Yaratma coşkusuna tanıklık etmek – Prof. Dr. Yıldız Ecevit

yildiz-ecevitYirmi birinci yüzyılın ilk on yılında edebiyat, maddenin egemenliği tümüyle ele geçirdiği, anlamın yok olduğu, gerçeğin ise yapaylaştığı/sanallaştığı bir yaşam biçiminin ürünü durumuna gelir. Teknolojinin görsel olanaklarıyla şımartılmış, elindeki elektronik kumandayla magazinel bir yüzeysellik düzleminde sörf yapan yeni bir okur türünün tüketimindeki bu edebiyatın bir tür pop-edebiyata dönüşüyor olması hiç de şaşırtıcı gelmiyor insana.

Bu konuda sosyopsikolojik/sosyoekonomik/teknolojik alan verileriyle desteklenen birçok araştırma yapılabilir, yeni edebiyat estetiğinin vardığı, geleneksel gözlüklerle bakıldığında anlaşılması zor boyutların açımlamasına ulaşılabilir.
Her ne kadar postmodernist avangardizme sanatsal bağlamda dostça yaklaşsam da, çağımızda para-edebiyat birlikteliğinin oluşturduğu ilişkiler ağı nedeniyle yönlendirilmiş yorumlar yapmak zorunda kalan kimi eleştirmenlerin, “medyatik bir star”a dönüşen kimi yazarların ve onların “fastfood tipi” tüketici-okurunun beni umutsuzluğa düşürdüğü anlar olduğunu söylemeliyim. Ne var ki yeni edebiyatın tek boyutu maddeyle olan ilişkisi değil. Seksen sonrasından günümüze uzanan zaman kesitinde ülkemizde ortaya çıkan edebiyatın bir başka yüzünün estetik bir devrim niteliği taşıdığını, ona edebiyat tarihsel bir bakışla yöneldiğimizde önemli bir sanatsal paradigma değişikliğine tanıklık yaptığımızı söyleyebiliriz.
Türk edebiyatı 1970-80’li yıllara değin önce toplumcu gerçekçiliğin etkisinde kalmış, sonra da sosyalist edebiyat kuramcısı Lukacs’ın estetik ilkeleri doğrultusunda sınıfsal tipolojiyi yansıtmakla yükümlü görmüştü kendini. Bu sanatsallığın dışında bir yönelimdi ve sınıfsal ilişkileri en iyi biçimde dile getiren kişinin başarılı yazar olarak nitelendirilmesi anlamına geliyordu. Biçimle oynayan, ideolojik/etik alanlarda bir mesaj içermeyen metinlerin yazarları, toplumsal düzlemde sorumsuzluk, aylaklık ve aymazlıkla suçlanıyordu. Türk edebiyatı uzun yıllar edebiyat-dışı/sanat-dışı/estetik-dışı dogmatik ölçütlerle değerlendirildi. Bu ise, özgür bir ortam dışında varolamayan yaratıcılığın soluksuz kalması demekti.

2000’li yılların okuru
Modern edebiyatın bireycilik ve biçimcilikle suçlanan 70’li yıllardaki öncüleri -ki bunların başında Oğuz Atay gelir- gücü ellerinde tutan karşı estetiğin temsilcileri tarafından suskunluğun sessizliğinde sanatsal ölüme terk edildiler. 80?ler, 12 Eylül’ün apolitize ortamında kendilerine yer açmaya çalışan modern estetik yanlılarının, geleneksel edebiyat baronları karşısındaki savaşımının sürdüğü yıllar oldu. 90’lı yıllarda ise bu savaşım, özellikle Orhan Pamuk?un romanları çevresinde oluşan polemik ortamlarında devam etti. Bu bakış açısı eşliğinde 2000’li yıllara ulaştığımızda gördüğümüz manzara ise, bu iki karşıt estetik yanlılarının arasındaki savaşımın, öncü estetiğin galibiyetiyle sona erdiğini gösterir bize. Çözümsüz polemik ortamlarının da sonu demektir bu. Tek yönlü/donuk/kalıplaşmış Türk edebiyatının hiç alışık olmadığı türsel/biçimsel/konusal/motifsel bir çeşitlilik içine yayılmış olan, yılda 200-300 romanı içine alan bir metin bolluğuyla karşı karşıyadır 2000’li yılların okuru. Yeni romancı, yıllarca yaşadığı sanatsal esaretin zincirlerini kırmış, zembereğinden boşanmış bir yay gibi coşkuyla özgürlüğünü yaşıyordur. Geleneksel estetiğin dogmatizmi bu güçlü coşku karşısında silahsız kalmıştır.
2000?li yıllarda görülen bu roman patlamasını oluşturan metinlerin en belirgin özelliği, bunlarda sanatsal olanla olmayan arasındaki sınırların belirsizleşmiş olmasıdır. Uzayın derinliklerinden gizemli tarikatlara, oradan travesti dedektiflere, oradan da komplo teorilerine uzayıp giden tükenmez bir konular yelpazesi içinde devinen, dili ve biçimi alışılmamış düzlemlerde deneyselleyen metinlerdir bunlar. Özellikle de Türk edebiyat ortamında 19. yüzyıl gerçekçilik akımının anakronik bir uzantısı görünümündeki geleneksel çizginin dışladığı fantastik öge, 2000’li yıllarda çok boyutlu bir kullanım içinde görülür; polisiye, mistik ve bilimkurgusal düzlemlere değin uzanır. Tolkien atmosferi yaratan, Stephen King kurgusunu anımsatan romanların kotarıldığı, kimi kez teknoloji ve mitosun birbirine harmanlandığı, kimi kez gotik ögelerle korkutmaya çalışan, kimi kez de dille -özellikle de Osmanlıca ile- ironik bir biçimde oynayan bir edebiyat cümbüşü, rengârenk bir metinsel karnavaldır bu.
2000’li yıllara damgasını vuran roman dalındaki bu alışılmamış açılımın ürünlerini estetik bağlamda değerlendirmek için uzmanlık donanımının gözlükleriyle şöyle bir baktığımızda, karşımıza çıkanın, üst düzey bir sanatsallıkla gözümüzü kamaştırdığını tabii ki söylemeyeceğim. Çoğunlukla pop-roman türünün yalın, çoğu kez yüzeysel diliyle öyküleyen yazarların, sanatsal boyutu güdük kalmış romanlarından oluşan bu edebiyat cümbüşünü, Türk edebiyatındaki en radikal estetik paradigma dönüşümünün yarattığı bir tür metinsel anafor olarak görmek ve olgunun sanatsal niteliği ile ilgili olarak sürekli yakınmak yerine, onu bir edebiyat tarihi ögesi olarak değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. Fantastik ögenin ön planda yer aldığı bu gelişmeyi, bir masal/mitos/destan cenneti olan Anadolu’nun, yaratıcı kökenine geri dönüşü olarak da tanımlayabileceğimizi düşünüyorum.
Cümbüş/karnaval diye adlandırıp severek izlediğim bu ortamın bir bölgesinde ise, gelişmiş bir sanat anlayışının güdümünde biçimle oynayan, her şeyden önce de bu dönüşümün çoğu yazarı gibi coşkulu bir özgürlük içinde üreten Ali Teoman, Sema Kaygusuz, Hakan Erdem gibi romancıların oluşturduğu daha rafine bir kulvar görüyoruz. (Bu rafine kulvarın yolcuları arasında sayabileceğimiz kuşkusuz birçok isim daha bulunmakta. Bunlardan unutulmaması gereken bir isim de Tahir Musa Ceylan.) 2000’in ilk on yılı, yazarın ulaştığı sanatsal düzey ne olursa olsun, onun özgürce yaratma coşkusuna tanıklık etmenin mutluluğunu yaşattı bana.

