usul usul ve kendiliğinden uzlaşır Osmanlılığı ile. Osmanlılık, toplumsal bakımdan, hele çöküşüne yakın, bir ihanettir, en azından bir gözükapalılıktır. Manevi değerler yönünden ise, çok poetik bir paganlıktan, bir çeşit göçebelikten sürüp gelen bir kültür noksanlığının yerine, İslâma sonsuz bağlılığın, büyük savaşların ve fetihlerin, bir bakıma bir uyurgezerliğin «ikame» edilmesidir. Devletin adı Osmanlı Devleti’dir. Bu bile yeter sanırım birçok şeyleri açıklamaya.
Gene de, şiirsel mayası bakımından soylu bir Türk şairidir Yahya Kemal. Daha doğrusu bir Osmanlı şairi. Bu Osmanlılığı da «Eski Şiirin Rüzgârıyla» gelen bir Osmanlılık değildir. Dilinden, vezninden, tarzından gelmez. Şiirleri, Osmanlı kavramının bütün özelliklerini, niteliklerini taşır. Bütün ömrü boyunca, (şiirsel ömrü), bir kültür yokluğunun, ulusun kendi yaratıp geliştirdiği, salt kendi değerlerine dayanan bir kültürün yokluğunun azabını duyar, sıkıntısını çeker. Bu yüzden epik şiirlere yönelir, İstanbul’dan bir mit çıkarmaya çalışır. Osmanlı düzenindeki, ulusal kültür yerine ulusal gurur «ikame» si işlemini şiirinde böyle karşılar. Bu sıkıntıyı geçiştirme yolunda da şaşılası sezgileri vardır. Hele Batıyı gördükten, daha doğrusu Batıyla, Batı kültürü ile temastan sonra, bir mirasa yaslanmanın rahatlığını ve gerekliliğini daha iyi farkeder. Ortalıkta ve köksüz bulur sanki kendini. «Kökü mazide olan âti olmak» onu bu duygudan kurtarmaya yetmez. Çünkü, kökünün içinde bulunduğu mazi, bereketli ve sağlam değildir.
Denebilirse Yahya Kemal, bir ulusun bu yüzden çektiği sıkıntının, yoğun ama kişisel bir birimidir. Bu sıkıntıyla kendini en kolay, gününe göre en olağan bir avuntuya bırakır: «Kendine sonsuz güvenen onurlu bir ulus, görkemli atalar ve savaşlar, yanmış yıkılmış bir imparatorluk…» Bir ulusun kişiliğini ve onurunu kurtarmanın, en günübirlik, en güçsüz, en imkânsız, en ucuz, ama gene de en etkili çarelerine başvurmak. Ne başvurmak, sığınmak buna… Sanırım bu yüzden, Yahya Kemal, imparatorluğun çökmüş, yıkılıp gitmiş olduğuna bile inanmak istemez. Birçok şiirleri, yitmiş bir maziye özlemin değil, sürmekte olanın, hal’in şiirleri gibidir. Bununla birlikte, maziye bağlı bu övüncün, Atatürk’ün ulusçuluğunu uyandırmak, güçlendirmek, bir ulusa, ulus olma bilincini vermek yolundaki çabasına, bilinçsiz bile olsa, bir yararı olduğunu söyleyebiliriz.
O, yenilmiş, ama yenilgiyi kabullenmemiş, bir türlü de kendini bulamamış ve bulamayışın azabını taşımış bir şairdi bana kalırsa. Her şeye karşı biraz kendini, biraz ulusunu korudu. Ne var ki onun bu işi yüklendiği anda dünya değişmekteydi, birtakım kavramlar ve değerler değişmekteydi.
Osmanlı-Bizans derbederliğini, sorumsuzluğunu sürdürmesi pek boşuna değildi. Bu davranışıyla, bir «yaşama biçimi» ni kabul ettirmek ister sanki. Büyükelçilikleri belki bu yüzden kabul eder. «Kar Musikileri» çok anlamlı bir belge niteliğindedir bu konuda. Pek övülen tarih bilgisi de öyle —çünkü bu, tarih bilinci değildir, bilgisidir— Öküz Ahmet Paşanın Şam Valiliğini, Semiz Ali Paşanın katlinin sebeplerini, Mohaç fırtınasının en ufak ayrıntılarını bilir ve bu kadarı yeter ona. Tarih, onun için bir oluşum, bir süreç değil, bir anılar toplamıdır. Böylece bir yabancı kültürün egemenliğinden uzakta olduğunu, kendi ulusal kültürünün bereketinde yaşadığını sanır. Kendi ulusunun göçebe kültürünü ve dolayısıyle onurunu ve yapısını kurtardığını düşünür. Muhafaza ettiği ve aktardığı değerlerin sağlamlığına inanır, ama dünyanın değişmekte olduğunu bilir, sezer; «Gelecek sol’undur, ama ben solda değilim» dediğini söylerler.
Ne var ki, onun anladığı ulusallık, ulusal kültürü koruma yahut yaratma yöntemi daha baştan tutarsızdır. Bu yüzden Osmanlı kalmakta direnir. Abdülhak Şinasi gibi. Abdülhak Şinasi, Yahya Kemal’in düzyazıda paralelidir. O, üstelik oluşmamış, melez bir kültürü, bir özgün kültür gibi sunmaya kalkar.
Aslında Yahya Kemal’in Parnas’çılardan, Abdülhak Şinasi’nin Proust’tan çok şeyler kapıp geldiği bilinir. Ama Yahya Kemal’de daha soylu bir sezgi ve direniş vardır. Gene de korudukları, yücelttikleri uygarlığın, hattâ kültürün yüzeyselliğindedirler. Çünkü bu kültür zaten kişiliksiz ve yüzeydendir. Bir kültür bile değildir. Bir azınlığın «yaşama biçimindir belki.
«Erenköyünde Bahar» kanımca, Yahya Kemal’in en güzel şiiridir. Olumlu-olumsuz bütün özelliklerini de içerir üstelik. Ufacık bir yapı içinde, karşı konmaz bir bütünlük, bir çeşit yücelik taşır ve ne varsa onda, Yahya Kemal’dir: İnsan’ı kâinat ile karşı karşıya koymak, eşit tutmak ve saltanatın güzelliği. İnsanı, yıldızlarla, kâinatla karşı karşıya koymanm, bir bakıma bir tutmanın, bir tasavvuf, modern görüntü ve imkânlarla bir tasavvuf geleneği olması yanında, saltanattan, bir kelime, bir kavram olarak bile olsa vazgeçememek.
Bana kalırsa şiirin asıl insaniliği, asıl büyüklüğü;
İstanbul’un öyledir baharı
diye başlayan bölümündedir. Her türlü kaygıdan uzak, her türlü kompleksten annmış, insana ve doğaya güvenmenin, insanı ve doğayı sevmenin en belirli imlerini taşıyan bir başlangıç. Bireye, şiire, doğaya inanmanın en güzel mutluluğu. Kazanılmış, hak edilmiş, yaşanmış ve belki çok uzakta kalmış bir mutluluğun anlatılmaz bir şekilde «daüssıla»ya dönüşümü. İç sızlatan, şiirle bitmeyen, soylu bir duygululuk. Şiirin bütünü, hüzünlü bir anı gibi sürer gider. Duygu bakımından, ne «İstanbulu Alan Yeniçeriye Gazel» de, ne «Sene 1141» de, ne «Mohaç Türküsü»nde bu kadar Osmanlı (Bu Osmanlılık, öbür şiirlerinde direnerek sarıldığı, avunduğu «ikame» Osmanlılık değil, belki temiz ve soylu alaturka musikinin taşıdığı incelmiş duygu-Osmanlılığıdır) değildir Yahya Kemal. Belki bir beyitte daha:
Günler kısaldı Kanlıcanın ihtiyarları
Bir bir hatırlamakta geçen son baharları

Çünkü birtakım öbür şiirleri bu yönde ne tam Osmanlıdır, ne de tam Batılı. Kararsızdır; yerini, duygulanma alanını bulamamıştır, onlarda yoğun bir şekilde sürdürememiştir duygululuğunu, iletememiştir. Ama «Erenköyünde Bahar» da bulmuştur bu duygunun kaynağını.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir