Aragon’un çağımızın en büyük şairi olarak tanımladığı Yannis Ritsos, metaforlarla örülü şiirlerinde, Yunanistan coğrafyasını arka plana alarak, yurtseverlik duygularını işledi. İnsanın günlük yaşamdaki durumuna yaklaşımı, ayrıntıları bütün yalınlığıyla yansıttığı kısa şiirlerinde iyice belirginleşir. Şiirleri 80 kadar dile çevrilmiş ve milyonlarca insana ulaşmıştır. Epitaphios (Yazıt-Mezar Yazıtı) (1936) adlı kitabı Atina’da Zeus tapınağında, faşist cunta yönetimi tarafından törenle yakıldı.
Şair, insanlıkdışı cunta yönetimine karşı yurdunun ve halkının çıkarlarını savundu. Metaksas (Limnos, Agios Evstratios, Makronisos adaları) ve Papadopulos (Giaros ve Leros adaları) dönemlerinde Ege Adalarında sürgün olarak yaşadı. Ayışığı Sonatı (1956) adlı kitabıyla Ulusal Şiir Ödülü’nü, 1976’da Etna-Taormina Şiir Ödülünü ve pek çok uluslararası ödülü kazandı. Ritsos’un otuzdan çok kitabı yayınlanmıştır. Ritsos 1977 Lenin Uluslararası Barış Ödülü’nü almıştır.
1 Mayıs 1909 yılında Peloponez yarımadasında Monemvasia’da doğdu. Ritsos liseyi bitirdikten sonra, on yedi yaşında Atina’ya gitti. Daha sonra yüksek öğrenimden vazgeçti. 1927?1931 yıllarını verem hastalığı nedeniyle bir sanatoryumda geçirdi. İlk şiirlerini bu dönemde yayımlamaya başladı. 1931’te komünist gruplara katıldı, bu şiirinin doğrultusunu çizdi; ilk şiirlerinde burjuva karşıtı devrimci sanatçıların çizgisini izledi. Trakter (1934, Traktör) adlı, Sovyetler Birliği’nde sosyalist düzeni ele aldığı ve teknik temasını da Yunan şiirine sokan ilk kitabında, nihilizme karşı tavır aldı.
12 Kasım 1990 ‘da hayata gözlerini yumdu.
Türkçeye Çevrilen Eserleri:
Alışkanlıklar Da Değişir
Umarsız Penelope
Yaşlı Kadınlar ve Deniz
Helena ve Nöbetçi
Boyun Eğmeyen Ülke
Graganda
Erotika
Dikkatli Ariostos (Anlatı/Roman)
Seçme Şiirler
Tüm Şiirleri
Ölü Ev
BARIŞ
Çocuğun gördüğü düştür barış.
Ananın gördüğü düştür barış.
Ağaçlar altında söylenen sevda sözleridir barış.
Akşam alacasında, gözlerinde ferah bir gülümseyişle döner ya baba
elinde yemiş dolu bir sepet;
ve serinlesin diye su, pencere önüne konmuş toprak testi gibi
ter damlalarıyla alnında…
barış budur işte.
Evrenin yüzündeki yara izleri kapandığı zaman
ağaçlar dikildiğinde top mermilerinin açtığı çukurlara,
yangının eritip tükettiği yüreklerde
ilk tomurcukları belirdiği zaman umudun,
ölüler rahatça uyuyabildiklerinde, kaygı duymaksızın artık,
boşa akmadığını bilerek, kanlarının,
barış budur işte.
Barış sıcak yemeklerden tüten kokudur akşamda
yüreği korkuyla ürpertmediğinde sokaktaki ani fren sesi
ve çalınan kapı, arkadaşlar demek olduğunda sadece.
Barış, açılan bir pencereden, ne zaman olursa olsun
gökyüzünün dolmasıdır içeriye;
gökyüzünün, renklerinden uzaklaşmış çanlarıyla
bayram günlerini çalan gözlerimizde.
Barış budur işte.
Bir tas sıcak süttür barış ve uyanan bir çocuğun
gözlerinin önüne tutulan kitaptır.
Başaklar uzanıp, ışık! Işık! – diye fısıldarlarken birbirlerine!
Işık taşarken ufkun yalağından.
Barış budur işte.
Kitaplık yapıldığı zaman hapishaneler
Geceleyin kapı kapı dolaştığı zaman bir türkü
ve dolunay, taptaze yüzünü gösterdiği zaman bir bulutun arkasından
cumartesi akşamı berberden pırıl pırıl çıkan bir işçi;
barış budur işte.
Geçen her gün yitirilmiş bir gün değil de
bir kök olduğu zaman
gecede sevincin yapraklarını canlandırmaya.
Geçen her gün kazanılmış bir gün olduğu zaman
dürüst bir insanın deliksiz uykusunun ardı sıra.
Ve sonunda, hissettiğimiz zaman yeniden
zamanın tüm köşe bucağında acıları kovmak için
ışıktan çizmelerini çektiğini güneşin.
Barış budur işte.
Barış, ışın demetleridir yaz tarlalarında,
iyilik alfabesidir o, dizlerinde şafağın.
Herkesin kardeşim demesidir birbirine, yarın yeni bir dünya
kuracağız demesidir;
ve kurmamızdır bu dünyayı türkülerle.
Barış budur işte.
Ölüm çok az yer tuttuğu için yüreklerde
mutluluğu gösterdiğinde güven dolu parmağı yolların
şair ve proleter eşitlikle çekebildiği gün içlerine
büyük karanfilini alacakaranlığın…
barış budur işte.
Barış sımsıkı kenetlenmiş elleridir insanların
sıcacık bir ekmektir o, masası üstünde dünyanın.
Barış, bir annenin gülümseyişinden başka bir şey değildir.
Ve toprakta derin izler açan sabanların
tek bir sözcüktür yazdıkları:
Barış
Ve bir tren ilerler geleceğe doğru
kayarak benim dizelerimin rayları üzerinden
buğdayla ve güllerle yüklü bir tren.
Bu tren, barıştır işte.
Kardeşler, barış içinde ancak
derin derin soluk alır evren.
tüm evren, taşıyarak tüm düşlerini.
Kardeşler, uzatın ellerinizi.
Barış budur işte.
——————————————————————————–
GÖRÜLMEMİŞ BİR ÇİÇEK AÇMA
Haykırmak istiyordu
Daha fazla dayanamayacaktı.
Sesini duyabilecek kimse yoktu orada;
Kimse duymak istemiyordu.
Kendisi de korkuyordu sesinden,
İçinde boğuyordu sesini.
Patlamak üzereydi susuşu.
Birden,
Havaya uçtu gövdesinin parçaları.
Özenle, sessizce toplayacaktı bu parçaları,
Hepsini bir bir yerlerine yerleştirecekti
Delikleri kapamak için.
Ve rast gele bir gelincik, bir sarı zambak bulursa, onları da toplayacak,
Kendisinin bir parçasıymış gibi gövdesine yapıştıracaktı
Böyleydi,
Delik deşik,
Görülmemiş bir şekilde çiçek açıyordu işte.
KIZKARDEŞİMİN TÜRKÜSÜ
Göklere inanırdım eskiden
ama sen, denizlerin
derinliğini gösterdin bana,
ölü kentleri,
unutulmuş ormanları,
boğulmuş gürültüleriyle.
Gök, şimdi yaralı bir martı,
süzüldü denize.
Sana kargaşalığın üzerindeki
köprüyü kurmaya çalışan bu el
kırıldı.
Bak bana:
ne kadar çıplak ve suçsuz
duruyorum önünde.
Üşüyorum bacım.
Kim getirecek bize
ellerimizi ısıtacak güneşi?
Susuyorum. Dinliyorum.
Kimseler geçmiyor
gecemizin karanlık sokağından.
Yıldızlar kazaya uğramış
karanlık surların
ucunda sendelerken
koparılıp alınan bir kartalın
paslanmış gözlerinde.
Bağlı ellerin
kapıyor çıkış yolunu.
Yalnız senin sesin
adımlıyor gecenin dehlizini
çarparak taşlara
uzun kılıcını.
Vakit geç, Ölüm geri çeviriyor beni.
Hayat istemiyor.
Ben şimdi nereye gidebilirim ki?
ÜÇLEME
1.Hava kararıncaya dek
Eline almıştı kadının elini. Konuşmuyordu
uzaktan, belki de kendi içinde,
güçlü atışını duyuyordu denizin nabzının.
deniz, çamlar, tepeler eliydi kadının
Ona söylemese bunu, nasıl tutabilirdi o eli?
hava kararıncaya dek kımıldamadılar. Sadece
iki eli de kırık bir heykel vardı ağaçların altında.
2. Bir kadın
O gece; yanına varılmaz o kadın öpmüyor kimseyi
onu öpecek kimse çıkmaz korkusuyla tek başına.
Beç uçlu bir yıldızla gizliyor bir tutam beyaz saçı
ve en güzel kimliğini yadsıması kadar güzel kendisi.
3. Neden bizim suçumuz?
Dikensiz kalkan filizleri dilinin altında,
üzüm çekirdekleri, şeftali lifleri.
Ilıman bir ülke var gölgesinde
kirpiklerinin. Yatıp dinlenebilirim, diyor, sorgusuz.
Peki ne anlama geliyor bu “daha ilerde” sözü?
Neden senin suçun olsun, kuşkusuz, yaprakların
arasında kalman-
güzel, yalın, sıcaklığının altın çizgilerinde?
Ve neden benim suçum gecede ilerlemek,
kendi özgürlüğümde tutsak, diyor, cezalandırılanın
ceza vermesi?
BİR AD MÜZİK VE EVRENE DÖNÜŞÜNCE
Nâzim Hikmet’e
Nâzım kardesim
mavi gözlü Nâzım
mavi yüreğin
ve daha da mavi düşlerinle
sen ki karanlığa derin derin
baktığın zaman
en ufak bir kin duymadan
karanligi bile mavilestirirsin
Nâzim
Sen ki bir kadeh sarap
ve güzel bir kadının diziyle
üzerinde sevdanin halk bayragi
dalgalanan bir deniz kosesiyle
ufuklari agartir bir pencere acarsin
her seyin yok oldugu yerde
ve tepelerden taslar yuvarlanir keyifle
kayiklara kadar
ve sokak fenerinin altinda
bir kopek duslere dalar
Nâzım
senin kucuk sokak calgicilarini gordum
Galata koprusu ustunde
senden birkac dize sakliydi
keman kutularinin icinde
soylemeye izinli olduklarindan baska
birkac dize
bulutlara bakarak bekliyorlardi
onlari soyleyebilecekleri gunu
(bazan bir keman Nâzım
sıkılmış bir yumruk gibidir
ve sıkılmış yumruğun içinde
bir kanat gizlidir)
Nâzım
grevci dok işçilerini gördüm
vinçler direkler siirler arasinda
cuvallar sandiklar guller arasinda
ve büyük geminin yaninda
bekleyen iki mavi isik
demir almak uzereydi gemi
(Kimbilir hangi yolculuga?)
kavgaydi bu sevdaydi bu
ve sen Nâzım kaptaniydin
sinirlardan oteye yonelen
bu yolculugun
Nâzım
biri cikiyordu geminin merdiveninden
kafeste kanaryalariyla
papuclarinin baglari cozuk
“gunaydin” demesi gerekirken
“kirmizi” diyen biri
bir kadin agliyordu kapida
balikci gecti
kimsenin gozune ilismeden
saatinin icinde
tozlu camin altinda
kucuk bir balik bagiriyordu
sen duydun onu ben duydum
ve istedim ki
en karanlik sozcugu vereyim de
apak olsun yeniden
direttim bugunku gibi
herzamanki gibi
hepimiz gibi
iste boyle, Nâzım
Ama sen Nâzım
hangi zindandan
gecenin hangi kosesinden
hangi olumden olursa olsun
gulumsuyorsun
dunyanin gulumseyisini koruyan
o masmavi gulumseyisinle
Nâzım kardesim yoldasimiz bizim
Merhaba Nâzım
Nâzım
sen bizi oyle cok sevdin
biz seni oyle cok sevdik ki
kucuk adinla cagirir herkes seni
herkes sen der sana
Fransa da Rusya da Yunanistan da
Aragon da Nâzım
Neruda da Nâzım
ben de Nâzım
ozgurluk ki adlarindan biridir senin
o senin en guzel adin
Merhaba Nâzım
Çeviren: Cevat Çapan
KAPININ ÖNÜNDE
Kapıyı çalmak üzereydi. Vazgeçti. Orada
durdu.
Acaba gitse miydi? Ama nasıl? Ya birden
kapı açılırsa?
Üst katın penceresinden gören olursa?
Bir bardak su dökmeye, cıgara izmaritlerini,
solmuş çiçeklerini ya da iki gün önceki mektubunu
yırtıp atarlarsa? Hava karardı.
Ne giren çıkan vardı, ne de açılan bir pencere.
Ev terkedilmişti. Merdiveni aydınlatan bir ışık
bile yoktu.
Artık seçebiliyordu yerdeki iki paslı çatalı,
yığılan maden suyu şişelerini, boş kartuşları
ve bunların yanında duran kendi yüzünün tıpkısı
bir sarı maskeyi.
3 ocak 1972, Atina
Çeviren: Cevat Capan
BELKİ BİR GÜN
Sana bu pembe bulutları göstermek istiyorum gecede.
Ama görmüyorsun. Gece olmuş -insan neyi görebilir ki?
Artık senin gözlerinle görmekten öte bir seçeneğim yok,
diyor,
demek ki yalnız değilim, yalnız değilsin. Gerçekten de
bir şey yok sana gösterdiğim yerde.
Sadece bir araya gelmiş yıldızlar, yorgun,
bir kır eğlencesinden kamyonla dönen insanlar gibi,
hayal kırıklığına uğramış, aç, hiç biri türkü söylemeyen,
terli avuçlarında ezik yaban çiçekleri.
Ama ben direteceğim, diyor, görmekte ve sana göstermekte
çünkü sen görmezsen, sanki ben de görmemiş olacağım-
hiç değilse senin gözlerinle görmemekte direteceğim-
ve belki bir gün buluşacağız başka yönlerden gelip.
BİR SÖZCÜK O
Bir şey bilmiyorum – dedi – bir şeyim yok, bir şey değilim
buradaysam, dünyanın içinde, çakılmış bir büyük kanatla göğsüme,
o’dur öğrendiğim tek sözcük, söyler ağlarım-
onu tanıyorum, onunla varım, onu haykırırım rüzgâra-
uykusuz ıssız gecelerde öldürenlerin öğrettikleri
onca taşın taşlanmanın altında – yalnız bir sözcük:
Özgürlük, Özgürlük, Özgürlük.
——————————————————————————–
YAVAŞÇA
Çukuru ölçtük, kirecin içine attık ölüleri;
sonra en ince ayın altında kayığa bindik,
dördüncü arkadaş demir kutuyu kucağına almış,
sanki içindeki gizli bir ateşten ısınıyormuş gibi
üstüne eğilmişti. Duman yükselmedi,
öylece kaldı suların üzerinde.
——————————————————————————–
YAĞMURDA
Yağmurda yürüyor. Hiç acelesi yok.
Islak parmaklıklar parlıyor. Gizli bir
kızıllıkla kararmış ağaçlar. Ağılın
bir köşesinde eski bir otobüs tekerleği.
Mavi ev alabildiğine daha mavi.
Hiçlik böyle aydınlanıyor demek. Taşlar
düşüyor.
Eller kapanıyor. Boş bir dosya
yüzerek yaklaşıyor nehirde. Ama senin adın
belki de dosyanın öbür yüzündedir.
——————————————————————————–
ÇIPLAK
Burada, karmakarışık odamda,
toz tutmuş kitaplarla
ölü ve dalgın bakışlar,
bu duraksayan gölgeler arasında,
bir ışık sızıntısı;
o gece durup
çırılçıplak soyunduğun yerde.
——————————————————————————–
BİR ÇELENK
Yapraklarla gizlenmişti yüzün.
Birer birer kopardım yaprakları sana yaklaşmak için.
Son yaprağı kopardığımda, sen gitmiştin. Sonra
bir çelenk ördüm kopan yapraklardan. Kimsem yoktu
verebileceğim. Ben de çelengi alnıma yerleştirdim.
——————————————————————————–
AYNI DİKEN
Gece karşımızda, pencereleri kapalı
iki katlı yetimhanenin cephesi gibi duruyordu.
Ertesi gün, ağaçların altında bir kadın
bir diken çıkardı ayağının tabanından –
bizim her gece üstüne bastığımız o aynı diken.
——————————————————————————–
BEKLİYORUZ
Yavaş yavaş gece iniyor mahalleye. Uyuyamıyoruz.
Şafağı bekliyoruz. Bekliyoruz ki güneş
bir çekiç gibi çarpsın saç damlara,
çarpsın alınlarımıza, yüreklerimize,
bir ses olsun, o ses duyulsun – başka bir ses,
çünkü sessizlik silâh sesleriyle dolu, başka yerlerden gelen
——————————————————————————–
KADINLAR
Kadınlar çok uzakta. “İyi geceler” kokar çarşafları.
Masaya ekmek koyarlar yokluklarını hissetmeyelim
diye.
Sonra anlarız suçun bizde olduğunu. Sandalyeden kalkıp
“Bugün çok yoruldun,” deriz ya da “Boş ver, lambayı ben
yakarım.”
Kibriti çaktığımızda, o yavaşça döner ve tarifsiz
bir dikkatle mutfağa yönelir. Sırtı nice ölülerle,
kamburlaşmış, hüzünlü bir tepe-aileden ölüler,
onun ölüleri, senin kendi ölümün.
Adımlarının gıcırtısını duyarsın eski döşemede,
bulaşık telindeki tabakların ağlayışını duyarsın
sonra da treni, askerleri cepheye götüren.
——————————————————————————–
BİRDEN
Sessiz gece. Sessiz. Ve sen vazgeçtin
beklemekten. Nerdeyse dingindi her yer.
Birden, orada olmayan kişinin o canlı
dokunuşunu duydun yüzünde. Gelecek.
Sonra kendi kendine çarpan pancurların sesi.
İşte rüzgâr da çıktı. Ve biraz ötede,
kendi sesinde boğuluyordu deniz.
——————————————————————————–
SON İSTEK
Şiire, aşka ve ölüme inanıyorum, diyor,
işte bu yüzden ölümsüzlüğe de inanıyorum.
Bir dize yazıyorum, dünyayı yazıyorum; ben varım; dünya
var.
Bir ırmak akıyor serçe parmağının ucundan.
Yedi kere bu ırmak gökyüzünün mavisi. Yeniden
ilk gerçek oluyor bu arılık, bu benim son dileğim.