Roman patlaması
2004 yılı Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en çok roman yazılan yılı oldu. O yılın sonunda, Radikal gazetesinin Kitap ekinde A. Ömer Türkeş, tam 274 yeni roman yayımlandığı duyurmuştu. Bu sayı her yıl biraz daha artacak ve 2009’da 430’u aşacaktı. Üstelik bu kitapların içinde azımsanmayacak sayıda “ilk kez roman yazan” vardı. (2006?da çıkan 349 romanın 174’ü “ilk roman”dı mesela.) Bu ilk romanların ve yazarlarının ilgi alanları büyük bir çeşitlilik sergiliyordu tabii ki. Ama birincilik kadın-erkek ilişkilerini ve uzak tarihleri anlatanlardaydı. Aşkı arayan, bulup da nasıl yaşayacağını bilmeyen insan hayatları, psikolojik sıkıntılar revaçtaydı. Hemen ardından ise antik çağdan cumhuriyet tarihinin ilk dönemlerine uzanan tarihi romanlar geliyordu. Bu genel ayrım ve roman sayısındaki artış sonraki yıllarda da hep böyle devam etti. İşte, rakamlarlar son on yılın roman artışı: 2000’de 140, 2001’de 140, 2002’de 219, 2003’de 232, 2004’te 314, 2005’de 345, 2006’da 415, 2007’de 389, 2008’de 416 ve 2009 yılında yaklaşık 430…
(Bu yazı, 01/01/2010 tarihli Radikal Gazetesi Kitap Eki’nde yayınlanmıştır.)
Yazan: Prof. Dr. Yıldız Ecevit

Prof. Dr. Yıldız Ecevit ‘in Hayatı
İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Yüksek lisans ve doktora çalışmalarını Hacettepe ve Ankara Üniversiteleri’nde Türk ve Alman edebiyatları arasında karşılaştırmalı olarak yaptı. 1986-2000 yılları arasında Ankara Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalıştı. 1996 yılında profesör oldu. Ankara ve Bilkent Üniversitelerinde Alman Edebiyatı, Avangard Edebiyat ve 20. yüzyıl dünya romanı alanlarında dersler verdi. Yazarın yayımlanmış kitapları şunlardır; Oğuz Atay’da Aydın Olgusu (1989), Intellektuellenproblematik bei Max Frisch und Oğuz Atay (1990), İsviçre-Alman Edebiyatı (1990), Flissengen Haritada Yok/Maja Beutler (Çeviri) (1990), Kurmaca bir Dünyadan (edebiyat incelemeleri) (1992), Bozkır Kurdu’nun Düş Yolculukları/Hermann Hesse (Derleme) (1994), Orhan Pamuk’u Okumak (1996), Türk Romanında Postmodernist Açılımlar (2001).

Bir yorum

  1. Kenan Evren edebiyattan anlasa, yazı yazabilse ancak böyle bir yazı yazabilirdi. Bu yazı utangaç bile olmaya gerek duymayan bir 12 eylül güzellemesidir.
    “Yeni romancı, yıllarca yaşadığı sanatsal esaretin zincirlerini kırmış, zembereğinden boşanmış bir yay gibi coşkuyla özgürlüğünü yaşıyordur.”
    Tu kaka Orhan Kemaller gitmiş özgürlükçü Ahmet Altan Elif Şafak gelmiştir. Hayırlı olsun.
    Taylan Kara

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir